Tan yeri ışımadan daha, bir allı turna, (Kimileri flamingo
derler ama Anadolu’da allı turnadır o), Seyfe Gölü’nden kanat açtı. Anne
babasından, göç ederken arkadaşlık kurduğu diğer turnalardan işittiği yerleri
görmek, o kadimden bu yana sözü edilen güzellikleri bir günlük de olsa yaşamak
istedi. Yarenlerinin, yoldaşlarının, yüreğinin yerini öğreten telli turnanın
‘gitme’ demelerine aldırmadı. Bir sabah, henüz güneş Seyfe Gölü sazlıklarını
kızıla boyamadan, henüz tan yelleri tüylerinin arasında dolaşmaya başlamadan
yola düştü. Güneşi sol kanadına, tan yelini arkasına alıp, diğer turnalar uykudayken,
kimsenin ardından seslenmesine fırsat vermeden alacakaranlıkta havalandı. Şansı
da yaver gitti. Havalandıktan hemen sonra bir termal yakaladı ve kanat
çırpmasına bile gerek kalmadan döne kıvrıla yoluna devam etti.
Serin bir bozkır sabahında, kırçıl tepelerin, ovaların
üzerinde, yanında yöresinde dolanan küçük bulutların güzelliğinde süzülen allı
turna, aşağısındaki manzaradan tek bir anı kaçırmamak için gözünü dört açarak
uçtu. Sarışın, boz, gri, kırmızı, mor bozkır renklerinin bazı yerlerinde küçük yeşil
öbekler vardı. Dibinde koyunların uyuduğu bir kavaklık, dere kenarında
dallarını suya iyice eğmiş salkım söğütler, iğde kümeleri ya da iç içe geçmiş
yamru yumru asma kütüklerinin arasından fışkıran bağ yapraklarının yeşilleriydi
bunlar.
Güneş kanadını aşıp yükselmeye başladığında allı turna tozlu
bir alıç ağacının sıska dalına kondu. Aşağıda ağacın köküne doğru kıvrılan
yılanı, ondan kaçmaya çalışıp başarılı olamayan bahtsız çekirgeyi, yılanı
gözüne kestirip bir fırsatını kollayan buğday başaklarını arasına gizlenmiş
tilkinin hareketlerini izleyerek epey bir oyalandı alıç dalında, dinlendi.
Arada, henüz küçücük olan alıç meyvelerine gaga vurdu. Acı, mayhoş, susuz
tadını beğenmedi alıcın, üstelik taş gibi de sert buldu.
Gün öğleye gelmeden tekrar kanat açıp yoluna devam etti.
Yeniden bir hava akımı yakalayınca kanatlarını uzun uzun gerip kendini rüzgarın
kollarına bıraktı.
Epey bir zaman sonra, engin tepeler gerisinde kalıp, ucu
karlı, başı dumanlı dağ görünmez olduğunda, ileride, ufukla birleşen bir
maviliğin belirdiğini gördü. Biraz sonra altında göz alabildiğince bir
beyazlık, pembelik uzanıyordu. Anne babasının, diğer turnaların anlattığı beyaz
göl burasıydı işte. Aşağıdaki düzlüğün rengi güneşin altında sürekli değişiyor,
bazen pembe, buz mavisi, bazen turuncuya ya da mora çalıyordu.
Yalnız duyduklarından daha farklıydı göl. Neredeyse su
kalmamıştı, epey ilerilere doğru çekilen su, arkasında tuz tepecikleri, küçük
çukurlar bırakmıştı. Dümdüz yüzeyin üzerinde bencik bencik görünen noktalar
dikkatini çekti. Noktaların ne olduğunu anlamak için alçaldı turna. Göle indi,
tuzların üzerine. Ölü yavru turnalardı bunlar!
Hemen önünde sanki uyuyorlarmış, birazdan silkinip kalkacak,
kanatlarını şen şakrak çırpıp gagalarını birbirine vurarak oynaşacaklarmış gibi
yatıyorlardı. Son kez dünyaya seslenmek ister gibi uzun kırmızı narin
boyunlarını geriye doğru kıvırmış, kanatları ile yüzlerini örtüp, belki de
yaklaşan ölümün dehşetini görmemeye çalışırken büzülmüşlerdi. Küçücüktüler ve
ölüm güzelliklerini yok etmemişti daha.
Tuzların üzeri ölü turna tarlası gibiydi! Hafif hafif esen
yelde göğüslerinin ince tüyleri dalgalanı-yor, yanlarına düşmüş kanatları uçmak
ister gibi kıpırdıyordu.
Duramadı allı turna, yüreği daha fazlasını görmeyi
kaldırmadı. Havalandı, binlerce yıldır turnaların yurdu olan şimdi ise adeta
mezarlığı andıran bu beyaz göl, onun belleğine “ölü turnalar gölü” olarak
kazınmıştı artık. Gölün üzerinden gözlerini kapatarak uçtu.
***
Gölden bulunduğu yere doğru pembeye çalan kanatlarını acele
acele çırparak uçan turnanın fotoğrafını çektiğinde epey umutlandı fotoğrafçı.
Flamingolara yaklaşmış olmalıydı. Tuz beyazlığının üzerinden on beş dakikayı
aşkındır yürüyordu. Su olması gereken yerlerde suyun izi bile görünmüyordu. Bir
eliyle omzunda tuttuğu üç ayak, boynunda asılı ağır objektifli fotoğraf
makinesi ile ayakları tuzlara bata çıka kuru gölü adımlamaya çalışırken acaba yanlış
bir yerden mi göle girdiğini anlamaya çalışıyordu. Şimdiye kadar gölün kıyısına
gelmiş olmalıydı. Flamingoları da çoktan görmesi gereki-yordu. Oysa, üzerinden
uçan flamingodan başkasını şimdiye kadar görebilmiş değildi. Bu aceleci kuşu
görmese, belki de geriye dönmeyi düşünecekti ciddi ciddi. Bu işte bir gariplik
vardı ama neydi?
Vakit ikindi olacaktı neredeyse. Gelmeden önce birçok
kaynaktan, kendisinden önce gelip fotoğraf çekmiş fotoğrafçıların
yazdıklarından okumuştu gölü. Işığın en güzelinin ikindi ile akşam güneşi
batmadan önceki zaman aralığında olduğunu, gölün bu ışık altında bambaşka bir
renge, şekle, gizeme (‘Efsunlanmış gibi’ yazıyordu bir yerde) büründüğünü
öğrendi okuduklarından. O ışığı bulmak için konakladığı otelden öğleyin yola
çıkmış, aracını bodur bir kuşburnu çalısının dibine park ettikten sonra uçsuz
bucaksız görünen göle doğru yürümeye başlamıştı. Sanıyordu ki biraz sonra gölün
tuzlu suları onu karşılayacak, sakin sakin ayaklarının ucuna vuracak, suların
içinde de ince uzun bacakları, kırmızı boyunları, iri kanatları ile flamingolar
dolaşacaktı. O da gölün içerisinde buz mavisi, kum beji, gül pembesi ve nar
kırmızısı bir renk cümbüşü içinde ağır ağır hareket eden bu güzellikleri
ürkütmeden bir köşeye üç ayağını kurup en uygun anı kollayacaktı.
Ufukta, gün ışığının altında tütüyormuşçasına dalgalanıp
duran mavi çizginin su olduğunu sanı-yordu ama belki bir yarım saat daha
yürümesi gerekiyordu oraya kadar. Alnından aşağıya süzülen terleri silerek
ilerlerken beyazlığın ortasında küçük kahverengi noktaları fark etti. Yürümeye
başladığı andan bu yana beyaz ve pembenin çeşitli tonları dışında hiçbir renk
gözüne çarpmamışken bu kah-verengi, koyu gri noktalar şaşırttı onu. Epeyce de
çoktular ve suların olduğunu düşündüğü yere doğru sayıları da gittikçe
artıyordu lekelerin.
Adımlarını biraz daha hızlandırıp en yakınındaki cisimlerin
yanına yürüdü. Gördüğü şeyin ne olduğunu tam anlayamadı önce. Bir tutam tüy,
rüzgarla birlikte dalgalanan bir yumak pamuk kozalarına benziyordu. İyice
yanlarına geldiğinde bunların ölü flamingo yavruları olduğunu gördü.
Boyunlarını kıvırmışlar, ayaklarını karınlarına çekip ölmüşlerdi!..
Onlarcasını gördü etrafında, çekilen sudan kalan tuzların
üzeri yavru flamingo ölüleri ile doluydu! Göl bir flamingo mezarlığını
andırıyordu! İçinin acıdığını, boğazına bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. Bir
ufuk çizgisinde görünen maviliğe, bir ayaklarının dibinde yatan ölü kuşlara
baktı. Çekilen suya ulaşamadan açlıktan, susuzluktan öldüklerini anladı
yavruların. Onları geride ölümün kollarına bırakırken anne babalarının
çaresizlikleri geldi gözlerinin önüne. Üç ayağı bir kenara attı. Oturdu yere.
Fotoğraf makinesini boynundan indirip uyuyormuş gibi yatan kuşların yanına
uzandı ve deklanşöre bastı ardı ardına.
Flamingoların güzelliğini çekmek için gelmişken onların
yavrularının hazin sonlarını fotoğraflıyordu şimdi. Bu vahşeti, bu kederi
fotoğraflamak, sessiz sedasız ölüp giden onlarca flamingo yavrusunun son
çığlıklarını herkese ulaştırmak, onlar için, her gün bir güzelliği yok olup
giden dünya için, tüm canlılar için yapabileceği tek şeydi artık!
***
Akdeniz Havzası’nda en büyük kuluçka kolonisine ev sahipliği
yapan Tuz Gölü’ne her yıl on binlerce flamingo geliyor. Gölde sucul canlılarla
beslenip kuluçkaya yatan flamingoların yaşam alanları küresel ısınma, yanlış
su-tarım politikaları yüzünden suların çekilmesi ile her geçen yıl daralıyor.
Yapılan araştırmalarda çe-kilen sulara kadar ulaşamayacak kadar güçsüz olan
onlarca yavru flamingonun susuzluk, açlık ya da hastalıktan öldüğü tespit
edildi. Geçtiğimiz günlerde flamingo fotoğrafı çekmek için Tuz Gölü’ne giden
Fotoğraf Sanatçısı Emel Gülseren Sarıgül, onlarca ölü flamingo yavrusu ile
karşılaştı. Sarıgül bu ürkütücü tabloyu “Tuz Gölü, bir flamingo mezarlığına
dönüşmüş durumda” diye anlattı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder