14 Ocak 2018 05:57
Ölümün kol gezdiği bir bölge, dumanlar savuran termik
santral, demirçelik fabrikaları. Ve kendini kirliliğin ortasında bulan
peygamber devesi...

Üzerinde peribacaları resmi bulunan Nevşehir Karoser yazılı
kamyon kasasından rüzgarın uçurduğu peygamber devesi böceği kendini bir anda
yolun ortasında buldu. Arkadan gelen araçlar tarafından ezilmemesini, şansı
kadar, ince uzun bacaklarının çevikliğine de borçluydu. Hızla yolun kenarındaki
otların içerisine daldı.
Bir günü geçkindir seyahat ettiği kamyon kasasından ani bir
rüzgar tarafından savrulduğunda düştüğü bu yerin neresi olduğuna dair en küçük
bir fikri yoktu.
Düne kadar bozkırın uçsuz bucaksız buğday tarlalarında
yaşıyordu. Bir biçerdöverin biçip deste haline getirdiği otların arasında hapis
kaldı. Oradan da üzerine branda gerilen bir kamyonun kasasına istiflendi. Ne
kadar çabalasa da çıkamadı saman balyalarının arasından. Saatlerce süren çabası
sonrası saman yığınının ucuna gelip, ışığın geldiği branda deliğinden kafasını
uzattığında ise nasıl olduğunu anlamadan asfalt yolun ortasına yuvarlandı
birdenbire.
Can havliyle içine girdiği otlar bozkırın otlarına
benzemiyordu. Garip bir kokuları vardı. Havaya baktı, hava da bir garipti. Toza
benzer bir pus, kirli beyaz bir örtü gibi sarı sıcağın altında incecikten
buğulanıyordu.
Yoldan biraz daha uzaklaşıp arabalar tarafından ezilme
riskini atlattıktan sonra etrafını görmek için uzun bir çiriş otuna tırmandı.
Çiriş otu da bir tuhaftı doğrusu. Gövdesi kupkuruydu. Üstelik bitkinin
tepesindeki pembe yumrular sararıp boynunu eğmişti. Ayaklarına yapışan
siyahlığın ne olduğunu anlamaya çalışırken etrafına göz gezdirdi. Baktığı
tarafta, ovanın bir ucuna doğru iki uzun baca yükseliyordu. Epey uzakta
olmalarına rağmen, dev gibi dikilen bacaların uçlarında kırmızı renkli kuşaklar
fark ediliyordu. Etrafında kocaman gri binaların olduğu bacaların ağzından
sarımtırak bir duman tütüyordu. Bunların gerisinde de, küçük bir tepenin
üzerinde rüzgar santrallerinin kanatları dönüp duruyordu.
Çiriş otunun üzerinden zıplayıp inen peygamber devesi az
ötedeki ebegümecilere doğru yürüdü. Acıkmıştı. İncecik bacakları ile birkaç
adımda ulaştı ebegümecilere ama aralarında bir türlü aradığı böceklerden
bulamadı. Havadaki is kokusu bütün bitkilerin üzerine sinmişti.
Yemek için böcek aranırken çok yakınında bulunduğu yere
doğru gelen başka bir peygamber devesi gördü. Kendisinin neredeyse yarı boyunda
narin yapılı bir erkekti bu. Daha gelişinden kendisine kur yaptığını anladı.
Başka zaman olsa sert tepki gösterirdi ama bu sefer ses çıkarmadı. Açtı çünkü!
Yanına yaklaşan bu erkek peygamber devesi birazdan mutlu ama çiftleştiği dişisi
tarafından yenmiş bir peygamber devesi olacaktı!
***
Peygamber develerinin siyah bir tozun içerisinde ölüm ve aşk
arasındaki ince çizgide dolaştığı tarlayı uzaktan gören, yolun karşı
kıyısındaki tepenin üzerinde bulunan köyde de birileri bu sarı dumanlar savuran
bacalar hakkında konuşuyordu. Bir zamanlar Rumlarla Türklerin bir arada
yaşadığı bir köydü Kozbeyli. Etrafı yemyeşil ayçiçeği, bamya, börülce, enginar
tarlaları ile çevriliydi.

Denize çok uzak değildi, yirmi dakikayı bulmayan yürüyüşün
sonunda toprak bir yoldan inilirdi sahile. Masmavi deniz dibinin çakılları
suyun yüzeyinden sayılırdı. İçinde oynaşan balıklar görülürdü.
Denizin kıyısından Aliağa’ya doğru yürüdüğünüzde ya da bir
Akdeniz fokunun ardı sıra Çandarlı tarafına yüzdüğünüzde antik Nemrut Limanının
taşları ile karşılaşırdınız. Kıyıda ise Kyme antik kentinin kalıntıları size
‘merhaba’ derdi. Bir zamanlar bütün bu demir-çelik, gübre fabrikalarının,
termik santral ve RES direklerinin olduğu yerler Kyme’nin sokakları, caddeleri,
evleriydi. Şimdi ise avuç içi kadar bir alana sıkıştırılmış, unutulmuş,
unutturulmuştu!
***
Şakirin Dibek Kahvesinde, koyu gölgeli bir çardağın altında
yapılan çekimlerde Kozbeyli Köyü Muhtarı Hayrettin Günindi şunları söyledi:
“Artık her taraf sanayi, her taraf fabrika, her yanda dumanlar tüten bir baca.
Adım atacak yerimiz, soluk alacak havamız kalmadı. 30-40 yıl öncesine kadar
çiftçilik yapan köylülerimiz bugün bu fabrikalara işçi oldular. Bazıları iyi de
paralar kazandı, ama bu para hayır getirmedi kimseye. Kanserden kırılıyor
köylümüz”
İki genç kardeşin hüzünlü öyküsünden bahsetti sonra;
“Yirmilerinde iki genç kardeş. Küçük olanı evlenecekti. Evlilik için kan testi
yaptırdığında kan değerlerinde sorun çıktı. Tekrar yaptırdı aynı sonuç. Sonra
kardeşi de rahatsızlandı bu arada. Onun kan testlerinde de değerler kötüydü.
İkisinin de kanser olduğu ortaya çıktı. İkisi de aynı demir çelik fabrikasında
çalışıyordu. Ağabey şu anda hastanede tedavi görüyor. Küçük kardeşin durumu
biraz daha iyi. O dalyan gibi delikanlıların durumunu gidip bir görseniz, ‘Bırakalım
bu termik santrali, elektriği, mum ışığında yaşayalım’ dersiniz”
***
Ege Üniversitesi Hastanesi onkoloji servisine gidip gördük
Çelikkol kardeşleri. Volkan Çelikkol, saçları dökülmüş, beti benzi sapsarı,
teni adeta saydamlaşmış bir halde yatıyordu. Uzun süre yatmaktan yanları
çürümeye başladığı için iki de bir acı ile vücudunu kıpırdatmak zorunda
kalıyordu. Hastalanma öyküsünü şöyle anlattı: “HABAŞ Demir Çelik’te hurda
sarıyordum. Hurda demir çelik. Tozlar havada uçuşuyordu ve bizim hiçbir koruyucu
maskemiz, giysimiz yoktu. Sonra kan tükürmeye başladım. Kansermişim”
Evlilik hazırlıkları yaparken kanser olduğunu öğrenen
kardeşi Ahmet Çelikkol da ağabeyinin başındaydı. “Başka insanlar bunu görsün,
bizim durumunuza düşmesin” dedi son söz olarak.
***
Volkan Çelikkol, kamera karşısında son sözlerinin
yayımlandığı Çepeçevre Yaşam programını izleyemedi. Çekimlerden 15 gün sonra
hastanede yaşama gözlerini kapattı. Öldüğünde 25 yaşındaydı! Kardeşi çok ağır
ve uzun bir tedavinin ardından yendi kanseri.
Aliağa Foça arasındaki bölgede yer alan sanayi kuruluşları
nedeniyle her yıl kaç kişinin kanser olduğu, kaç ineğin, koyunun anormal doğum
yaptığı, kaç bitkinin kuruduğu ve kaç peygamber devesinin açlıktan erkeğini
yediği bilinmiyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder