1 Ocak 2018 Pazartesi

Toz (Yeni e Dergisi Ocak 2018)



Sabah kapısını açtığında güneş göknarların arkasından iyice kendini göstermeye başlamıştı. "Geç kaldım yine" diye hayıflandı içinden. Oysa kalkalı epey de zaman geçmişti. Evin yan tarafındaki ahırda hayvanların işlerini yapmış, onları yaylıma çıkarmış, sonra dönüp evdeki diğer işlere dalmıştı. Evdeki iş hiç bitmezdi ki...

Bu gün de domates reçeline kaptırmıştı kendini. Yumruk iriliğindeki domatesler mis gibi kokuyorlardı. Kavanozları kapatırken her birine birer tutam yabani karanfil atmayı unutmadı. Annesi Hüsnüyusuf derdi yabani karanfillere. Yazın toplar kurutur, kışın çayını demler, ya da reçellere, tatlılara koyarlardı. Hemen her türlü hastalıklarında Hüsnüyusuf çayı yapardı annesi, içine bal koyup karıştırarak bardak bardak içirirdi. Çayı içtiğinde göğsündeki yumuşamayı hissederdi bir süre sonra. Ya da midesi, karnı ağrıyorsa rahatladığını. Bazen de çiçeğini zeytinyağı ile karıştırıp yüzüne sürdüğünü görürdü annesinin. Belki de bu yüzden hep pamuk gibiydi cildi.

Ormana girerken Göknarların dibindeki ayı güllerine yapışan tozu o zaman farketti. Mor çanaklı ayı güllerinin içine kadar girmişti toz. Hatta birisinin içinden çıkan arının ayaklarının da bu toza bulandığını gördü. Çiçeğin tozu değildi, başka bir tozdu.

Bu orman, patika, etrafını çepeçevre saran bu doğa 55 yıldır onun bir parçası halini almıştı. O yüzden her değişikliği hemen fark edebiliyordu. Kaz Dağı'nın kalem gibi göğe ağan göknarlarının kıyısındaki bu orman köyünde doğmuş, büyümüş, gelin olmuştu. Çocuklarından birisi zeytin hasadı sırasında doğmuştu. Sonbaharın son günlerinde bir sabah, daha doğuma bir ay varken, siyah zeytinlerini topladığı ağacın dibinde sancısı gelmiş ve 15 dakika içinde de doğum yapmıştı.

Eşinin itirazlarına aldırmadan "Zeytin" koydu kızının adını. Dibine düştüğü zeytin dalı gibi kara kara gözleri ile ne de çok yakıştığını düşünürdü hep bu ismin kızına. İki yıl sonra doğan oğlu ise babasına çekmişti. Babası gibi çakır gözlü, filinta gibi bir çocuk olarak büyüdü Bedrettin. Kayınpederinin adıydı.

Karayağız bir delikanlı olan kocasının elinden her iş gelirdi. Rençperlik, zeytincilik, hayvancılık, hatta kalaycılık bile yapabilirdi. Belki de bu her işi kendi yapma huyu onun erkenden göçüp gitmesine neden olmuştu. On yıl kadar önce bir gün, bozulan traktörlerinin altında uğraşırken, krikonun boşalması ile ezilmiş, Bayramiç Hastanesine yetiştiremeden yolda son nefesini vermişti. Otomobilde, son anlarında, kocasının başı kucağında giderlerken, onun çakır gözlerindeki hüznü gördüğünde anlamıştı vedalaştıklarını. Kendini tutmaya çalışsa da göz pınarlarına yürüyen yaşlara engel olamamış, kocasının çakır gözlerinden akan iki damla yaşı da silmeye kıyamamıştı. Son sözü "kızım" oldu kocasının, ya da "kuzum". Tam çıkaramadı ne dediğini. Kulağını ağzına yaklaştırırken gördü çakır gözlerin kapandığını ve boynunun dalından kopan bir başak gibi yana kaydığını.

Toz peygamber çiçeklerine de yapışmıştı. Çiçeklerin küçük sarı gövdelerinde yeşile, bazen boz renge çalan bir toz tabakası vardı. Göknarların koyu gölgeleri arasında ilerlerken çevresindeki hemen hemen tüm bitkilerin bu toza bulandığını anlamakta gecikmedi. Sütleğen otunun dışarı taşan sütündeki eski duruluk yoktu. Taşkıran'ın sarı çiçekleri, yeşil küçük iğne yaprakları, emzik otları, sıklamenler üzerlerinde de bir örtü örtülmüş gibi toz tabakası vardı.
Her bitkinin, her çiçeğin, ağacın acısını taa içinde duydu, anladı. Yıllardır geçtiği bu patikada ilk kez böylesi bir sessizlikle karşılaşmasını bitkilerin acısına yordu. Yürümeye devam ederken patikanın yanı başındaki yabani güllerin dikenlerine aldırmadan üzerindeki tozları silkelemeye başladı. Karanfilin moruna yapışan tozu iki büklüm eğilip örselememeye çalışarak dağıtmaya uğraştı. Çok uzun zaman duramadı bu halde. Bel ağrısı aylardır yakasını bırakmıyordu bir türlü.
Ormandan çıktığında öğleyi bulmuştu zaman. Küçük pembe çiçekli bir geven ailesinin yanı başına oturdu, dinlendi biraz. Toz onların üzerine de sinmişti. Kalktı, az ötedeki kekiklerin bulunduğu yere gitti. Kekiklerin arasında gizlenen ihtiyar bir kaplumbağa onu görüp boynunu içine çekti. Hemen de geri çıkardı, merakı korkusuna baskın gelmişti. Tozun kaplumbağanın sırtında da olduğunu, kekiklerin küçük çiçeklerinin de tozdan nasibini aldığını anladı. Yine de elini uzun uzun kokladı kekiklere dokunduktan sonra. Yıllardır böyle yapardı, yine yaptı.
O gün toplamayı planladığı sarıkız çayının bulunduğu yere az kalmıştı. Dağın tepesindeki kayaların dibinde biterlerdi her yıl. Bir keresinde yine bu çaydan toplamaya geldiğinde, bir dağcı grubuna denk gelmişti. İçlerinden koca beyaz sakalları olan bir adam dağ çayını göstererek bu çayın Kaz Dağından başka dünyada hiçbir yerde yetişmediğini anlatmıştı. O zaman daha bir özenle toplar oldu dağ çayını. Daha bir tanış hissetti kendisini, ısındı içi daha bir. Bu çay da kendisi gibi Kaz Dağından başka bir yer bilmiyordu. Bilmek istemiyordu belki de onun gibi. İstese giderdi aslında İstanbul'da çoluk çocuğa karışan Zeytin kızının, İzmir'de öğretmen olan oğlu Bedrettin'in yanına ama buraları bırakıp gitmeyi aklından bile geçirmiyordu.
Bunları düşüne düşüne geldi tepenin başına. Yamacı döndüğünde ise gözlerine inanamadı bir zaman. Tepenin öbür tarafı kocaman bir uçurumdu şimdi! Dağ dağlıktan çıkmış erimiş aşağıya akmıştı sanki. Üzerinde ne kadar kaya, taş, bitki, çay varsa bir anda yok olmuştu! Bir zamanlar dağın yamacı olan uçurumun kıyısından korka korka aşağıya baktı. Dağ tam ortasından ikiye yarılıp parçalanmıştı. Belki elli, belki yüz metre kadar aşağısında iki kepçe duruyordu. Biraz ötelerinde ise kamyonlar. O zaman anladı tozun kaynağını.

Makineler çalışmıyordu nedense, çalışsa yaklaşırken seslerini de duyardı mutlaka. Aşağıda karınca kadar kalan insanların da dolaştığını gördü biraz daha dikkatli bakınca. En son ne zaman geldiğini düşündü Sarıkız Çayı toplamak için bu tepeye. Sonbaharın soğuk bir günü, rüzgârın altında elleri üşüyerek topladığını anımsadı bir torba dolusu çayı.
Dağın yamacından aşağıya, Bayramiç Ovasına bakıp için için ağladığında gördü uçurumun ağzında biten Sarıkız çayını. Gövdesi uçuruma eğilse de kökü ile sıkıca kavramıştı toprağı. Yaklaştı, çömelip oturdu yanına, okşadı ayva tüylü yapraklarını. “Kaz Dağı bizim bu dünyadaki tek yurdumuz Sarıkız” diye fısıldadı. “Gidemeyiz hiçbir yere, gitmeyeceğiz” dedi ve kalktı...   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...