Hafifçe esen rüzgar yere düşmüş incir yapraklarını havalandırıp
az ötede akan çayın üzerine bırakırken, yüz yıllık bir çınarın gövdesine
yaslanıp yorgunluk atıyordu Elif. Çayın tatlı şırıltısını dinlerken içi geçti.
Oracıkta, usulcana gövdesine sokulup göz kapaklarını ağırlaştıran, yelin
dağıttığı yaprakların hışırtısını, suyun akışını, ağaç dallarındaki kuş
cıvıltılarını birer ninniye dönüştüren seslerin içerisinde olduğu yerde uyudu
kaldı. Saçının belikleri eşarbının arasından omuzlarına düşmüştü. Her nefes
alışta inip çıkan göğsünün üzerinde kırmızı bir uğur böceği yukarıya, boynuna
doğru tırmanıyordu.
Uyandığında şaşkınlıkla etrafına bakındı. Kısa bir süre
nerede olduğunu, zamanı anlamaya çalıştı. Boynundan yanağına kadar tırmanan
uğur böceği ile göz göze gelince çayın yanında oturduğu aklına geldi. Uğur böceğini
incitmemeye dikkat ederek parmakları arasında alıp diğer elinin avuç içine
koydu. Bir süre gülümseyerek hareketlerini izlediği böceği yanı başındaki bir
su teresi demetine doğru üfleyip ayağa kalktı. Derenin kenarındaki melengiç,
çınar, söğüt ve kestane ağaçlarının gölgesinden az ötedeki bahçesine doğru
yürüdü. İşi yarılanmamıştı bile. Bahçedeki incirler toplanmak için kendisini
bekliyordu.
Gün daha Aydın dağlarından yüzünü göstermeden köyden
yürüyerek incir bahçesine geliyordu Elif. Eşini birkaç yıl önce, “kötü
hastalık”tan erkenden kaybetmişti. Bir oğlu Aydın’da üniversitede okuyordu.
Bütün işler onun üzerindeydi yani. Evin hem anası, hem babası, tek ekmek getireniydi.
Kendi anne babası yaşasa, arkasında dağlar varmış gibi güçlü hissederdi ama
onlar da çok uzun zaman önce göçüp gitmişlerdi bu dünyadan. Bir bacısı ve
ağabeyi ise ancak kendi dertleri ile uğraşabiliyor, hayatın hayı huyu
içerisinde onun sıkıntılarının farkına bile varmıyorlardı. Yine de ömürleri
uzun olsun, Allah eksikliklerini göstermesin diye düşünürdü hep.
Eğri, ucunda kanca gibi bir budağı bulunan pınar ağacından
yaptığı ince uzun sopa ile dalları kendine çekip incirleri toplarken hiçbir
dalı, filizi, yaprağı örselememeye çalışırdı hep. Balları kıçlarından damlayan
sarı lop incirlerin tatlı yumuşaklığını parmaklarının arasında duyumsadı mıydı,
elini alışkın bir hareketle kıvırıp, inciri çekip alırdı. Eldiven takmazdı
incir toplarken Elif. İncirin olgunlaşıp olgunlaşmadığının en iyi çıplak
parmaklarla dokununca anlaşıldığını düşünürdü. Onun bir bebek teni gibi
yumuşacık tenini, kabuğundaki ince ayvacık tüylerini okşamaya doyamazdı.
Artık, sakalı bıyığı terlemeye başlayan bir delikanlı olan
oğlunun tam da incir zamanı üniversiteden bir iki arkadaşının peşi sıra
Kuşadası’ya tatile gitmesine biraz canı sıkılmıştı Elifin ama yine de güler
yüzle uğurladı oğlunu. “Ana, iki güne gelirim” diyen oğlunu beklemedi,
olgunlaştığında toplamazsan küserdi incir. Yağacak zamansız bir yağmur tüm
emeklerini zebil ederdi.
Son yıllarda yağmurlar köylülerin kabusu olmuştu adeta.
Çocukluğunda bereket diye altında elele tutuşup maniler söyledikleri
yağmurların incir mevsimi yağmaması için dua ediyordu artık herkes. “Bu yağan
yağmur değil, dert” demişti komşusu Hanife teyze. Yetmişine merdiven dayamış
gün görmüş, mürüvvet sürmüş bu ihtiyar kadın her şeyin geçen zamanla birlikte
her geçen gün daha da kötüye gittiğine inanırdı. Geçmişi hep özlemle anar,
anılarından bulup çıkardığı insanları, çiçekleri, kuşları, olayları anlatmaya
doyamazdı. Taşları bile, incir ağaçlarını bile, elini, yüzünü, ömrünü bile
eskiten zaman iki şeye dokunmamıştı; cam gibi berraktı anıları ve zeytin yeşili
gözleri genç kızlığındaki kadar canlı, parlaktı.
***
Köylüler, meydanındaki kahvede çay içerlerken gelen haberi
konuşuyorlardı. Köyün Tire tarafından girişine, belki bir kilometre bile uzak
olmayan bir yere jeotermal santrali için izin çıkmıştı. “Germencik kuş uçuşu 20 kilometre buraya.
Oradaki JES’lerin etkileri nedeniyle 3-4 yıldır incirlerimiz verimsiz, hasta”
dedi muhtar, “Buna izin verirsek bizim işimiz biter arkadaşlar”. “Birlik
olursak yaptırmayız” diye konuştu Sami.
Ertesi gün meydanda toplandı köylüler. Civar komşu köylerden
de gelenler vardı. Kadınlar önce geriden geriden baktılar köy meydanındaki
topluluğa sonra onlar da sokuldular kalabalığın arasına. Her sözü alan “JES
yapılırsa incir, zeytin biter” dedi. Gençler, çocuklar, “Bizim geleceğimiz
incir”, kadınlar “Bizi çiğnemeden bu JES’i buraya yaptırmayız” diyorlardı.
***
Bahçesindeki son incirleri toplarken gürültüyü duydu Elif.
Bir uğultu geliyordu, arı oğullaması, bir kayanın oluğundan gürleyen su sesi
gibi. İncir sopasını kavrayıp seslerin geldiği yere yürüdü hızlı hızlı.
Köylüler yine JES yapılmak istenen yere giden yolda birikmişti. Yüzlerce köylü
vardı yolun üzerinde, daha da geliyorlardı. Başka köylerden de gelenler
olduğunu gördü Elif, komşu köylerden kadınlar, erkekler.
Kadınların kümelendiği yere doğru gitti. Ortalarında beti
benzi kül gibi olmuş, üstü başı toz toprak içerisinde bir adam vardı. Korkudan
titreyen adama acıdı, ama çabuk geçti bu. Yeniden bir öfke kabardı
içinde. “Utanmadan birde şoförüm diyor, daha geçen geldiğinde müdürdü bu. Gelme
demedik mi sana” diye söyleniyordu kadınlar. Bir ellerinde hayıttan, pinar
ağaçlarından yapılmış, sırım gibi incir sopaları vardı. Bir elleri
bellerindeydi. Yavrusunu almaya gelmiş alıcı kuşa karşı durur gibi
dikilmişlerdi şirket müdürünün karşısında. Elif, kınalı elleriyle sıkıca
kavradı incir sopasını. Öfkesi menevişlendi çakır gözlerinde...
***
Bu yazının yazıldığı gün Tire Kaymakamı Başköy’de yapılmak
istenen JES’e bölgenin tarım arazisi olduğu gerekçesiyle izin verilmediğine
dair bir açıklama yaptı. Şirket müdürünün benzini solduran Başköylülerin incir
sopaları devlete de hukuku hatırlatmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder