12 Ağustos 2018 03:15
Gece yarısı İstanbul’dan yola çıktılar. Sabaha karşı
Çanakkale’de boğazı geçtikten sonra her yıl olduğu gibi saat kulesinin yanı
başındaki çorbacıda mola verdiler. Altı senedir, arabalı vapurdan çıkar çıkmaz,
camları yemek dumanından buharlanmış bu lokantada mola verip çorba içmesinin,
çorbanın lezzetinden öte sunumuyla ilgili olduğunu söyledi arkadaşlarına.
Masayı gösterdi, “haksız mıyım?” dedi.
İşlemeli tertemiz masa örtüsünün üzerinde şık zeytinyağı ve
elma sirkesi şişesi, hasır tabaklarda kare kare kesilmiş ekşi maya
ekmeği, bol limonlu roka, içinde tahtadan küçük bir kaşık bulunan sarımsak
kasesi, cam baharatlıklarda ağzına kadar dolu kimyon, karabiber, pul biber...
Üzerinde dumanı tüten çorbalarını acele etmeden, keyfini
çıkararak içip yola koyuldular. Geyikli İskelesinden arabalı vapura
geçtiklerinde, gün öğleye geliyordu.
Üç arkadaştılar bu sene de. Hemen hemen aynı yaştaydılar.
Üçü de üniversite öğrencisiydi. Yol aldıkları son model otomobili kullanan 25
yaşlarındaki Berk’in babası büyük bir tekstil şirketinin sahibiydi.
Bu yıl da bağbozumuna denk getirmişlerdi ada tatilini. Geçen
yılki bağbozumu şenlikleri çok hoşlarına gitmişti. Günün hemen her saati dolu
dolu, neşeli olan ada sokakları bağbozumu zamanı daha da bir kıpır kıpır
oluyordu.
Gemi sert rüzgarın köpüklendirdiği denizde beşik gibi
sallanarak limana girdiğinde, dalgalar kirp diye kesildi. Birden bire durulan
denizin aksine rüzgar hızından hiçbir şey kaybetmemişti.
Vapurdan çıktıklarında, daha ada emniyet müdürlüğünü
geçmeden karşılarına çıktı bağbozumu şenlik alayı. Bir traktörün römorku üzüm
asmalarıyla, türlü türlü çiçeklerle süslenmiş, en arkaya davulcu zurnacı
oturmuş, adanın ana caddesinden geçip bağlara doğru yol alıyordu. İçinde yerli
yabancı tatilciler ve yerel giysiler giymiş adalı genç kızlar vardı. El
çırparak, gerdan kırarak, parmak şaklatarak neşeli ezgilere eşlik ediyorlar,
bazen da oturdukları yerden kalkıp römorkun içinde göbek atıyorlardı.
Bir süre traktörü izlediler. Arkasına takılıp kendileri gibi
birkaç otomobille birlikte konvoy yaptılar, bu neşeye ortak oldular. Asfalt
yol, Bozcaada çavuşu, karalahna, vasilaki, merlot gibi üzüm çeşitleri ile dolu
bağların arasından geçip adanın güneyine, Ayazma’ya doğru ilerliyordu. Bağlarda
paralel olarak gerilmiş teller boyunca uzanan asmalar insan boyuna kadar
ulaşmışlar, siyah, yeşil, sarı, mor salkımlar güneşin altında gülümsüyorlardı.
Bu yıl da geçen seneki gibi epey bereketli görünüyordu bağlar.
Bu üzümlerden kurulan şarapları, akşamları keçi sütünden
yapılmış tulum peyniri eşliğinde tatmaya bayılıyorlardı. Adada kaldıkları hemen
her akşam, fesleğen kokulu dar sokak aralarına dizilmiş beyaz örtülü masalarda
şarapları teker teker tadıyorlar, en beğendikleri şaraptan gecenin sonunda bir
şişe alıp soluğu kalenin dibinde, salhanede ya da dalgakıranda alıyorlardı.
Bağbozumu konvoyundan ayrılıp Manastır’da kısa bir mola
verdikten sonra Beylik koyuna yöneldiler. Üç senedir hemen ilerideki Ayazma
yerine burada denize girmeyi tercih ediyorlardı. Beylik Koyunda, beş yıl önce
karaya oturan koca geminin gölgesinde uzanmak çok keyifliydi.
Zaten Ayazma’nın eski tadı yoktu nicedir. Kalabalık her
geçen sene artıyordu. İnsanlar sahilde dip dibe, iç içe oturuyorlardı. Denizin
yüzeyi temiz görülse de dibinde her türlü pislik vardı. Çocuk bezi, envai çeşit
şişe, poşetler hatta şarıngalar...
Yolun hemen yanındaki açıklığa aracı park edip indiler.
Epeyce yükseklikteki bu yerden aşağıda ayaklarının altında kalan koya
baktıklarında şaşırıp kaldılar. Yıllardır, koya paralel, hemen denizin birkaç
metre içerisinde karaya oturmuş bir halde duran gemiden eser yoktu.
Aşağıda, koyun girişinde birkaç araç park etmiş, araçların
bazıları koyun içine kadar gitmişlerdi. Geminin bulunduğu yerin karşısında
çocuklu bir aile, onlardan biraz daha ileride bir çift şemsiyelerini açmışlar
güneşleniyorlardı.
Araçlarına binip koya indiler. Girişe, diğer araçların
yanına park ettiler. Geminin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Hala
inanamıyorlardı, koskoca gemi yoktu, yok olmuştu. Üç-dört senedir her yıl bu
koya mutlaka gelirler, denizin içindeki geminin gölgesine şezlonglarını çekip,
biralarını yudumlarlardı.
Geminin gövdesinde kalın beyaz harflerle yazan “Gemiye
çıkmak tehlikeli ve yasaktır” yazısına kimsenin aldırdığı yoktu.
Tırmanabilenler geminin halatlarına asılıp tırmanıyor, üzerine kadar
çıkıyorlar, bütün kamaraları dolaşıyorlardı.
Bir keresinde de Bozcaada’da evi olan ünlü komedyen Ata
Demirer’in gemi ile yaptığı çekimlere denk gelmişler, hatta çekimlerde gönüllü
figüran bile olmuşlardı. Komedyen, arkasında gemi olduğu halde telefonla
konuşuyor “Abdullah abi gemiyi düz ayak bir yere yanaştırdım. Gel beni buradan
al” diyordu. Öbür sahnede ise güya çalışmayan gemiyi hareket ettirebilmek için
itiyorlardı.
Şimdi, geminin bulunduğu yerde kocaman bir boşluk vardı.
Kumsalda gemiden kaldığını düşündüğü birçok irili ufaklı parçaya rastladı yürürken.
Kocaman bir iş makinesinin bıraktığı derin lastik izleri görünüyordu ince kumun
üzerinde. Paslı irili ufaklı metal parçalar, her renkten marleyler, plastik
eşyalar gelişi güzel saçılmıştı etrafa. Kumsal mahvolmuştu! Çakılların
arasındaki bıçak gibi keskin metal parçalarını görünce çıplak ayaklarına
terliklerini giydi hemen. Denizin içinde de pas tutmuş, ucu sivri bir metal
parçası duruyordu. Tam bir hayal kırıklığı idi koyun hali.
Arkadaşlarının neşesinde bir azalma yoktu ama onun bütün
keyfi kaçmıştı. İsteksizce denize girip çıktı. Kumsala adım atar atmaz
terliklerini tekrar geçirdi ayağına. Az ilerde, koyun ortalarında kamera
karşısına geçmiş hararetli bir şeyler konuşan üç kişiyi o zaman fark etti.
Gidip bir süre dinledi onları. Gemiden bahsediyorlardı; “Çok uyardık, ama
dinlemediler. Nisan ayında kaymakamın da katıldığı bir törenle bulunduğu yerde
sökümüne başladılar geminin. Aradan aylar geçip turizm sezonu gelince
eleştirileri susturmak için sahilde gemiden kalan parçalarda analiz
yaptırdılar. Asbest çıktı!”
“Yaşam bu kadar ucuz mu?” dedi Berk, mikrofon kendisine
uzatılmışken. “Bakın herkes burada hala denize giriyor. Bu gemide böylesi bir
tehlike vardı da neden şimdiye kadar buna yönelik önlem almadılar. Asbest
çıktıktan sonra neden bu koya hala bizlerin girmesine izin veriyorlar. Ya o
asbestten ben de solumuşsam!..”
Beylik koyunu hemen o saatte terk ettiler. Artık ne ada
şarapları, ne gün batımı, ne bağ bozumu vardı gözlerinde. Korkunç bir şüphe
içlerini kemiriyordu sadece; “Ya o asbestten ben de solumuşsam!..”
* Asbest: Isıya, aşınmaya, kimyasal maddelere oldukça
dayanıklı, yapısal özellikleri açısından esnek, lifli yapıda bir mineraldir.
Asbeste bağlı hastalıklar; akciğer zarında sıvı birikmesi, akciğerleri ve karın
boşluğunu saran zarın kanseri (mezotelyoma) ve akciğer kanseridir. Asbeste
bağlı hastalıkların ortaya çıkması genellikle uzun yıllar alır. Bu süre, maruz
kaldıktan sonra 10 ile 50 yıl arasında değişir. (Türk Toraks Derneği)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder