Sabahleyin balkonuna çıktığında sokağın ortasında dikilen
çeltikçi kuşuyla göz göze geldi. Mordan, koyu yeşile, turuncudan kahverengiye
dönen tüyleriyle on metre kadar önünde duran kuş, bir süre sonra ince uzun
kıvrık gagasını sokağı kaplamış suların içine daldırdı. Komşu site ile ortak
kullandıkları yolun büyük bir bölümü suyun içindeydi ve orada dün olduğu gibi
bugün de birkaç uzun bacaklı çeltikçi kuş dolanıyordu.
İki gündür aralıksız yağan yağmur, bahçesini bazı yerlerde
neredeyse ayak bileğini geçecek miktarda suyun altında bırakmıştı. Daha yeni
değiştirdiği hazır çimlerinin mahvolduğunu düşündü. Sadece onlar zarar görse
gene iyiydi; bir kez bile ürün alamadığı şeftali ağacı, kırmızı, beyaz renkte açan
baygın kokulu gülleri, bahçe duvarının dibine öbek öbek yerleştirdiği
melisaları, sarmaşıkları, akşam sefaları... Şimdi hepsi bir karış suyun
altındaydı.
Yağmur, bugün sabaha karşı nihayet biraz sakinleşmişse de
hâlâ ımıl ımıl yağıyordu. İki gün boyunca evinde kös kös oturmuş, uzakta,
kasvetli gökyüzünün altında köpüren denizi seyrederek şarabını yudumlamıştı.
Bunun da ayrı bir keyfi, lezzeti vardı ama daha yaz bitmemişken, ağustosun
ortasında bastıran bu yağmur yüzünden denize giremeyip eve hapsolmak epeyce
canını sıkmıştı. Şurada ne kalmıştı ki, on güne kadar İzmir’e dönmesi
gerekiyordu.
Bu sitedeki evi alırken aslında çok da düşünmemişti. Her
biri bahçeli, tripleks konutlar hem göl, hem deniz, hem de dağ manzaralıydı.
Konutların önünde, bu evleri yapmak için bir kısmını kuruttukları Kocagöl
vardı. Kocagöl’ün bazı yerde sazlıklardan görülmeyen yeşil sularının ötesinde
ise Kuşadası’nın en güzel plajlarından birisi ve masmavi deniz uzanıyordu.
Evin arka yüzü Samson Dağları’na bakıyordu. Evi satın almak
için geldiğinde Samson, boynunu beyaz bir kaşkolla sarmış gibi halka şeklindeki
bulutlarla kaplıydı. Dağın doruğunun bulutun içerisinden yavaş yavaş
sıyrılmasına hayran kalmıştı. Temiz dağ havasını ciğerlerinde hissetmiş, gölün
yosun kaplı yüzeyinden çıkan buğu ile hemen ardındaki denizin iyot kokulu
karışımına bayılmıştı. İşte bunları gördükten sonra emlakçının eline evi almak
için saydığı para, belki de Kuşadası’nın başka bir yerinde olsa iki ayrı yazlık
almasına yetecek kadardı.
Ama işte bu yılki tatilinin son günlerinde ortaya çıkan bu
yağmur, “o kadar parayı vermekle hata mı ettik” diye düşündürtmüştü. Ne denize
gidebiliyor, ne gölün etrafını gezebiliyor, ne de Samson Dağları’nın toprak
yollarından, kızılçamların gölgelediği patikalarından aşıp Kurşunlu
Manastırı’na kadar uzanabiliyordu.
***
Öğleden sonra, yağan yağmura karşı komşusu emekli profesör
Hami beyle, katlama camla kaplattığı balkonunda oturup demlenirken, ilk kez evi
aldığına pişman olduğunu söyledi. “Hocam vallahi yazık, hem kendi cebimize hem
milli servete. Şunun şurasında bir buçuk iki ay kaldığımız bir ev için bunca
para, bunca masraf. Üstelik bakın kaç gündür burnumuzu bile çıkaramıyoruz yazın
ortasında...”
Saçı sakalı pamuk gibi bembeyaz olan Hami hoca, içine buz
atıp yavaş yavaş beyazlamasını izlediği içkisinden bir yudum alıp güldü,
“Aslında ben de pişmanım” dedi. Pişmanlığının nedeni ise bambaşkaydı: “Ben
üniversitede çevre derslerine girdim. Yıllar önce şu önümüzdeki Kocagöl’le
ilgili rapor hazırlamıştım. Bir, bir buçuk ay dolaştım buraları. O zaman göl,
sazlıklardan, kargılardan, ılgınlardan geçilmezdi. Uçsuz bucaksızmış gibiydi.
Binlerce kuş gelip konaklardı gölde. Yalıçapkını, sakar mekesi, çeltikçi
kuşları, gri balıkçıl, ak balıkçıl... Yılanı, kurbağası yeşil bir yosun
tabakasının üzerinde yüzerlerdi. Levrek, kefal, çipura kaynardı göl. Sonra önce
şu tepelere yazlıklar yapıldı. ‘Göl-deniz-dağ manzaralı’ diye kapış kapış gitti
evler. Zamanla gölle ilgili “bataklık, sivrisinek yuvası” diye sızlanmalar
başlayınca önce sazlıklar yakıldı. Sonra da suların daha aşağılara çekilmesi
için koca kanallar açıldı.”
Hocanın anlattıklarını dikkatle dinlerken, karşıda, yağmur
bulutunun altında sakince kıpırdanan göle bakıyordu.
“Tam o zamanlarda rapor hazırlamak için geldim buraya” diye
devam etti hoca: “Gençtim daha, yardımcı doçenttim. Hırslıydım, iyi para
kazanmanın ve akademik kariyerimin önünde hiçbir şeyin engel olmasını
istemiyordum. O yüzden, buraya ‘sulak alan özelliği yoktur’ görüşü vermekten
hiç çekinmedim. Sonrası malum. Her taraf üç beş yıl içerisinde yazlık
konutlarla doldu. Kocagöl’ün kocalığı da sadece adında kaldı. Ben de, bir zaman
sonra yazlıkların yapımı bitince ucuza aldım bu evi. Ne yalan söyleyeyim, benim
raporum olmasa bu konutları çok zor yapacağını bilen müteahhit bana epey uygun
bir fiyata sattı evi.”
Yarısına kadar dolu, hafif beyazlamış bardağı bir dikişte
içti Hami hoca. Yenilenirken gülerek “üstten tek” diye ölçüsünü tarif ettiği
içkisinin içine iri bir buz parçası atıp renksiz sıvının gittikçe büyüyen bir
bulutmuş gibi beyazlamasına daldı yine. Tabağındaki mezelerden zeytinyağlı
deniz börülcesinin üstüne bir parça keçi peyniri yedikten sonra devam etti:
“Bundan daha da kötüsü var” dedi. Kaşları içindeki sıkıntıyı
ele verir bir biçimde çatılmıştı. “Sitenin yamacındaki küçük bir tepecikte
Tüllüşah’ların sarı sarı boy attığını gördüm. Neredeyse benim boyuma
gelmişlerdi. Dünyada sadece Kuşadası’nda yetişiyordu bu bitki ve bunu
müteahhite söyleyip ‘ben görmemiş olayım’ dedim. Tüllüşahlar o gün köklerinden
söküldü.”
Yorgun sesinde saklamadığı bir pişmanlık vardı. Şimdiyle
kadar bunca yıllık komşuluğunda bir kez bile bunları anlatmamış olmasına
şaşırmıştı ev sahibi.
İçkisinden iri bir yudum daha alan Hami hocanın sonraki
sözleri, komşusunun soran bakışlarına yanıt gibiydi: “Şimdi neden mi pişmanım?
Şu sokaklardaki çeltikçi kuşlarını görüyor musun? Ya seslerini duyuyor musun?
İnliyorlar gibi sanki, ağıt yakıyorlar gibi! Ya da bana öyle geliyor artık.
Buralar onların eviydi, beslenme alanıydı. Bir lokma yiyecek bulabilmek için
sokak aralarımıza, bahçelerimize kadar girmek zorunda kalıyorlar bugün. Biz
işte bu çeltikçi kuşlarının, sakar mekelerin yuvalarını dağıtıp kendimize ev
yaptığımızı sanıyoruz. Oysa göl gördüğün gibi, yağmurlar biraz fazla yağınca,
elinden aldığımız yerleri yeniden alıyor bizden. Milyon yılda bu gölü meydana
getiren doğanın bizim bu yaptıklarımızı yanımıza bırakmayacağını hesaba
katmamız gerekiyordu. En çok da ben bilmeliydim bunu...”
Sesi fısıltı gibi çıkıyordu artık Hami hocanın, hafif hafif
de peltekleşmeye başlamıştı konuşması. Belki ardı ardına yuvarladığı kadehler
belki de anlattıklarının içini yakan ağırlığı durgunlaştırmıştı onu. Göle
bakarak kendi kendine konuşur gibi devam etti sözlerine: “Doğanın intikam duygusu
yoktur, ama canlıdır. Yaptığımız her şeyin karşılığını mutlaka buluruz onda.
Çeltikçi kuşlarına çektirdiklerimizin ceremesini ödüyoruz bizler de. ‘Onların
ahı tuttu’ desem birçokları güler geçer ama doğrusu da bu. Ekolojik dengeyi
bozduğumuzda bunun nelere mal olacağını hesaplamak çok zor. Bataklık
yılanlarının bahçelerimize, evlerimize kadar girmesi bizim doğaya yaptığımız bu
bilinçsiz ve hatta zalimce müdahalenin bir sonucu. Ektiğimiz biçiyoruz
üstadım.” Samimi bir keder akıyordu sesinden.
Yağmur akşama doğru durdu. Sular kısa zamanda çekildi
sokaklardan. Çeltikçi kuşları bir süre daha dolandılar, bir zamanlar yumurta
bıraktıkları yerlerde, evlerin arasında. Güneş, denizi turuncuya boyayarak
batarken, çeltikçi kuşları bir avuç kalan göle, sazlıkların arasına doğru
yöneldiler.
https://www.evrensel.net/yazi/82089/celtikci-kusun-agidi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder