Bergama’dan Ayvalık’a giderken, Kozak yaylası yol
ayrımındaki tepede durup Madra Dağı’na doğru baktığınızda, ağaç denizinin
ortasında bir ada gibi görürsünüz Yukarıbey köyünü. Kırmızı kiremitlerden,
şirin evlerden oluşmuş bir ada.
Yılın hangi mevsimi olursa olsun köyün üzerinde beyaz bir
duman vardır. Bir çoban ateşinde yanan meşe kütüğünün beyaz dumanına benzer,
bir buğu gibi ıpıl ıpıl yükselir köyün içerisinden. Bazen gözle görülür bu
duman, bazen suyun içindeymiş ya da bir camın ötesindeymişçesine kıvrıla döne
dalgalandığı olur. Yağmurlu günlerde rengi kararır dumanın. Kocaman bir bulut
olup heybetlenir, efelenir. Bir heyula gibi köyün üstüne kapanır, bir anda
gözlerden ırak eder onu. Yukarıda şimşekler çaka dursun, yağmur bulutu ağaç
denizinin ortasındaki adayı uzun zaman terk etmez, geriye vermez. Ne zaman ki
güneş Madra Dağı’ndan doğru ışıklarını saçmaya başladığında usulcana çekilir,
eski halini alır. Köyün üzerinde ağır bir zeybek oyunu gibi döner durur
yeniden...
***
Dere kenarındaki kahvenin bahçe duvarının dibine konmuş, kaç
bin yıl önceden kaldığı belli olmayan, bir insan gövdesi kalınlığındaki sütunun
üzerine bıraktı çay bardağını Celil bey. Köye geldiğinde, kahveye mutlaka
uğrar, bu sütunun yanı başındaki masaya oturup, çay bardağını masaya değil
sütun başının üzerine koyardı. Köylüler, ilk günlerde yadırgadıkları bu duruma
zamanla aldırmaz oldular. “İnsan kısım kısım yer damar damar” dedi köyün
yaşlılarından birisi, “bu adamın huyu da böyle!”
Celil bey, altın madeninin müdürüydü. Uzun zaman Bergama’da
çalışmış, en civcivli zamanlarında orada mühendislik yapmıştı. Köylülerin
“siyanürlü altın istemiyik” diye memleketi ayağa kaldırdığı günler aklına ne
zaman gelse ürperirdi. Çok şükür artık o köylerden ses soluk çıkmıyordu. Her
zaman madenin arkasında duran devletin Ali Cengiz oyunlarından bezmiş,
usanmıştı köylüler. Onca umut bağladıkları mahkemelerin de madene diş
geçiremediklerini görüyorlardı artık.
***
O gün de, Yukarıbey kahvesinde Celil bey, Ankara’dan gelen
avukat ve madene yeni atanan TMSF üyesi Karadenizli Süleyman beyle oturmuş, son
mahkeme kararını konuşuyorlardı. Mahkeme yine madene verilen ÇED raporunu iptal
etmişti. Gerçi Celil bey buna benzer onlarca mahkeme kararı görmüştü yıllardan
bu yana ama her seferinde tedirgin olmadan da duramıyordu.
“Şimdi ne olacak Mehmet bey” dedi avukata. Uzun boylu,
lacivert takım elbiseli avukat kahvesinden bir yudum alıp elini “boşver”
gibisinden salladı. “Celil bey, artık bu tür kararları dert etmemize hiç gerek
yok inanın. Hükümetimizin son çıkardığı 2009/7 Genelgesi bizim elimizde bir
maymuncuk adeta. Bu genelge yürürlükte oldukça sırtımız yere gelmez” dedi.
Celil bey de biliyordu genelgeyi ancak bir türlü de aklına
tam oturtamıyordu. “Yani iptal edilen ÇED raporumuzun yerine yenisi için
başvuracağız, bu süreçte de madenin üretimi falan durmayacak değil mi?” diye
sordu. “Aynen dediğiniz gibi. Ancak daha da güzeli, ÇED sürecini artık baştan
başlamayacağız. Mahkeme nereleri beğenmemişse, yeni hazırladığımız dosyada,
‘buraları düzelteceğiz’ diye bir taahhütte bulunacağız, o kadar”.
“Halkı bilgilendirme toplantısı da mı yok?”
“Aynen” dedi avukat, “Ankara’da, Bakanlıklarda bir çay içimi
toplanacağız sonrasında yeni ÇED cebimizde”.
“Ama bak köylüler başka şey diyorlar Mehmet bey. Köydeki
adamımız ‘çevreciler iki gün sonra bu kahvede belediyeyle birlikte mahkeme
kararının kutlamasını yapacak’ dedi”
Kıs kıs güldü avukat, “Celil bey, size durumu anlattım. Bu
genelge yürürlükte olduğu sürece mahkemeler bize işlemez artık. Bırakın
kutlasınlar, kurtlarını döksünler! Artık bir iki solcu gazete dışında
haberlerini bile yapan yok çevrecilerin”.
Deminden bu yana badem bıyıklarını okşayarak
konuşulanları dinleyen TMSF’ci Süleyman bey, ‘çevreciler’ sözünü duyunca
sinirlerinin zıpladığını hissetti. Bu vatan hainlerini eline verseler bir kaşık
suda boğabilirdi. Memleketinde de Yeşil Yol’a, Karadeniz Sahil Yolu’na,
havaalanları yapılmasına, taş ocaklarına her şeye karşı geliyorlardı.
“Ne zaman yapacaklarmuş çevreciler burada toplantuyu Celil
bey” dedi Karadeniz şivesinin üstüne basa basa.
“İki gün sonra Süleyman bey, Çarşamba yani”
“Çevreciler burada mahkeme kararını kutlar iken, aynı gün
biz yeni ÇED için başvurumuzu yapalum o zaman. Memlekette kimin borusu ötermuş
görsün vatan hayınleri. Geçti o devirler artık” dedi.
Hepsi bu fikri beğenmişti. Zaten yeni rapor için
formaliteden bir iki şey yazıp, eski raporu yollayacaklardı.
***
Ankara’da, Bakanlıkta İDK Toplantısı öncesi aralarında
sohbet ediyorlardı. “Süleyman bey aklınızla bin yaşayın! Geçen kutlama
yapacakları gün yeni ÇED’e başvurmuştuk. Bugün de milletvekillerini Kozak’a
çağırdıkları gün burada toplanmamız çok iyi oldu” dedi Celil bey.
İri kemerli burnunun dibindeki bıyıklarını okşayıp güldü
Süleyman bey. “Öyle olacak tabii, bu memleketin sahibi biziz artık. Gram altın
bırakmadan hepsini alacaaz allahın izniyle”.
Çayları tazelenirken, müsteşar bey ve şube müdürleri de
geldiler. Bir on dakika daha oturup, dağılırken, “hayırlı olsun” deyip el
sıkıştılar.
Çıkışta köydeki adamlarını aradı Celil bey. “Kahve tıklım
tıklım dolu ama kulağasma” dedi telefondaki ses. “Köyden hemen hemen katılan
yok. Hep dışarıdan gelen çevreciler”.
“Ya milletvekillerinden kimler gelmiş” diye sordu Celil bey.
“CHP’den üç dört tane var sanırım. Birkaç da belediye başkanı. Dikili, Ayvalık.
Ha bir de Mudanya Belediye başkanı da gelmiş, ne işi varsa!”.
“Tamam sağolasın” dedi kapattı telefonunu Celil bey. HDP’li
vekil gelse idi uygulamaya koyacakları B planına gerek kalmamıştı artık!
“Milli hassasiyet”leri kaşıyıp HDP’lileri uzak tutmaları
yıllardır en büyük şanslarıydı. Onlar da zaten bu “hassasiyet” kaygısından
kendi kabuklarına çekilmişlerdi iyice.
***
“Başka yolu kalmadı” dedi, bir köylü. İri kahverengi
gözleri, kırçıllaşmış kirli sakallı bir yüzü vardı. Sakin sakin konuştu; “Kendi
göbeğimizi keseceğiz yine. Bu mahkemelerle bu işin olmayacağını yirmi yılda
anca anladık. Başka yolu kalmadı, nöbete başlayacağız. Kimseyi sokmayacağız
köyümüze, ormanımıza...”
“Yürüyeceğiz, komşularımız Bergama köylülerinin yürüdüğü
gibi” dedi bir başka köylü. “Gerekirse sokak sokak gezeceğiz İzmir’i,
Ankara’yı, İstanbul’u. Yine yollara düşeceğiz”.
“Bu akşam toplantı var. Akşam dokuzda, ay buluttan
çıkmadan...”
***
Geceleyin, hava sonbahara meyletmişken Kozak’ın bir köyünde,
ışıkları kısılmış genişçe bir odada toplandı köy komitesi. Genç yaşlı yirmi
kadardılar, kadınlar da vardı içlerinde. Çakır gözlü genç adam herkesin tek tek
yüzüne bakarak konuşuyordu; “Madenlere karşı fıstık çamlarımızı, dilberim
ormanımızı, dibi ak taşlı, yarpuz kokulu sularımızı nasıl koruyacağımızı bu
toprağın insanı gösterdi tüm ülkeye. Şimdi Anadolu’nun birçok yerinde nöbetler
tutuluyorsa Bergama köylülerinden öğrendiler bunu. Madenler, enerji şirketleri,
taş ocakları girmesin, yok etmesin doğamızı diye. Biz de, bizim babalarımızın,
analarımızın yaptığını yapıp yeniden nöbete başlayacağız. Başka yolumuz
kalmadı. Anayasa’da yaşadığı çevreyi korumak herkesin ödevi diyor...”
***
Ertesi gün köy kahvesinde “kalk git, gözüm görmesin seni
burada bir daha” dedi kahveci, maden müdürü Celil bey’e. “Biz bu toprakları, bu
ağaçları, bu bin yıllık sütunları siz kirletesiniz diye korumadık bu güne
kadar. Kalk git, ne sen ne madenden bir kişi gelmesin bir daha bu köye! Kahveye
demiyorum bak, köye gelmeyeceksiniz bundan sonra! O dağlardan da defolup
gideceksiniz!..”
Celil bey çok şaşırdı, gözleri büyüdü büyüdü. Alnını ter
bastı birden bire, kıpkırmızı oldu suratı. Yıllardır gidip geldiği kahveye daha
girerken, seslerin kirp diye kesildiğini, yüzlerin kendinden yana döndüğünü
görmüş, bir tuhaflık olduğunu anlamıştı ama bunu da hiç beklemiyordu.
Bergama köylülerinden tanıyordu bu tavrı. Köylülerin efe
damarı kabarmıştı yine, eyvah ki eyvah!..
Süklüm püklüm kalktı, sağını solunu umar gözlerle taradı.
Herkes öfkeyle bakıyordu yüzüne. Canını alacaklarmış gibi! Başını omuzlarının
içine çekti, sırtını kamburlaştırıp hızla çıktı kahveden. Köylülerin ardından
“kuyruğunu kıstırdı bak nasıl gidiyor. Anca gidersin! “ diye söylenişlerini
duymadı bile.
***
Ay dolandı Gelintepe’nin ardını. Rüzgar, fıstıkçamlarını
okşadı geçti. Beyaz bir bulut Madra’dan doğru ağır ağır geldi yaylanın üstüne.
Kozak Zeybeği gibi hiç acele etmeden dolandı bütün köyleri teker teker. Köyler
de yeniden söylenen direniş türkülerini dinledi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder