Işıktan gözlerini kısıp yorgunca yürüyordu ki toprak yolun
ortasında durdu. İleride, gün batısı yönünde gördüğü şeye takıldı bakışları.
Uzun uzun baktı, ne olduğunu anlayamadı.
Etrafı göz alabildiğince buğday tarlalarıyla çevriliydi.
Olgunlaşmış başaklar hafif hafif esen yelle dalgalanıyordu.
Biçerler bazı tarlalara girmişti. Uzaktan çalışırken
çıkardıkları uğultu duyuluyordu. Bir iki gün içerisinde bu sarı buğday denizi
yolunmuş kırçıl bir boşluk haline gelir, bozkır yeli tarlalarda arta
kalan buğday saplarını kuru diken kafaları ile birlikte önünü katar, savurup
götürürdü.
Yanından bir at arabası geçtiğinde kenara çekildi. Buğday
sapları balyalar haline getirilmiş, at arabasının üstüne yerden 3-4 metre yükseğe çıkacak
şekilde sıkıca bağlanmıştı. Yüklenmiş otun iriliğinden araba küçücük kalmıştı.
Yanından geçerken arabanın ucuna tünemiş olan köylüsünün selamını aldı. Elini
şapkasının siperliğine kadar kaldıran Tahir emminin yüzü güneşten kavrulmuştu.
Başındaki hasır şapkaya rağmen, boncuk boncuk ter damlacıkları vardı alnında.
Kafasını kaldırmadan şöyle bir bakmış, ağzını bile açmadan eli ve gözleriyle
selam verip geçmişti. Onun da kendisi gibi tek söz etmeye mecali kalmadığını
anladı.
At arabası geçerken taze biçilmiş buğday kokusu geldi
burnuna. Sineklikleri gözünün önünü kapatan beygir, başı önde bezgin bir
alışkanlıkla yürüyordu yolda. At arabası, tekerlerin çıkardığı seslerin
arasında yolu tozutarak uzaklaşıp gitti köye doğru.
Kelinin üzerinden tekrar baktı, at arabası gelmeden önce
gördüğü şeye. Hâlâ oradaydı ama sanki biraz yaklaşmış gibiydi. Yine ne olduğunu
anlamadı. Bir göz yanılsaması mıydı? Öğle sıcağında ışık oyunlarının, şakaların
envai çeşidini yapardı bozkır.
Keli yarı beline kadar ayrık otları, sarı çiçekli cırtlıklar
ve gelinciklerle kaplıydı. Nerden geldiği belli olmayan mutlu bir ayçiçeği
biraz ötesinde kafasını güneşe doğru uzatmıştı.
Ayaklarının yanından bir çekirge zıpladı. Bir kertenkele
kayıp gitti tarlanın içine doğru. Eline konan uğur böceğini izledi gözleri.
Uğur böceğinin hareketine uydurdu parmaklarını. O minik adımlarıyla yürüdükçe
elini de döndürüp, düşmesine izin vermedi. Çocukluktan bu yana hep yaptığı
gibi, üzerine eğilip fısıldadı “Uç uç böceğim...” Uçtu uğur böceği.
Gözünü yine gün batısına çevirdiğinde gördüğü şeyin bir toz
şeytanı olduğunu anladı nihayet. Talaz ya da dalaz da derlerdi köyünde toz
şeytanına. Sarı sıcakta dalgalanan tarlaların ötesinde, ovadan göğe doğru
ağıyordu toz şeytanı. Bazen gözünden kayboluyor gibi oluyor, sonra yeniden
görünüyordu. Toz şeytanı, boz bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla dönüyordu.
Toz şeytanının ileride, şosenin yanındaki iğde ve söğüt
ağaçlarına doğru gittiğini gördüğünde “İşte şimdi bitti” diye geçti aklından.
Şoseyi nasıl geçecekti ki? O da toprağa muhtaçtı. Toprak olmadan bir anda yiter
giderdi.
Öyle olmadı ama. Toz şeytanı tam ağaçların dengine
geldiğinde yön değiştirdi. Sanki şoseyi görüp kendini can havliyle yana
atmıştı. Güneye yöneldi. Barak köyünün hayal meyal görünen evlerine doğru
gitmeye başladı önce, sonra kendi köyüne çevirdi yüzünü.
Bulunduğu yer ile toz şeytanı arasında Gökçehöyük Deresi
vardı. Dere demek de pek doğru sayılmazdı bu bozkırın ortasındaki çukurluk,
yeşil çizgiye. Belki çok eskilerde suyu da çok-tu derenin. Şimdi ise etrafında
bir avuç yeşil otun, keskin kokulu yarpuzların, su pürenleri ve geveze
kurbağaların olduğu bir pınarın incecik kaynayan suyu kalmıştı.
Yine de Ankara şosesine doğru ip gibi akan suyu ile
etraftaki otun böceğin tek yaşam kaynağıydı dere.
Toz şeytanı köye doğru yönelip, kendisinden tarafa gelmeye
başladığında kelinin üzerinde dikilmekten yorulmuş, olduğu yere çömelmişti.
Dizleri yorgunluktan bükülmeye başlamasa dakikalardır sarışın bozkırın
ortasında mavi gökyüzüne doğru döne kıvrıla ilerleyen toz şeytanını izlediğini
unutacaktı.
Çömeldiği yerden baktı köye. Köy öğle güneşinde, sarı, boz,
turuncu, mor, renkten renge girerek, suyun altında yıkanıyormuşçasına
ıpıldıyordu. Sıcak dalga dalga iniyordu köyün üzerine.
Gittikçe yaklaşan toz şeytanını izlerken, dikkatini epey
uzakta, şosenin de çok ötesinde Çatal Dağ’ın üzerindeki rüzgar direkleri çekti.
Buradan bir on kadarını sayıyordu ama çok daha fazla olduğunu biliyordu.
Eskiden bu mevsimde güneş batıp akşam oldu mu, yıldızların
ve ayın ışığı altında evinin damına çıkıp Hacı Asım Çölü tarafına baktığında
sadece gece çalışan biçerlerin ışıkları gözüne çarpardı. Bazen de için için
yanan bir ateşin parıltısı şavkır, gece böceklerinin ve şoseden geçen
arabaların sesleri güneyli rüzgarlarla birlikte kulağına kadar gelirdi.
Birkaç yıldır, akşamleyin ovaya baktığında başka bir şey
daha görüyordu; aynı anda yanıp sönen kırmızı ışıklar. Her on on beş saniyede
bir yanan ışıklar Çatal Dağı’na dikilen rüzgar direklerinin ışıklarıydı.
O, bu kırmızı ışıklardan ve direklerden nefret ediyordu. Bu
kırmızı ışıklar geceyi, gecenin huzur veren sessizliğini, sihrini bozuyordu.
Belki on, belki on beş kilometre uzakta olmalarına rağmen, köyün ucundaki
evinden gördüğü bu direkleri küçükken masallarda dinlediği bir dudağı yerde bir
dudağı gökte devlere benzetiyordu.
Bu yaşına kadar hiç rastlamadığı olayların oluşunu bu dev
direklere bağlıyordu. Göçmen kuşların yolu üzerindeki bu direklerin etrafında
onlarca ölü kuş gördüğünü söylüyordu yakın köylerden tanıdıkları. Seslerinden
uyuyamadıklarını anlatmıştı bir başkası. “İlicek’e kadar geliyor sesleri”
demişti traktörüne mazot almak için gittiği benzinlikteki pompacı. Buğdayını
götürdüğü Hacıbektaş yolundaki ofise gelen köylülerin de hepsi şikayetçiydi.
Hem sesinden, hem buğday tarlalarının ortasından direklerin geçirilmesi için
açılan kocaman yollardan...
Direkleri izlerken toz şeytanının nereye kaybolduğunu
göremedi. Yoktu işte! Bir anda imi timi belirsiz olmuştu. Bütün ovayı, Barak
köyü tarafını, şosenin öte yanını, Gökçehöyük Deresi’nin yeşil çizgisini,
köyüne giden yolun etrafını taradı gözleriyle. Yoktu toz şeytanı, yok olmuştu!
Kalktı çömeldiği yerden. Toz şeytanını gözden kaybetmesinin
nedenini de rüzgar direklerine yordu, bu sebepten de kızdı onlara. Sarı sıcağın
altında, elini arkasından bağlayıp söylenerek köye doğru yürüdü.
www.evrensel.net
https://www.evrensel.net/yazi/81886/toz-seytani
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder