Özer AKDEMİR
Yokluktan, yoksulluktan canına kıyan babalara!..
Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri
kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı!
Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü
kırpmadan!..
***
Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri
okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur
yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam
ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.
“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında
cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin
yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin
gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan
yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım
benim dışımda duyan olmadı.
Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler,
şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele
baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora,
kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir
tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini
izlemeye doyamıyordum.
Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış
gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o
bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını
kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip
çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan,
daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından
yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla
akıyordu.
Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine
karışan bir mısra döküldü dudaklarından;
“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”
Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin
parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle
ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de
Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım.
Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine
dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!
Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben,
yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince
dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına
batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son
görüşüm oldu.
Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep
bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü
anlattığını nereden bilirdim ki!
***
Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı,
söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu
tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının
gerçek nedenini anlamadı.
Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı.
Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan
akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta
değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O
zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu
“yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...
Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç
kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o
günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp
kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik
içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin
başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı.
Son gününe kadar da bu böyle oldu.
***
Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu
ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı.
Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.
Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir
gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim.
Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın
bağrını araladım, fideleri dikmesi için.
Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta
toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi
bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o
kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi
bellemişti beni. Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin
olgunluğundaydı.
İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti;
“Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca
tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı
olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta
içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da
vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları
kesti. Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye
gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı,
giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o
akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip
türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm
/ Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar
boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de
sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”
Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının
babasına veda sözlerini dinledim;
“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam
da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden
satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”
Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan
son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;
“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”