17 Ocak 2021 04:03
Fotoğraf: Bahattin Sürücü
İki hafta önce bu sayfada yazdığımız Aydın Ovası’ndaki yarısı yanmış dut ağacı artık yok! Burnunun dibine kadar sokulan kentin zulmünden daha fazla kaçamadı. “Karnı büyük koca dünya” garip dut ağacını da yedi, doymadı!
Yağmurun yağışın günlerdir uğramadığı ova toprağının susuzluktan çatladığı soğuk bir kış günü gövdesine dayandı bıçkının keskin dişleri. Acıdan titredi dalları, ürperdi en uç yaprağına kadar! Tazecik filizleri feryat figan etti. Yine de er geç geleceğini bildiği sona kendisini hazırladığı için sakin, sessiz, vakurca karşıladı ölümü.
Birkaç dakika içinde yüz yıldır üzerinde dikildiği toprağa uzandı usulca. Gövdesi dibinden tam olarak ayrıldıktan sonra bile bir süre daha yaşamı soludu ağaç. Toprağın serinliğini, rüzgarın fısıldayışlarını, gökyüzünün maviliğini ve beyaz bulutları seyretti. Başı mor dumanlı dağları göremiyordu artık uzandığı yerden. Dallarını uzatmaya çabaladı yaramaz bulutlara doğru. Olmadı!
En önce en son fışkıran tomurcukları uykuya daldı. Uyku yavaş yavaş tüm gövdesine yayıldı. Son hatırladığı şey, toprağın dallarını, yaprağını usul usul okşaması oldu. Bir ana gibi bağrına basıyordu dut ağacını toprak. Ana kucağına sokulur gibi bıraktı ağaç da kendini ona. Sonsuz uykusuna anasının koynunda daldı…
Dut ağacı yüz yıldır bir ucu Aydın dağları, bir ucu Madran babaya kadar uzanan bu yemyeşil ovanın ortasında, etrafı tütün, pamuk, bamya, börülce, domates tarlaları ile çevrelenmiş, öbek öbek zeytin, incir bahçelerinin dibinde mutlu mesut yaşayıp gidiyordu. Önce zeytinleri kestiler, ardından incirler köklendi birer ikişer. Kendi sonunun da zeytin ağaçları, dibinden bal damlayan incirler gibi olacağını anladı. Kaçış yoktu yok oluştan!
1000 yaşındaki zeytinleri bir günde yok edenler, kendisine acırlar mıydı hiç! Gerçi meyveleri tatlı mı tatlı, gölgesi serin mi serindi ezelden beri. Yaz günlerinin o en çekilmez sıcaklarında ova tarlalarında çalışan ırgatlar molalarda altına sığınırlardı. Sırtlarındaki teri kurutana değin türlü hülyalara dalıp giderler, duman duman cigara, tavşan kanı çaylar içip sohbet ederlerdi. Meyveleri kapış kapış giderdi olgunlaştığında.
İlk önce bir yol geçirdiler Emirdoğan’dan Salavatlı yönüne uzanan. Yol, İncirliova’nın üstünden Germencik tarafına doğru simsiyah bir yılan gibi dolana kıvrıla geçti ovanın tam ortasından. Tarlaları, zeytinlikleri, dereleri böldü de geçerken. Kimse durduramadı uzadıkça genişleyen, genişledikçe etrafındaki her şeyi yiyip bitiren yolu.
Yol geçtikten kısa zaman sonra ovanın kente bakan tarlalarında pıtrak gibi upuzun binalar yükselmeye başladı. Binaların, tarlaların üzerinden kılıcını, kalkanını, mızrağını kuşanıp yürüyen bir ordu gibi sürekli kendilerine yaklaştığını gören dut ağacı ve komşuları titrediler korkudan. Gürültü, patırtı, insan konuşmaları, çekiç, testere sesleri de yaklaştı günbegün.
Az ötesindeki geçen küçük derenin dibinde biten sarmaşık güller sarardı ilk. Kıpkızıl gülün rengi uçuk pembe bir renge büründü. Günü gelmeden sararıp boynunu büktü. Kantaronlar erken döktü bu yüzden çiçeklerini. Mayhoş su terelerinin tadı acılaştı, kekremsi hardallar kartlaştı tohuma bile kaçmadan. Kurbağalar kaçışıp gitti derenin daha ötelerine. Yılanlar, tosbağalar, tarla fareleri terk ettiler ardından. Kaçabilen çekip gitti başı sisli Malkaç’a, Gümüş dağlarına. Kalanlarsa acı sonlarını beklediler sabırla.
Yüksek binalar kurulup, binlerce insan geldikten sonra dut ağacının etrafındaki tarlalar ekilmedi bir daha. Ağacın altı gündüzleri çocukların, geceleri sarhoşların mekanı oldu. Kimi dalını kopardı, kimi şişesini kırdı başında. Kimi de kabukların, tazecik dallarını hiç acımadan yolup dibinde ateşler yaktı.
Birinde de bir gece, sarhoş bir adam altına kıvrılıp uyudu. Yaşamının son günlerindeydi dut ağacının ama o bunu bilmiyordu. Gecenin bir yarısı sırtını ağacın gövdesine dayayıp oturan adam bir süre sonra yavaşça düştü dibine doğru. Acıdı ağaç ona, dallarını üstüne yorgan yapmak istedi üşümesin diye. Sabahleyin ise adam ona acıdı. Yarısı yanmış gövdesine, dibinden budanmış dallarına, etrafında hiç başka bir ağacın olmamasına, yalnızlığına...
***
Kaportacı Ramazan daha fazla kaçamadı salgından. Belki bindiği belediye otobüsünden belki de dükkana artık tek tük gelen müşterinin birisinden kaptı virüsü. Evinde, bir başına ateşler içinde yanarken hava almak için çıktığı balkonundan gördü daha bir ay önce dibinde uyuduğu ağacın yerinde yeller estiğini. Ağaçtan kalan boşluğa baktı uzun uzun. Ateş, ağrı, sızılara aldırmadan ağaca üzüldü.
Rahmetli anası, o henüz çocukken çok sıkılıp darlandığında “Dert bir değil elvan elvan” türküsünü söylerdi evin içinde. O türkü geldi aklına Ramazan’ın. Bir yanda hastalık, bir yandan yalnızlık, bir yandan bir dostu kaybetmiş gibi içini kaplayan hüzün…
Kim bilir belki sonu da bu ağaç gibi olacaktı Ramazan’ın. Aydın Ovası’nda bu garip dut ağacı gibi Ramazan da ardında bir zaman sonra unutulacak bir boşluk bırakıp yoklara karışacaktı.
https://www.evrensel.net/yazi/87962/yarisi-yanmis-dut-agaci-artik-yok
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder