Sabah kapısını açtığında güneş göknarların arkasından iyice
kendini göstermeye başlamıştı. "Geç kaldım yine" diye hayıflandı
içinden. Oysa kalkalı epey de zaman geçmişti. Evin yan tarafındaki ahırda
hayvanların işlerini yapmış, onları yaylıma çıkarmış, sonra dönüp evdeki diğer
işlere dalmıştı. Evdeki iş hiç bitmezdi ki...
Bu gün de domates reçeline kaptırmıştı kendini. Yumruk
iriliğindeki domatesler mis gibi kokuyorlardı. Kavanozları kapatırken her
birine birer tutam yabani karanfil atmayı unutmadı. Annesi Hüsnüyusuf derdi
yabani karanfillere. Yazın toplar kurutur, kışın çayını demler, ya da
reçellere, tatlılara koyarlardı. Hemen her türlü hastalıklarında Hüsnüyusuf
çayı yapardı annesi, içine bal koyup karıştırarak bardak bardak içirirdi. Çayı
içtiğinde göğsündeki yumuşamayı hissederdi bir süre sonra. Ya da midesi, karnı
ağrıyorsa rahatladığını. Bazen de çiçeğini zeytinyağı ile karıştırıp yüzüne
sürdüğünü görürdü annesinin. Belki de bu yüzden hep pamuk gibiydi cildi.
Ormana girerken Göknarların dibindeki ayı güllerine yapışan tozu
o zaman farketti. Mor çanaklı ayı güllerinin içine kadar girmişti toz. Hatta
birisinin içinden çıkan arının ayaklarının da bu toza bulandığını gördü.
Çiçeğin tozu değildi, başka bir tozdu.
Bu orman, patika, etrafını çepeçevre saran bu doğa 55 yıldır
onun bir parçası halini almıştı. O yüzden her değişikliği hemen fark
edebiliyordu. Kaz Dağı'nın kalem gibi göğe ağan göknarlarının kıyısındaki bu
orman köyünde doğmuş, büyümüş, gelin olmuştu. Çocuklarından birisi zeytin
hasadı sırasında doğmuştu. Sonbaharın son günlerinde bir sabah, daha doğuma bir
ay varken, siyah zeytinlerini topladığı ağacın dibinde sancısı gelmiş ve 15
dakika içinde de doğum yapmıştı.
Eşinin itirazlarına aldırmadan "Zeytin" koydu kızının
adını. Dibine düştüğü zeytin dalı gibi kara kara gözleri ile ne de çok
yakıştığını düşünürdü hep bu ismin kızına. İki yıl sonra doğan oğlu ise
babasına çekmişti. Babası gibi çakır gözlü, filinta gibi bir çocuk olarak
büyüdü Bedrettin. Kayınpederinin adıydı.
Karayağız bir delikanlı olan kocasının elinden her iş gelirdi.
Rençperlik, zeytincilik, hayvancılık, hatta kalaycılık bile yapabilirdi. Belki
de bu her işi kendi yapma huyu onun erkenden göçüp gitmesine neden olmuştu. On
yıl kadar önce bir gün, bozulan traktörlerinin altında uğraşırken, krikonun
boşalması ile ezilmiş, Bayramiç Hastanesine yetiştiremeden yolda son nefesini
vermişti. Otomobilde, son anlarında, kocasının başı kucağında giderlerken, onun
çakır gözlerindeki hüznü gördüğünde anlamıştı vedalaştıklarını. Kendini tutmaya
çalışsa da göz pınarlarına yürüyen yaşlara engel olamamış, kocasının çakır
gözlerinden akan iki damla yaşı da silmeye kıyamamıştı. Son sözü
"kızım" oldu kocasının, ya da "kuzum". Tam çıkaramadı ne
dediğini. Kulağını ağzına yaklaştırırken gördü çakır gözlerin kapandığını ve
boynunun dalından kopan bir başak gibi yana kaydığını.
Toz peygamber çiçeklerine de yapışmıştı. Çiçeklerin küçük sarı
gövdelerinde yeşile, bazen boz renge çalan bir toz tabakası vardı. Göknarların
koyu gölgeleri arasında ilerlerken çevresindeki hemen hemen tüm bitkilerin bu
toza bulandığını anlamakta gecikmedi. Sütleğen otunun dışarı taşan sütündeki
eski duruluk yoktu. Taşkıran'ın sarı çiçekleri, yeşil küçük iğne yaprakları,
emzik otları, sıklamenler üzerlerinde de bir örtü örtülmüş gibi toz tabakası
vardı.
Her bitkinin, her çiçeğin, ağacın acısını taa içinde duydu,
anladı. Yıllardır geçtiği bu patikada ilk kez böylesi bir sessizlikle
karşılaşmasını bitkilerin acısına yordu. Yürümeye devam ederken patikanın yanı
başındaki yabani güllerin dikenlerine aldırmadan üzerindeki tozları silkelemeye
başladı. Karanfilin moruna yapışan tozu iki büklüm eğilip örselememeye
çalışarak dağıtmaya uğraştı. Çok uzun zaman duramadı bu halde. Bel ağrısı
aylardır yakasını bırakmıyordu bir türlü.
Ormandan çıktığında öğleyi bulmuştu zaman. Küçük pembe çiçekli
bir geven ailesinin yanı başına oturdu, dinlendi biraz. Toz onların üzerine de
sinmişti. Kalktı, az ötedeki kekiklerin bulunduğu yere gitti. Kekiklerin
arasında gizlenen ihtiyar bir kaplumbağa onu görüp boynunu içine çekti. Hemen
de geri çıkardı, merakı korkusuna baskın gelmişti. Tozun kaplumbağanın sırtında
da olduğunu, kekiklerin küçük çiçeklerinin de tozdan nasibini aldığını anladı.
Yine de elini uzun uzun kokladı kekiklere dokunduktan sonra. Yıllardır böyle
yapardı, yine yaptı.
O gün toplamayı planladığı sarıkız çayının bulunduğu yere az
kalmıştı. Dağın tepesindeki kayaların dibinde biterlerdi her yıl. Bir keresinde
yine bu çaydan toplamaya geldiğinde, bir dağcı grubuna denk gelmişti.
İçlerinden koca beyaz sakalları olan bir adam dağ çayını göstererek bu çayın
Kaz Dağından başka dünyada hiçbir yerde yetişmediğini anlatmıştı. O zaman daha
bir özenle toplar oldu dağ çayını. Daha bir tanış hissetti kendisini, ısındı
içi daha bir. Bu çay da kendisi gibi Kaz Dağından başka bir yer bilmiyordu.
Bilmek istemiyordu belki de onun gibi. İstese giderdi aslında İstanbul'da çoluk
çocuğa karışan Zeytin kızının, İzmir'de öğretmen olan oğlu Bedrettin'in yanına
ama buraları bırakıp gitmeyi aklından bile geçirmiyordu.
Bunları düşüne düşüne geldi tepenin başına. Yamacı döndüğünde
ise gözlerine inanamadı bir zaman. Tepenin öbür tarafı kocaman bir uçurumdu
şimdi! Dağ dağlıktan çıkmış erimiş aşağıya akmıştı sanki. Üzerinde ne kadar kaya,
taş, bitki, çay varsa bir anda yok olmuştu! Bir zamanlar dağın yamacı olan
uçurumun kıyısından korka korka aşağıya baktı. Dağ tam ortasından ikiye yarılıp
parçalanmıştı. Belki elli, belki yüz metre kadar aşağısında iki kepçe
duruyordu. Biraz ötelerinde ise kamyonlar. O zaman anladı tozun kaynağını.
Makineler çalışmıyordu nedense, çalışsa yaklaşırken seslerini de
duyardı mutlaka. Aşağıda karınca kadar kalan insanların da dolaştığını gördü
biraz daha dikkatli bakınca. En son ne zaman geldiğini düşündü Sarıkız Çayı
toplamak için bu tepeye. Sonbaharın soğuk bir günü, rüzgârın altında elleri
üşüyerek topladığını anımsadı bir torba dolusu çayı.
Dağın
yamacından aşağıya, Bayramiç Ovasına bakıp için için ağladığında gördü uçurumun
ağzında biten Sarıkız çayını. Gövdesi uçuruma eğilse de kökü ile sıkıca
kavramıştı toprağı. Yaklaştı, çömelip oturdu yanına, okşadı ayva tüylü
yapraklarını. “Kaz Dağı bizim bu dünyadaki tek yurdumuz Sarıkız” diye
fısıldadı. “Gidemeyiz hiçbir yere, gitmeyeceğiz” dedi ve kalktı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder