26
Ağustos 2018)
Manisalı Mehmet, nöbet yerinden aşağıdaki vadinin içinde
uğuldayan yangına baktı. Orman cayır cayır yanıyordu! Beş dakika önce çatal
boynuzlu bir geyik bulunduğu kayalık tepeye doğru gelmiş, kendisini görünce
ürküp dereye doğru koşarak kaybolmuştu. Sarp kayaların altında akan dipsiz
derenin içinden de dumanlar yükseliyordu.
Yanan hayvanların çığlıkları kulaklarından gitmiyordu
Mehmet’in. Ağaçlar da çığlık atıyorlardı, otlar, börtü böcek de. Tüm orman
çığlık çığlığaydı.
Bir haftadır yanıyordu orman aslında ama daha uzaktaydı
yangın. Komando timiyle bulunduğu tepeden, dört beş ayrı yerde birden çıkan
dumanları uzaktan izlemişlerdi. Çatışmaların yoğunlaştığı tepelerde başlamıştı
yangın. Kendileri çatışmaya girmeseler de diğer tepelerdeki kurşun seslerini,
havan gümbürtülerini çok rahat duyabiliyorlar, önlerindeki derin vadilerin
üzerinde dolaşan helikopterlerin attığı bombaların yeri göğü titreten
patlamalarını iliklerinde hissediyorlardı.
Yangın, kendilerine yaklaştığında biraz kaygılandılar ama
sonra ormanla nöbet yerleri arasındaki, üzerinde birkaç cılız otun olduğu
açıklığın kendilerini koruyacağına kanaat getirip rahatladılar.
Bütün gündüz simsiyah dumanların, ormanlarla kaplı tepeleri
yutan görüntüsü, akşamları kızıl aleve kesen dağın, yıldızların altında meşale
gibi yanışını sanki bir film izlermişçesine seyrediyorlardı. Ağaçların
çatırtısı, is kokusu, yanmış et kokusu rüzgarın esiş yönüne göre kulaklarına,
burunlarına kadar geliyordu. Yangın hemen önlerindeki ormana ulaşınca işin
boyutunu daha iyi anladılar. Her şey gözlerinin önünde oluyordu ve kendilerinin
de şimdiye kadar uzaktan izledikleri bu kederli tablonun bir parçası
olduklarını biliyorlardı artık.
Zaten diken üstünde, elleri tetikteydi hep. Göreve
çıktıklarında nereden geleceği belli olmayan bir kurşuna karşı kelle koltukta
yaşarlardı. Duygularını kontrol etmeyi, gecenin soğuğuna, gündüzün yakan
güneşine, rüzgarların dudakları kavuran hoyratlığına karşı eğitimliydiler.
Sinirleri alınmış gibiydiler ne zamandır. Şimdi ise bu yangın, bu alevlerden,
dumanlardan acılardan ibaret yangın yeri, onlara yeniden insan olduklarını,
binlerce canla birlikte bu dağı paylaştıklarını anımsatmıştı.
Bir karaca ile yavrusu Mehmet’in kum torbalarıyla
yükseltilmiş nöbet çukurunun belki yirmi metre ötesinden geçtiler. Dürbünle
uzaktaki tepelere bakarken, bir anda girdiler görüş açısına. Sanki yanı
başındaydılar. O zaman gördü yavru karacanın gözündeki yaşları. Ağlıyordu
karaca! Arka sağ bacağının derisi soyulmuş, kıpkırmızı eti görünüyordu. Belki
yanan bir ağaç devrilmişti üzerine, belki alevlerin arasından geçerken
kavrulmuştu bacağı. Anasının ardı sıra topallayarak yetişmeye çalışıyor,
ağlıyordu!
Ana karaca bir yavrusuna bakıyordu, bir rüzgarın yön
değiştirmesi ile kendilerine doğru yönelen yangının alevlerine. Ürkek, korkulu,
yaralı bir halde kayalığın sağındaki büklerin arasında kayboldular.
Karaca ile yaralı yavrusu gözden yittikten sonra kendi
gözlerinin de yaş içinde kaldığını, dürbünü indirdiğinde fark edebildi Mehmet.
Kamuflaj boyaları ıpıslak olmuş yanaklarından akıyordu.
Memleketinde de her sene ormanlar yanardı Mehmet’in.
Çaldağı’nın yamacına yaslanmış bir orman köyündendi. Yangın çıktı mı, köyde kim
var kim yok söndürmeye koşardı. Manisa’nın, Turgutlu’nun bütün itfaiye sirenlerini
acı acı çalarak giderlerdi yangına doğru. Gökyüzünde yangın söndürme
helikopterleri, uçaklar vızır vızır dönerdi.
Burada ise hiçbir şey yapılmıyordu. Hiçbir şey!… Komutanları
yangına “kıçlarını yakmadığı” sürece müdahaleyi yasaklamıştı. “Güvenlik gereği
bu ormanların yanması gerek” diyordu komutan, “Siz dağı taşı teröristlerden
temizlemekle görevlisiniz. Dağlarda ne kadar çok ağaç, gizlenecek o kadar çok
yer demektir. O yüzden yanacak bu ormanlar, hatta yakılacak. Son terörist
öldürülene kadar tek bir ağaç kalmayacak bu dağlarda!”
Üç dört gün önce, kurşun, bomba seslerinin sustuğu bir şafak
vakti, yangınlar daha kendilerinden yana gelmemişken, Mehmet karşı tepelerin
arkasından binlerce kuşun havalandığını görmüştü. Uzun kırmızı boyunlu, telli
turnalar, bütün zariflikleri ile üzerlerinden geçmişler güneye doğru süzülüp
gitmişlerdi. Turnaların neden yaz ortasında, göç mevsimi gelmemişken
havalandıklarına şaşırmıştı önce. Sonra anladı, dumanların yükseldiği yerden
kalkan kuşların yangından kaçtığını.
***
Munzur Dağlarından erken göç eden turnaları cezaevinin havalandırmasından gördü Kemal Özer. Tam volta saatinde, bir avuç gökyüzünde gezen bulutları izlerken fark etti onları. Bu mevsimde turna göçünü hayra yormadı, dışarıda bir sıkıntı olduğunu anladı.
***
Munzur Dağlarından erken göç eden turnaları cezaevinin havalandırmasından gördü Kemal Özer. Tam volta saatinde, bir avuç gökyüzünde gezen bulutları izlerken fark etti onları. Bu mevsimde turna göçünü hayra yormadı, dışarıda bir sıkıntı olduğunu anladı.
Anadolu Parsı’nın ölü yavrusunun fotoğrafını çektiği gün
aklına geldi. Pülümür Karagöz deresinin kıyısında yatıyordu hayvan. Muhtemelen
boğulmuş, su onu kıyıya atmıştı. Derisi, etleri çürümeye başlamıştı ama kocaman
sivri dişleri hala korkunç görünüyordu. Bulunan cesedin, nesli tükendi sanılan
Anadolu parsının yavrusuna ait olduğu kanıtlandı sonradan.
Turnaların geçişi bitene kadar başını gökyüzünden indirmedi.
Son turna da daracık göğünden yittiğinde voltasına devam etti. İç geçirdi
Munzur Dağlarını düşünerek. Yaptığı haberleri anımsamaya çalıştı. Munzur Vadisi
havzasında envanterlere geçirilmiş 1600 tane bitki çeşidinden yüzde 18’inin
endemik olduğu bilgisi aklında kalmıştı. Üç yüze yakın, sadece Munzur Milli
Parkı sınırları içerisinde yaşayan endemik tür vardı.
“Bern Sözleşmesine göre korunması gereken bu türlerin
hiçbirine gereken özen gösterilmiyor” demişti avukat Barış Yıldırım. Son derece
kaygılıydı Munzur Vadisi’nin geleceği için. “Bakanlık Munzur Vadisi Milli Parkı
sınırları içerisinde toplam 4 Baraj ve 6 HES projesine izin verdi. Buna engel
olamazsak Munzur Vadisi içindeki binlerce canlı, endemik türler, Anadolu Parsı
yok olup gidecek!”
Anadolu’daki son parsın yanı sıra, vaşak, çengel boynuzlu
dağ keçisi, şah ve kaya kartalları, ur kekliği, boz ayı gibi türü tehdit
altındaki onlarca canlının son sığınaklarıydı Munzur Vadisi.
Dersim coğrafyasına aşık, vaşakların, ayıların, dağ
keçilerinin fotoğraflarını çekmek için yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmeyen
bir gazeteci Kemal Özer. Yaklaşık bir yıldır dört duvar arasında, bir avuç
gökyüzüne bakarak geçiriyor günlerini. O da, nesli tükenmekte olan bir gazeteci
türünün son örneklerinden…
***
Önce kadınlar yürüdüler yangının üzerine. “Giremezsiniz, güvenli değil, çatışmalar sürüyor” uyarılarına hiç aldırmadılar. Dersim’de doğanın çığlığını ilk onlar duydu. Yavru karacanın acısını, annesinin çaresizliğini onlar hissettiler yüreklerinde.
***
Önce kadınlar yürüdüler yangının üzerine. “Giremezsiniz, güvenli değil, çatışmalar sürüyor” uyarılarına hiç aldırmadılar. Dersim’de doğanın çığlığını ilk onlar duydu. Yavru karacanın acısını, annesinin çaresizliğini onlar hissettiler yüreklerinde.
Nöbet yerinden, karşı tepelerde ellerinde küreklerle,
sopalarla yangına müdahale eden sivilleri dürbünüyle izledi Mehmet. Başı yazmalı,
ağzını burnunu poşu ile kapatmış kadınların dumana, alevlere aldırmadan yangını
söndürmek için çabalamalarına şaştı. Bu yangın yerine bir yudum da olsa su
taşıyamamak ezdi yüreğini.
Karaca’nın göz yaşlarından, turnaların erken göçünden
kendisini sorumlu tuttu ve utandı…
https://www.evrensel.net/yazi/82130/yangin-yeri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder