Kanlı süt!..
Bütün soğuğu yedi o gün. Yağmur, rüzgar, hatta çisem çisem
yağan sulu sepken kar iliklerine kadar işledi. Daha sabah kapısını açıp
dışarıya burnunu uzattığında böyle olacağını anlamıştı. Anası onu “dam”
dedikleri bu keçi ağılında doğurduğu günden bu yana yetmiş yıldır çobanlık
yapıyordu Hamza. O günden beri doğanın kendisine öğrettiklerinin bir saat gibi
işlediğini gördü hep. Milim şaşmaz bir saat…
Bu soğuk ve yağmur altında işinin çok zor olduğu baştan belliydi ama yine de sürüyü dışarıya çıkarmazlık edemezdi. Açtı hayvanlar ve kış ortası olmasına rağmen merada yemyeşil taze otlar çoktan boyunlarını topraktan uzatmışlar, canı çekilmiş gibi duran maki çalıları uçlarından tomurcuklanmaya başlamıştı.
Sürüyü, dağın yamacındaki meraya götürürken altından
geçtikleri rüzgar direklerine bakmamaya çalışıyordu. Dama yüz metre ya var ya
yoktu en yakın rüzgar direği!..
On yıl içerisinde Karaburun’un neredeyse bütün tepeleri
onlarca rüzgar santrali ile dolmuştu. Hamza, bütün ömrünü geçirdiği bu dağlara,
tepelere geniş geniş yollar açıldığında, her biri kendi ağılının iki katı beton
dökülüp üzerine dev gibi direkler dikildiğinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi
olmayacağını anlamıştı. Zaten ilk direğin dikildiği günden bugüne de her şey
sanki uğursuz bir el değilmişçesine kötüye gitmişti.
Direklerin ardından meralar tellerle çevrildi. Şirketlere
elli yıllığına zeytin dikmeleri şartıyla kiralandığı söylendi. Bu Karaburun’un
yüzyıllardır en önemli geçim kapısı olan keçicilik için sonun başlangıcı oldu.
Birkaç yıl içerisinde daralan mera alanları, direklerin delik deşik ettiği
otlaklar nedeniyle sürüler birer ikişer satıldı. On binlerde olan keçi nüfusu
birkaç yıl içerisinde yarı yarıya düştü.
Hamza yıllardır köyden uzaktaki damda yaşıyordu ama
akrabası, eşi dostu köydeydi hep. Neredeyse köyünün içine kadar giren RES’lerin
sesi, gece kapı pencere kapatmalarına rağmen odalarına doluyor, üzerinde yanıp
sönen ışıklar herkesi rahatsız ediyordu. Sürekli tepelerinde dönen RES’lerden
çıkan vınn vınn sesi ile yaşamak bir süre sonra kabusa dönüyordu ki işi
kökünden değiştirecek bir gelişme yaşandı. Köy Cumhurbaşkanın imzası ile
heyelan bölgesi ilan edildi ve şirketlerin önündeki tek diken gibi görünen köy
sorunu bir çırpıda çözüldü!.. Köyün geleceği olmadığı ve göçten başka kendileri
için bir çıkar yol kalmadığını gören köylüler de sürüleri satıp yavaş yavaş
boşaltmaya başladı köyü.
Kalan birkaç sürüden birisi de Hamza’nın sürüsüydü. Hamza
çobanlıktan başka bir iş yapmamış, yapmayı da aklından geçirmemişti hiç. Bu
tepelere doğmuştu o bu tepelere gömülecekti. Ahh bir de şu gece gündüz vınlayıp
duran direkler olmasaydı, keyfini hiçbir şeyin bozmasına izin vermezdi…
Tam da dibindeyken rüzgar yukarıda dönen kanatların
gürültüsünü kulağının içine getirip sokunca, dayanamadı bastı yine kalayı,
“kanadına değen rüzgarı da, boyunu posunu da!..”
Bozdağ’dan doğru gelen beyaz sisin içine daldıklarında
keçiler huysuzlandı. Ses çıkardı Hamza, “Ohhooo, teeyyyy” etti, ıslık çaldı.
Köpeği Sarı da havladı, o da durumu anlamıştı. Çobanlıkta kendisi kadar ustaydı
köpeği de. Beş yıl önce karısı aniden öldüğünden bu yana en yakın arkadaşıydı
Sarı. Hamza’nın ve Sarı’nın seslerini duyan keçiler sakinleştiler kısa zamanda.
Gözleri bir adım öteyi görmese de yollarını biliyorlardı bereket.
Zeytinlik yapmak için çevrilen alandaki dikenli tellerin
yanından geçilirken sürüde bir kıpırdanma oldu yine. Bir şey ürkütmüştü
keçileri. Geçenlerde burada gördüğü yabanileşmiş köpek sürüsünü anımsadı.
Hayvanlara saldırmak isteyen Sarı’yı zor tutmuştu dikenli tasmasından.
Yazlıkçıların dağ başına terk ettikleri hayvanlar bir süre
sonra vahşileşiyorlar, kurt gibi sürülere saldırıp keçileri boğup atıyorlardı.
Hayvanların yaşayabilmek için yapacakları pek bir şey olmadığını biliyordu
Hamza. Yine de omzundaki tüfekle köpeklere değil havaya doğru bir iki el
sıkmış, köpekler de kaçıp gitmişti tüfek sesine.
Hamza koyu sisin içerisinde, boyunlarındaki çıngıraklardan çılgınca sesler çıkararak koşmaya başlayan keçilere bağırdı, çağırdı yine. Sarı da sağa sola koşturarak dağılan sürüyü toparlamaya çalışıyordu. Ne kadar zaman sonra, yağmur daha da hızlanıp, sis koyuluğunu biraz kaybettiğinde yamacın öte tarafındaki Manastır mevkiinde, koca çınarın altında toplayabildi sürüyü. Dikkatle saydı keçileri. Kayıp var mı anlamaya çalıştı. Eksik yoktu ama keçilerin bazılarının çeşitli yerlerinde kan izleri vardı.
Gidip baktı yaralara. Anladı ki hayvanlar yanından
geçtikleri dikenli tellere takılmışlardı. Kiminin yüzü boynu, kiminin sırtı,
memeleri yara bere içindeydi. Bu sefer de dağın başına zeytinlik yapacağız diye
meralarının neredeyse yarıdan fazlasını çeviren şirketlere sövdü saydı.
Keçilerin otlayacağı alan kalmamıştı bir iki yıl içinde.
Kalan meralara ulaşmak da tam bir çileydi. Dikenli tellerle çevrelenmiş
dönümlerce alanın ortasından, daracık bir koridordan çıkarıyordu sürüsünü
mecburen. İşte kimi zaman da böylesi olaylar başına geliyordu.
Akşama doğru sudan çıkmış sıçan gibi evine döndü. Keçilerin
sütlerini sağmadan önce henüz birkaç gün önce doğmuş oğlakları analarının
yanına bıraktı ki ağız sütü emip karınlarını doyursunlar diye. İşte bu
sırada bir keçinin oğlağının yanından kaçması dikkatini çekti. Kara başlı küçük
sevimli oğlak annesinin memesine emmek için saldırdıkça anası onu iteliyor,
yanından kaçıyordu. Bazen anne keçiler böyle garip davranışlarda bulunurlardı.
Mutlaka geçerli bir nedeni olduğunu, annelerin yavrularını hiçbir zaman geri
çevirmeyeceğini çok iyi biliyordu Hamza.
Gitti tuttu keçiyi oğlak emebilsin diye. Bir taraftan da
garipliğin nedenini anlamaya çalıştı. Başı Hamza’nın kucağında hiçbir yere
kıpırdayamayan anne keçinin memesine saldırdı oğlak. Anne keçinin etine bir şey
batmış gibi huysuzlanması, kafasını kurtarıp kaçmak istemesi karşısında Hamza
oğlağın emdiği memeye baktı hemen. Memeden sütle birlikte kıpkızıl bir kan da
geliyordu! O zaman anladı keçinin memesinin teller tarafından yırtıldığını. Bu
sefer keçiyi bırakıp oğlağı tuttu. Anne keçinin hızla uzaklaşırken acıdan
gözünde yaşların biriktiğini gördü. Açlıktan acı acı meleyen oğlağın da ağzının
kenarından birkaç damla sütle karışmış kan sızıyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder