29 Kasım 2015 Pazar

Barış İzmire kaybettiklerini getirecek


Müslüm Doğan 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde İzmir 2. bölgeden HDP milletvekili seçildi. İki seçim arasındaki geçici hükümette kısa bir süre Kalkınma Bakanlığı da yapan Doğan'la İzmir'in seçim atmosferini ve son süreçte yaşanan çatışmaların gölgesinde barışı konuştuk. AKP'nin kendi iktidarını sürdürmek için şiddeti körükleyen bir politika izlediğini belirten Doğan, onurlu bur barışın İzmirlinin ekmeğini de büyüteceğini söyledi.
 
AKP iktidarlarıyla yıldızı pek de barışmayan İzmirlilerin ulusalcı bir damarı olduğu söylenir yıllardır. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? 1 Kasım seçimlerindeki oy kaybının nedenleri neydi sizce?
İzmirin ulusalcı bir damarı olduğuna inanmıyorum. İzmir Kapitalizmin olanaklarını iyi değerlendiren bir kent evet ama bu ulusalcı kimliğe sıkıştırılmak isteniyor. Biz İzmirlilerle buluştuk, iki milletvekili çıkarmak bence önemli bir sonuç. Son süreçte belki biraz oylarımızı kaybettik. Devlet şiddetinin ortaya koyduğu yeni şartlar, Kürt coğrafyasında olsun, batıda olsun her alanda sistematik bir baskı ve şiddet geliştirildi. Hayatın her alanında bir korku ortaya kondu. Bir de şöyle bir şey var, olaya sınıfsal olarak bakarsak küçük ticaret burjuvazisinin hem Kürtler hem diğer halklar arasında çekinceleri ortaya çıktı. savaş sarmalında kendi değerlerini koruma kaygıları öne çıktı. Kürtlerden giden oyların da bir kısmı bu devlet şiddetinden korunma amaçlıydı. Aslında bir tür korunma amaçlı takiyye yapıldı. Bu şiddet ortamında kurtulma, onun ortaya koyduğu olumsuz etkiyi dağıtma amaçlı bir yönelim oldu AKP'ye. Ben bunu doğal karşılıyorum. Bu şiddetten bu baskıdan, hayatın her alanına iliştin ortaya konun bu devlet modelinden korunmanın çabası içine girdi insanlar. Bu anlamda oy değişikliği oldu ama ulusalcı damar anlamında, Vatan Partisi anlayışıyla gelişen bir damar yok ortada. Birde geçmişteki tarihsel yapısı itibariyle de önemli bir coğrafyadır İzmir. Birçok halkın, inancın bir arada yaşayabildiği yerlerden birisiydi. seçimlerde terörize edilmiş, Osmanlı Ocakları türü o gerici yapılar dışında İzmirlilerin ortaya koyduğu hiçbir tepki yoktur. Halklar ve inançlar arasında öyle bir sorun yok zaten. O sorunu yapay olarak oluşturmaya çalışanlar var. Uluslararası emperyalist sistemin projelerinden de bahsetsek burada abartılı olmaz.
Siz İzmir 2. bölgeden meclise girdiniz. Bu bölge genel anlamda, tarımsal üretim ve sanayinin yoğunlaştığı bir yer. İki seçim arasındaki ara dönemde kısa bir süre bakanlık da yaptınız. İki seçim döneminde çalışma yaparken belirgin bir fark yaşadınız mı?
Çalışma anlamında bir farklılık yaşamadık ama konsantrasyon anlamında bir zayıflık olduğu da gerçek. Bu da yaşanan süreçle ilgili bir sonuç. Ankara katliamının ardından hiçbir miting yapamadık, yığınları bir araya getirmekte çekinceler yaşadık partimizin kararı doğrultusunda. Bunların olumsuz etkisinin de olduğunu düşünüyorum. çünkü kitlelerle her şart altında buluşmalısınız. bunun yollarını aramalısınız. Seçim çalışmalarımızda partimizin sadece vaatlerini söyleyebildik belki ama bu vaatleri söylerken insanlar bu savaş sarmalından dolayı çok da ilgi göstermediler. Şiddet sarmalında toplumsal sağırlık gelişmiş bir tür.
O sağırlığın gelişmesinde iktidar kontrolündeki medya mı, emekten yana kesimlerin gücünün azalması mı etkili oluyor.
70 li yıllarda da egemenlerin kontrolündeydi basın ve devrimci demokrat kesimlere, mesajlara, haberlere kapalıydı. ama orada kitlelere doğru önderlik ederseniz, doğru yaklaşırsanız bu olumsuz süreçleri aşabilirsiniz. Türkiye de sol-sosyalistlerin kitlelerle buluşmasında sorun var. Sendikaların durumu, tartışılır hale gelmiş. Yeni bir yönetici sınıf oluşmuş. Partilerde de parti bürokrasisi aşılamıyor.
Çatışmazlık ortamında toplumun dinamiklerinin nasıl geliştiği, toplumun ezilenlerinin sesinin nasıl daha fazla duyulmaya başlandığı görüldü. Ki HDP'nin başarısını da buna bağlamak lazım bence. Daha sonra çatışmalar başladı ve oylar düştü. İzmir, İzmirli bu barışa, nasıl bir katkı sunabilir? Barış için ne yapabilir?
İzmir halkını bu barış sürecinin bir bileşeni olarak görmek lazım. Barış projesi onurlu bir buluşmadan geçmeli. Devletle olur mu bu? Olur. Bu devlet halkların inançların ortak bir değeridir. Her ne kadar bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenlik aracı da olsa yine de bizim yarattığımız değerler topluluğu diye bakmak lazım. Bu anlamda İzmirlilerin de bu projeye "biz olmazsak bu proje olmaz" temelinde yaklaşması lazım. İzmirlilerin toplumsal bilinci çok yüksektir. Ancak burada bir renksizlik var. Bu renksizlikte temel sorun sosyalistlerin mücadeleye önderliği sorunudur.
Barış sağlandığında, halklar arasındaki sorunlar çözüldüğünde, İzmir'e İzmirliye ne kazandıracak?
Kan ve gözyaşı olmayacak bir kere. En önemli kazanım bu olacak. İkincisi ekonomik değerler heba olmayacak. İzmirlinin çok büyük kaybı var bu savaştan. İnsani koşullarda yaşaması için değerlerin kendine gelmesi gerekirken savaşa gidiyor. Onurlu bir barış, ortak vatan kavramı içerinde, bir arada yaşamak, kadim dostluklarla, doğayla buluşmak lazım. Ekolojik dengeyi korumak gerekiyor. Kendi coğrafyanı bombaladığınız için yeraltı su kaynaklarımız kaydı. Burası hepimizin ortak vatanı. Herkesin istemesi lazım bu barışı.
Tekrar bir kardeşlik iklimi yaratılabilir mi barış ortamı yaratılabilirse?
Kesinlikle! Kadim dostlukların ortaya koyduğu değerler var. Halkların ve inançların birlikte oluşturduğu kültürel bağlar var. O kadim dostluklar uzun tarihi süreçlerin ürünü. Bir tür ruhsal şekillenme, ruhsal formasyon var. Kardeşlik yeniden neden tesis edilmesin ki? Konuşarak çözemeyeceğimiz hiçbir sorunun olduğuna inanmıyorum ben bu ülkede. Ama bunun içinde bir toplumsal sözleşmeye, dayanışmaya, uzlaşmaya dayalı yeni bir anayasaya ihtiyaç var. Yeni bir sayfa açmalıyız. Demokratik cumhuriyet tüm insanların özlemi.


Ekoloji mücadelesi barışın da mücadelesidir






"Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiirdir barış" demişti büyük usta Yaşar Kemal. Yüzyıllardır türlü savaşların da ana vatanı olan Anadolu, yine barışa hasret, yine savaştan yorgun, yine gözü yaşlı analarla dolu...
Oysa sadece ana-babaları, eşleri, kardeşleri ağlatmıyor savaş. Akan kan, dökülen gözyaşı, tutulan yasın başka yansımaları da var yaşamda. İnsan odaklı anlayışın ötesine geçince savaşın, çatışmaların ağaca, kurda, kuşa, börtü böceğe zararı da görülebiliyor. Onların dili yok, onların çığlıklarını duyan çok az. Sadece savaş değil elbet, savaşın oluşturduğu ortam, perdelediği gerçekler, ötelediği adalet doğanın talanının, emeğin sömürüsü için de en uygun ortamı sağlıyor.
Doğanın çığlığını duyanların başında onu saldırılara karşı koruma mücadelesini örgütlü bir şekilde sürdürmek için çabalayan yaşam savunucuları geliyor. Ege Bölgesinde doğaya uygulanmak istenen kapitalist yıkım ve talana karşı yaşam alanlarını koruma mücadelesi verenlerin örgütü Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP) doğanın çığlığını en iyi duyanların başında geliyor.
7 Haziran seçimlerinin hemen ertesinde Kürdistan coğrafyasında ormanlar yakılmaya başladığında batıdan buna en önce ve sert tepki gösteren örgüt EGEÇEP oldu. "Cudi'deki yangın herkesi yakar" başlıklı bir bildirinin platformun son cümlesi ekolojik yıkım politikalarına karşı duruşunu da ortaya koyuyordu;
"EGEÇEP olarak, Cudi Dağları da, Madran dağları da, Kaz Dağları’da, Cerattepe, de, And Dağları’da, Alpler de bizim dağlarımızdır. Doğa katliamlarının karşısında “yurdumuz bütün cihandır bizim”…
7 Haziran seçimlerinin ardından tekrar başlayan çatışmaların Ege Bölgesindeki ekoloji mücadelelerine yansımalarının yanı sıra doğanın ve insanlığın barışa özleminin nasıl gerçekleştirileceği ile ilgili görüşlerini aldığımız EGEÇEP Yürütme Kurulu üyeleri şunları söylediler:
 
EKOLOJİ MÜCADELESİ DEMOKRASİ MÜCADELESİ İLE BİRLEŞMELİ
Hülya Yılmaz (EGEÇEP Eş Dönem Sözcüsü)
Gerek  Türkiye’nin içinde yer aldığı coğrafi bölgede yaşanan savaşlar, gerekse seçimlerden sonra ülkede giderek artan çatışma ve şiddet ortamı doğal olarak tüm gündemleri geri plana itiyor. Yaşanan bunca kıyım, acı, yaşanılan  dramlar nedeniyle savaşa karşı barışın sesini yükseltme mücadelesi  ister istemez  öncelikli mücadele  konusu  oluyor ve tüm diğer  alanlardaki çalışmalar geri planda kalıyor. Daha insan yaşamını koruyamazken ekosistemi korumaya çalışmanın ekoloji mücadelesi için çaba gösteren kesimlerde  diğer mücadele alanlarında çalışanlarda da olduğu gibi  üstesinden gelinmeye çalışılsa da  zaman zaman bir çaresizlik duygusu yarattığı da bir gerçek. İnsan hakları, hukuk ve demokrasinin olmadığı bir ortamda  ekoloji mücadelesini   bu alanlardaki mücadele ile birleştirmenin gereği bugün her zamankinden de önemli bir noktada. Daha doğrusu ekoloji mücadelesinin  aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi olduğu  gerçeği çok açık. Hukukun, demokrasinin olmadığı koşullarda ekoloji mücadelesi verilmesi, daha doğrusu mücadeleden sonuç alınması daha da zorlaşıyor. Tüm olumsuzluklara karşın; mücadelelerin birleştirilmesi , dayanışılması çok daha güçlü olmamızı sağlayacaktır.
SAVAŞ ORTAMIYLA DOĞANIN TALANI DAHA DA ARTTI
Merih Akın Yücel (EGEÇEP YK üyesi)
  7 haziran seçimlerinden bu yana,  doğa talanı daha çok arttı. Hukuk tanımayan girişimlere acele  bir telaşla  yol verildi ( örn: Efemçukuru altın madeni için İDK toplantısının 20 ağustosta yapılması).  1 kasım seçimlerine kadar, ne pahasına olursa olsun verilen sözler yerine getirildi.  İktidardaki siyasi parti,  alacağı oylar  açısından  rakip olarak gördüğü bazı isimleri, yayın organlarını ve işletmelerini  yok etme çabasına girdi.
   Barışa gelince, henüz gelinmedi. Halklar daha çok ayrıştırıldı. Terör tırmandı. Can kaybı arttı. Önlem alınmadı.
SAVAŞLAR DOĞAYA DA ZARAR VERİYOR
Mustafa Erkalkan (EGEÇEP YK üyesi):
7  Hazirandan  sonra    yeniden   başlayan   çatışmalar, insanlar  kadar  doğaya  da  büyük   zararlar  veriyor. Atılan  kimyasallar ve   bombalar   şehirleri  harap  ettiği  gibi tarım  arazilerini,  ovaları,  ormanları yakıyor, tarım  arazileri  o  kimyasalların verdiği  zararla   yıllarca   kullanılmayacak  hale  getiriyor.  Bu  arada, doğada  ,  ormanlarda   yaşayan  binlerce  flora  ve  fauna  ölümcül  zararlar  görüyor...
BARIŞA MECBURUZ
Av. Berrin Esin Kaya (EGEÇEP YK üyesi)
Barış tüm canlıların mecbur olduğu bir süreç. Aslında yaşamın kendi içindeki düzenini, ritmini bozarak yine tüm yaşayanları bu sürece hasret bırakan tek canlı da maalesef insan. Sadece ülkemiz veya yakın çevremizde yaşananlarla değil, dünya üzerindeki çatışmalı ortamlara bakıldığında insanlığın sürekli bir savaş halinde olduğunu görülebiliyor.  Bu kapitalist sistemin kaçınılmaz siyaseti.  Milyonlarca insan yaşamla ölüm arasında tercih yapmaya zorlanırken, yaşadıkları yeri terk etmek zorunda bırakılırken, açlıkla karşı karşıyayken yaşam alanlarının korunması için mücadele etmesini düşünmek neredeyse bir hayal.
7 Haziran seçimlerinden sonra savaş ortamına girilmesi ve baskı, korku siyasetinin geliştirilmesinin ekoloji mücadelesini de olumsuz yönde etkilediği çok açık. Pek tabii ekoloji mücadelesi de bundan nasibini almıştır. Yoksa Türkiye’nin üçüncü büyük şehri olan İzmir’in suyunu zehirlediği bilimsel olarak kanıtlanan Efemçukuru altına madenine karşı sürdürülen bu sessizlik anlaşılır bir durum değil. İşte bu nedenle ekoloji mücadelesi aynı zamanda barış, demokrasi, insan hakları, hukuk mücadelesidir yani yaşamın her alanını kapsamaktadır. 
 
YAŞAM SAVUNUCULARI SAVAŞA KARŞIDIR
Av. Arif Ali Cangı (EGEÇEP Hukuk Komisyonu üyesi)
Savaş ortamında yaşam alanları korunamaz. Bir yandan canlar giderken, diğer yanda uzun erimli can alacak, sağlıklı yaşamı tehdit eden çevre kirliliğini, doğa talanını gündem yapmak çok zor. Savaş varsa tüm barış yanlıları savaşı durdurmakla uğraşır, 7 Haziran sonrası yeniden başlayan çatışma sürecinde, yaşanan kitlesel katliamlarda da öyle oldu. Ekoloji hareketleri barış çalışmalarının dışında kalamazlar, barış hareketinin önünde yer alırlar. Çatışma ve katliamların sıcak gündem olduğu dönemde ekoloji mücadelesi ister istemez ikinci plana düştü. 
Savaş kirlenmedir, yok etmedir, savaşın devam ettiği yerde ekolojinin korunması da mümkün değildir. İnsanın insanla, insanın doğayla barışı sağlanmadan, gerçek bir barıştan söz edilemez. O nedenle yaşam savunucuları savaş karşıtıdır, öyle olmaya devam edeceklerdir.



27 Kasım 2015 Cuma

ÇMO’dan Hopa raporu: Göz göre göre felaket



cmo_rapor.jpg görüntüleniyor
Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) 8 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan Hopa sel felaketi inceleme raporunu açıkladı. ÇMO sel felaketinin “doğal afet” ya da “fıtrat” diye açıklanamayacağını dile getirdi. 
ÇMO İstanbul Şubesi Hopa ve çevresinde 22-24 Ağustos 2015 tarihinde meydana gelen sel felaketi ilgili hazırladığı teknik inceleme raporunu açıkladı. 8 kişinin yaşamını yitirdiği felaketin bir doğal afet olarak tanımlanamayacağını belirten ÇMO, insan eliyle yapılmış olan yollar, tarım alanları, orman tahribatı, dere yataklarına müdahale, yapılaşma gibi etkilerin, bölgeyi afete açık bir yer haline getirdiğine dikkat çekti. 
HOPA’DA HALEN BÜYÜK RİSK VAR
Can kaybının yanı sıra büyük maddi hasara da yol açan Hopa sel felaketi özelinde Doğu Karadeniz'in temel sorunlarına da değinilen rapor, Doğu Karadeniz bölgesindeki kırsal yerleşimlerde çoğu bölgenin yeterli alt yapı şebekesine sahip olmadığı tespiti ile başlıyor. Konutların atık sularının fosseptik çukurlarına boşaltılmasının, konutların çevresindeki zemini devamlı olarak suya doygun hale getirdiğinin belirtildiği raporda, Hopa'da dere taşkın alanlarında bulunan yerleşim bölgelerinin büyük risk altında olduğuna dikkat çekildi. Dere yataklarında, taşkın alanlarında yapılaşmaya izin vermenin, göz göre göre gelebilecek bir felakete yol açmasının kaçınılmaz kıldığını aktaran raporda, “Can kayıplarının yüksek olmasının en önemli sebebi, bölgenin jeomorfolojik koşullarına bağlı olarak, pek çok yerleşim biriminin güvenlikli yerleşim alanlarına sahip olmamasıdır. Bu nedenle yerleşime uygun olmayan dere yatağı ve çok eğimli vadi yamaçları, taşıdığı büyük risklere rağmen yerleşim alanı olarak kullanılmaktadır” denildi. Raporda Doğu Karadeniz'deki şiddetli yağışların oluşturduğu taşkınların nedenlerinden birinin de doğa dengesi gözetilmeden yapılan yollar olduğu dile getirilerek; “Karadeniz’de asfaltlama nedeniyle suyun toprakla ve deniz kenarlarında denizle buluşması engellenmekte Karadeniz adeta bir yapay "afet bölgesi" haline getirilmektedir” denildi. 
HES’LER EKOLOJİK YAPIYI BOZDU
Artvin bölgesindeki HES'lerin etkilerine de değinilen raporda, şu görüşlere yer verildi; “Hopa’da kurulu HES (hidroelektrik santral) bulunmamasına rağmen, bölgedeki HES'ler bölgenin toprak ve su yapısını incelerken dikkate alınması gereken önemli bir husustur. DSİ'nin verilerine göre Artvin bölgesinde 15 adet baraj ve 166 adet nehir tipi HES yapımı planlanmaktadır. HES yapımı sırasında su alma yapıları (regülatörler); nehir bütünlüğünü bozmakta, habitat bölünmesine yol açmakta ve inşaat sırasında inşaat alanında toprak yüzeyi sıyrıldığı için arazilerde büyük tahribatlar oluşmakta, arazi erozyona maruz kalmaktadır. Bu durum ise bölgenin jeolojik yapısını bozmaktadır. HES inşaatlarının ekolojiye bir diğer olumsuz etkisi ise yamaçların doğal dengesini bozarak yamaçlardaki bitki örtüsünü tahrip etmesi ve bu yolla toprak erozyonunu artırmasıdır.”
RESMİ KURUMLARIN İHMALİ BÜYÜK
Doğu Karadeniz kıyı kuşağının bütünüyle doğal orman sahası içerisinde bulunmasına rağmen yerleşimlerin geniş alanlara yayılması ve buralarda eğimli yamaçların teraslanarak çay ve fındık bahçelerine dönüştürülerek doğal bitki örtüsünün önemli ölçüde değiştirilmesinin yanlışlığına da dikkat çekildi. 18 sayfalık teknik inceleme raporunun sonuç ve öneriler kısmında ise belli başlı şu görüşlere yer verildi; “Hopa’da yaşanan ve can kaybına neden olan sel olayında resmi kurumların ihmalleri büyüktür. Bölgeye dair uzun vadeli ve taşkın, sel, heyelan gibi olayları önleyecek önlemler alınmamıştır. Bölgedeki nüfusun dere yataklarında yoğunlaşması önlenmemiştir. 
ÇMO ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
* Karadeniz’deki ekosistemi tehdit edecek bütün projelerden vazgeçilmelidir.
* Taşkın ve heyelan riskinin yüksek olduğu alanlardaki yerleşim birimleri ya da konutların kesinlikle tahliye edilmesi gerekmektedir.  Dere yatakları ve kıyılarda imara izin verilmemelidir. 
* Yeni yapılaşma yörenin coğrafi özelliklerini dikkate alan kapsamlı bir plan çerçevesinde ve kurallara uygun yapılmalı ve Karadeniz doğasına "rağmen‟ yapılması planlanan bütün yol projeleri iptal edilmelidir. 
* Bölgenin afet risk analizi oluşturulmalı, gerekli bölgelere taşkın uyarı sistemleri kurulmalıdır.  Karadeniz ekolojisini bozacak, bitki örtüsü tahribatı yaratacak, su dengesiyle oynayacak baraj ve santral yapımları durdurulmalıdır.  
* Karadeniz'e uygulanacak olan mühendislik projeleri “fıtrat” çerçevesinde değil, bilim çerçevesinde ele alınmalıdır.  % 50 eğim üzerindeki orman alanlarının doğal haliyle korunması ve asla çay tarımına açılmaması gerekmektedir. %50'nin altında eğime sahip arazilerde ise tekniğine uygun teraslama yapılmalıdır.

 Eklenme Tarihi: 27 Kasım 2015

Marina manzaralı RES talanı


Özer AKDEMİR
İzmir
Rüzgar enerji santralleri (RES), tepelerden o güzelim Çeşme manzarasına karşı dönüyor. Turizm ve tarım cenneti bu gidişle bir RES cehennemine dönecek. 
Çeşmenin en verimli tarım topraklarının bulunduğu Sarnıç bölgesinde narenciye, zeytin, sebze üretimi yapan Çeşmeliler, RES’leri bir sabah ellerine tutuşturulan acele kamulaştırma kararı ile öğrenmişler. Kararda, tarlalarından, zeytinliklerinden, bahçelerinden bir bölümünün kamulaştırılacağı, bu arazilerin parasının bankaya yatırıldığı yazıyormuş. Doğma büyüme Çeşmeli olan Esen Fatma Kabadayı, Whiting RES’lere karşı mücadele edenlerin en önde gelenlerinden. Biyolog olan ve mastırını çevre bilimleri üzerine yapan Kabadayı, kamulaştırma kağıtlarını gördüklerinde gözlerine inanamadıklarını belirterek, “Birinci kural olması gereken halka danışmak, doğru yer seçmek daha başlangıçta uygulanmadı. Eğer sorarsanız bu projeler için ne yanlış, neyi doğru ki diyebilirim bugün.”
SİT ALANINDA, YERİ YANLIŞ ÜSTELİK KAÇAK!
Çeşme Yarımadası’nın 3’te 1’ini kaplayacak biçimde farklı projeler olduğunu vurgulayan Kabadayı, “Bölgede 4-5 tane, tüm Çeşme genelinde 13’e yakın proje var. Daha ortada projelerin yeri belli olmadan hepsine ÇED kapsam dışı belgesi verilmiş. Şirketler 50 yerden izin aldık diyorlar ama bu izinleri denetleyen kimse yok. ABK şirketinin tribünleri resmi olarak belirlenen koordinatlarda değil mesela. Şirketin idare binası da 1. derece doğal sit alanında ve kaçak!”
MARİNA MANZARALI RES!
Yaşam alanlarını koruma mücadelesinde karşılarına şirketlerin yanı sıra, jandarmanın, polisin, savcının da çıktığını aktaran Kabadayı, “Vatandaşın yanında ise kimse yok. Herkes sermayenin ve gücün hakkını koruyor” dedi.  Kendisi halen Çeşme Belediyesi Meclis üyesi olan Kabadayı, CHP’li Çeşme Belediyesinin RES şirketine göz yumduğunu, kaçak yapılara müdahale etmediğini belirterek, “Bu işin altında kimler yok ki; AKP var, Cemaat var, iş birlikçi sosyal demokratlar var, paraya ve güce tapanlar var” dedi. Kabadayı, daha gerekli izinler alınmadan CHP ve MHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Ekmelettin İhsanoğlu’nun oğlunun RES’lere ortak olduğunu iddia eti. Kabadayı, “Çeşmeyi çepeçevre saran bir projeden bahsediyoruz ve projeyi tanıtırken Çeşme marina manzarası olduğunu yazabiliyorlar. Tribünler açısından marina manzarasının ne özelliği olabilir? Buraları ileride imara açıp, tesis kurabilirler” diye konuştu. 
Doğma büyüme Çeşmeli olan Yılmaz Ertekçe, emekli olduktan sonra babasından kalan tarlayla bir evi, tarlasının önü RES şirketi tarafından yol yapıldığı için sel suları altında kalmış. Ertekçe; “Gelip halimizi dahi sormadılar. Ev yarısına kadar suların içinde kaldı” diye konuştu. Ertekçe, “Bir kilometre öteye git yine aynı ses” diye RES’lerin ses çıkarmadığının yalan olduğunu söyledi. Ertekçe’nin eşi Havva Ertekçe ise 6 aydır nedeni bilinmeyen bir cilt hastalığına yakalanmış. Vücudunda kabarıklıklar, sivilceler çıkan Ertekçe, bunların RES’lerden kaynaklanıyor alabileceğini söylüyor.
'TERMİK SANTRAL KADAR ZARARLI'
Avukat Mehmet Horuş: “Türkiye’deki sermayenin talanı enerjiye bağımlılığı dikkate alındığında bunun bir sistem sorunu haline geldiğini görüyoruz. Böyle olduğu için RES’ler de en az termik santraller kadar zararlı projeler haline geliyor. Bodrumun, Karaburun’un, Çeşme’nin bize mesajı şu;  yenilenebilir enerji iddiası mevcut sistem içerisinde hayata geçirilemez.” 

26 Kasım 2015 Perşembe

ÇEPEÇEVRE YAŞAM - ÇEŞME'de RES talanı - 26 kasım 2015




RES'ler Çeşmenin tepelerindeki sürekli dönüyor. O RES'lerin, sakız, zeytin, incir, üzüm, narenciye yetişen bahçelerin tepesine kadar götürülme öyküsü, bu ülkedeki hukuksuzluğun en acı örneklerinden birisi.
Özer AKDEMİR'in hazırlayıp sunduğu ÇEPEÇEVRE YAŞAM
26 Kasım 2015 Perşembe Saat: 20.00'de
Hayat Televizyonu'nda

 Programın tanıtımı: 
https://www.youtube.com/watch?v=64kradUP0Eo&feature=youtu.be

26 kasım 2015 1. Bölüm Programın tamamı: 
https://youtu.be/MJ8IJdCobzQ

3 Aralık 2015 2. Bölüm Programın tamamı
https://www.youtube.com/watch?v=EfdlEBz2ve8&feature=share

İlgili haberler: 
G-20 üyesi ülkelere RES mektubu
http://www.evrensel.net/haber/261913/g20-uyesi-ulkelere-res-mektubu

Habertürk Adnan Polat Ropörtajı:
http://www.haberturk.com/ekonomi/is-yasam/haber/1156752-adnan-polat-is-artik-para-kazanmaktan-cikti



24 Kasım 2015 Salı

Siyanürcü kayyum: Koza'nın elinden alınıp kayyum atanan madende kapasite artırımına gidildi



Özer AKDEMİR
İzmir
Cemaat - AKP çatışması tüm hızıyla süre dursun altın madenleri ile ilgili konuda değişen hiçbir şey yok. Kayyum atanarak Koza Holdingin elinden alınan Kozak Çukuralan Altın Madeni'ne 3. kez kapasite arttırımına gidildi. 
DOĞAYI KATLETMEYE DEVAM
Bergama Ovacık Altın madenini işleten Koza Altın Şirketi, Bergama’nın fıstık çamı üretimi ve suları ile ünlü Kozak Yaylası altın madenciliğine devam ediyor. Bergama’yı siyanür üssüne çeviren şirket, burada cevher bitince yakınlardaki maden rezervlerine yönelmiş, Kozak yaylasında da dört farklı yerde yeni altın madenleri için çalışmalar başlatmıştı. Bunlardan üçünden yargı kararları ve halkın tepkileri sonrası vazgeçmek zorunda kalan şirket, Çukuralan'daki maden ise çalışmalarına devam ediyor.
Bilim insanları tarafından “ekolojik hassas bölge” diye tanımlanan Kozak Yaylasındaki bu madencilik faaliyetinin bölgedeki doğayı nasıl katlettiği madende yapılan bilirkişi incelemesi sırasında çekilen fotoğraflara yansımıştı. 

50 MİLYON TON PASA ÇIKACAK!
Kozak'ın Çukuralan Mahallesine 1.6, Kaplan Köyüne 2,5 kilometre uzaklıkta yer alan maden alanı toplam 192,16 hektarlık mevcut işletme alanına sahip. Maden 3. Kapasite Artırımıyla birlikte mevcut ocaklardan bir tanesini genişletirken, madene 3 adet açık ocak ve 2 adet yeraltı ocağı daha eklenecek. Böylece madenin proje alanının 323,94 ha olması planlanıyor.
Toplam işletme süresi 15 yıl olarak öngörülen 3. kapasite artırımı projesi kapsamında, açık ocaklarda gerçekleştirilecek olan madencilik faaliyetleri neticesinde yaklaşık 1,87 milyon ton cevher, yeraltı ocaklarından ise toplam 5,82 milyon ton cevher çıkarılması planlanmakta. Tüm madencilik faaliyetleri sonucunda (açık ocak ve yeraltı) yaklaşık 50 milyon ton pasa ortaya çıkacak. Madenden çıkarılacak cevherler kamyonlarla 15 kilometre uzaklıkta bulunan Ovacık Altın madenine taşınarak burada siyanürle altın ayrıştırılmasına tabii tutulacak. Kapasite Arttırımı ÇED dosyasında maden alanının İzmir'e 90 kilometre uzaklıkta olduğu yazarken, Bergama'ya olan uzaklığı ile ilgili bir bilginin olmaması dikkat çekiyor. Koza'nın bu bölgede yaptığı çalışmaların Bergama'nın içme suyu kaynaklarına çok yakın olduğu eleştirileri yıllardır yapılıyor. 

YENİDEN BERGAMA MÜCADELESİ
EGEÇEP Hukuk Komisyonu üyesi Av. Arif Ali Cangı altın madeninin Koza’dan kayyuma devrediltikten sonra önünün açıldığını belirterek, “Yani Bergama'da değişen bir şey yok; çevrenin zehirlenmesi, Kozak yaylası ve Bakırçay'ın ölümü pahasına  hükümet/devlet - şirket elele siyanürlü altın madenciliğine devam. Buna karşı biz de yaşamı savunmaya devam ediyoruz. Yeniden Bergama Hareketi'ne hazırlanacağız” dedi. 

 Eklenme Tarihi: 24 Kasım 2015

22 Kasım 2015 Pazar

‘Temiz’inden RES yalanı


Özer AKDEMİR
Çevre için Medya İletişim Ağı Çalıştayları kapsamında gittiğimiz Almanya’da Paderborn adlı bir ilçenin yakınlarında bulunan rüzgar santralleri bölgesini gezdik. RES’lerin sahibi olan şirketin temsilcisi Kerstin Haarmann’a üç soru yönelttik. Altında bulunduğumuz RES’in pervanesinden hiç ses gelmemesi üzerine Türkiye’dekiler neden çok ses çıkarıyorlar da bunların sesi yok” dediğimizde yanıtı çok kısaydı: “Kullanılan teknoloji farkı”. Bizim kapitalistler ucuz olanı almışlar onlar da ses yapıyor. “RES’lerin hiç zararı yok mu, tarım arazilerinin ortasına yapılmış, bunlara çiftçiler köylüler ne diyor?” sorumuzu da “çiftçilere belli miktar kira ödüyoruz. Kuş göç yollarında olmamasına dikkat ediyoruz ve en önemlisi tek kişinin bile itirazı olursa bu açılacak davalarda ciddiye alınıyor” diye yanıtladı. Son sorumuzu ise şaşkınlıkla karşıladı; “Daha birkaç gün önce Dünya Doğa Konseyi, Rüzgar Çiftliği Mağdurları, Kuzey Amerika Rüzgar Enerji Karşıtları Platformu adlı uluslararası üç çevre örgütü RES’lerin zararları, verimsizliği ve doğada yarattığı kirlilikle ilgili G-20 üyesi ülke yetkililerine bir açık mektup gönderdi. Bundan bilginiz var mı ve bu iddialarla ilgili ne diyorsunuz”. Haarmann böyle bir mektuptan haberlerinin olmadığını ve bu iddialara şaşırdığını söyledi. Mektubun İngilizcesini ertesi gün e-posta adresine göndererek yorumunu talep ettim. Birkaç gün sonra şu yanıt geldi; “RES’lere karşı bu kadar düşmanca bir metin görmedim. İddiaların hepsi gülünç ve saçma!”. Oysa Haarmann’ın “gülünç ve saçma” bulduğu iddiaların hepsinin referansı vardı ama, kendisi bu yorumuna bir dayanak gösteremiyordu.  

ÇEŞME’NİN KARABURUN’DAN ÖĞRENDİĞİ
Türkiye’nin en önemli turizm beldelerinden Çeşme’nin tepelerine kondurulmak istenen RES’lerin önünde önemli iki engel vardı. Birincisi RES’lerin yapılacağı yerler 1. ve 2. derece doğal SİT alanıydı. Bu bir şekilde aşılabilirdi ama ikinci engel biraz daha zorluydu; halk. Çeşmeliler özellikle paylaştıkları yarımadanın diğer tarafı Karaburunluların başına gelenlerden sonra RES’lere hiç de sıcak bakmıyorlardı. Oysa RES’ler son yılların albenili sözleriyle “hem yenilenebilir, hem temiz enerji” değil miydi? 
RES’lerle ilgili yapılan koruma planlarında SİT engeli kağıt üzerinde aşıldı. Yarımadadaki kültürel, doğal, ekolojik yapıyı korumayı amaçlaması gereken plan ‘RES yatırımlarını koruma’ planına çevrildi. Buna karşı açılan davada mahkemenin bu kurnazlığı görmesi üzerine plan bozuldu ve süreç durduruldu. Yargı dur dedi ama duracak mı? Bunun için biraz Karaburun örneğine bakmakta fayda var.

‘LANETLİ TOPRAKLAR’IN SON İSYANI
Karaburunlular Çeşmelilerin şimdi geçtiği yollardan yıllardır geçiyorlar. Yarımadanın %70’e yakın bir kısmının RES şirketlerine tahsisi sonrası harekete geçen Karaburunlular açtıkları 10’un üzerinde davanın yanı sıra birçok eylem ve etkinlikle yaşam alanlarını koruma mücadelesine giriştiler. Korudukları sadece kendi yaşadıkları topraklar değildi. Ada martısının, ada kekiğinin, atmacanın, kartalın, serçelerin ve karıncaların da yurtlarıydı. Karaburun’un adı, tanrılara başkaldırdığı için Bozdağ’a gömülen Mimas’ın adından geliyordu. Osmanlı’ya karşı başkaldıran Börklüce Mustafa da bu topraklarda isyan bayrağını açmıştı. Osmanlı’nın Börklüce isyanını bastırdıktan sonra “lanetli topraklar” ilan ettiği ve 100 yıl boyunca girişi yasakladığı topraklardaki isyan damarı bir kez daha kabarmış, bu sefer RES’çilerin karşısına dikilmişti. 

KUŞ CELLATLARI
Karaburun’a 2000’e yakın RES direği dikileceğinden bahsediliyordu. Bu direkler arasındaki bağlantı yolları, iletim hatları, direklerin kapladığı alanlar ve devasa rüzgar güllerinin gövde ve pervanelerinin taşınması için açılan geniş yollar yarımadayı bir anda inşaat alanı haline getirmişti. Her enerji şirketi yaptığı planda o yörede sadece kendisi varmış gibi riskleri sıralıyor ve bunları gidereceğine dair bir sürü taahhüt ortaya koyuyordu. Oysa yanı başında, birkaç kilometre ötesinde, yarımadanın diğer tarafından yükselen RES’lerin toplam bir etkisi olması kaçınılmazdı. Yüzlerce RES direğinin kuş göç yolları üzerinde bulunan yarımadada bu kuşların cellatları olacağı, şimdiden ada martısının yarımadayı terk ettiği, keçilerin direklerin altına yanaşmadığı gibi köylülerin gözlemlerine rağmen RES’çiler “kediler kuşlara daha çok zarar veriyor” türünden komik savunmalarla günü geçiştirmeye çalışıyorlardı. Yargı da bu savunmayı komik bulmuş olacak ki bir şirketin ÇED olumlu kararını iptal etti. ÇED raporları iptal edilmiş olmasına rağmen bir bürokratın direktifiyle yeniden çalışmaya başlayan RES’leri gören yarımadalılar “Temiz enerji” etiketli RES’lerin doğayı kirletmeden önce hukuku kirlettiğini yaşayarak gördüler.
NE TEMİZ NE DE UCUZ
Yaşananlar şunu gösterdi ki; RES’ler ne temiz ne de övüldüğü gibi ucuz ve fosil yakıtlara oranla tercih edilen bir enerji türü. Dünyanın neresine giderseniz gidin Kapitalizm koşullarında “en temiz” dediğiniz enerji türü bile bir bakıyorsunuz Karaburunlu Mustafa Şenbahar’ın deyimiyle “pisleşmiş”. İşin içine para girince ekoloji, sürdürülebilir yaşam bir yalan olup çıkıyor. Sistemin çarkı kâr ve sömürü üzerinden dönüyor. Bu sistem emeği ve doğayı sömürürken, önüne gelen her şeyi kirletiyor…


 Eklenme Tarihi: 22 Kasım 2015

20 Kasım 2015 Cuma

Kilit vurulacak altın madenine yeni izin



Özer AKDEMİR
İzmi
r
Yargının çevre ve halk sağlığı açısından risk oluşturduğu için iptal ettiği Efemçukuru altın madeninin kapasite artışı için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı onay verdi. Efemçukuru altın madeni, İzmir’e temiz su sağlayan baraj havzalarına da komşu.

MADEN KİRLİLİK YAYDIĞI İÇİN İPTAL EDİLMİŞTİ
İzmir’e kuş uçuşu 20 kilometre uzaklıktaki, kente su sağlayan barajların havzasına komşu bir konumda bulunan Efemçukuru altın madeni tüm bilimsel uyarılara ve karşı çıkışa rağmen yaklaşık 4 yıldır faaliyetine devam ediyor. Kanadalı El Dorado Gold şirketine ait TÜPRAG Madencilik tarafından yapılan maden işletmeciliğinin yörede yer altı, yer üstü sularını kirlettiği mahkeme tarafından atanan bilirkişi keşfi raporunda açıkça ortaya konmuştu. Keşif sırasında alınan numuneler ile madencilik başlamadan önce yapılan ölçümlerin karşılaştırıldığı raporda birçok ağır metal değerinin limitlerin çok üzerinde olduğu belirlenmişti. İzmir 1. İdare Mahkemesi, madenin kapasite artırımı için gereken “çevresel etki değerlendirme (ÇED) olumlu” belgesini bu rapora dayanarak iptal etmişti. Dava EGEÇEP, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, İzmir Tabip Odası, Av. Arif Ali Cangı ile Efemçukuru köyünden Ahmet Karaçam tarafından açılmıştı.

kupe.jpg görüntüleniyor
MAHKEME KARARINA RAĞMEN YENİDEN İZİN
İzmirliler tarafından sevinçle karşılanan bu kararın bir an önce uygulanarak madenin kapısına kilit vurulmasının beklendiği bir süreçte altın madeninin hazırladığı yeni kapasite artışı raporu Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca kabul edildi. EGEÇEP Hukuk Komisyonu Üyesi Avukat Arif Ali Cangı, bu durumun yargı kararına açıkça direnmek anlamına geldiğini ve suç olduğunu söyledi. Cangı, “Ortada ağır metal kirliliğini tespit etmiş bir mahkeme kararı varken, mahkeme kararına direnilerek, üstelik ÇED yönetmeliği dahi işletilmeden yeniden ÇED izni verilmiş. İzmirlilerin itirazları önemsenmemiş” dedi.
Çevre Kanunu’ndaki “Çevre ve insan sağlığı yönünden tehlike yaratan faaliyetler süre verilmeksizin durdurulur” hükmünü hatırlatan Cangı; “Bu yasal düzenlemeye göre; İzmir’in yaşamı için büyük tehdit oluşturduğu mahkeme kararı ile kanıtlanan maden işletmesinin tamamıyla kapatılması gerekirken, yeniden ÇED izni verilmesi İzmir’e yapılmış en büyük ihanettir” diye konuştu. İzmir Büyükşehir Belediyesinin ve İZSU’nun kentin su kaynaklarını kirleten bu altın madenine karşı ne yaptığı sorusunu yönelten Cangı, “İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Aziz Kocaoğlu daha ne kadar susacak?” dedi. ÇED raporuna karşı en kısa zamanda dava açacaklarını ifade eden Cangı, “Ancak dava açmak yetmez, İzmirlilerin demokratik tepkilerini göstermeleri gerekir” diye konuştu.
Eklenme Tarihi: 20 Kasım 2015 

18 Kasım 2015 Çarşamba

İzmir’in Çernobili’nde TAEK mahkemeyi takmıyor



Özer AKDEMİR
İzmir
“İzmir’in Çernobili” olarak bilinen Gaziemir’de, eski bir kurşun fabrikasının bahçesinde gömülü olduğu ortaya çıkan nükleer atıklarla ilgili Türkiye Atom Enerjisi Kurumunun (TAEK), mahkeme kararı olmasına rağmen alanda çalışma yaptığı ve atıkları ayrıştırdığı ortaya çıktı. 
NÜKLEER ATIĞI ÇED’SİZ KALDIRACAKLARDI
TAEK, Türkiye’nin üçüncü büyük kenti İzmir’in merkez ilçelerinden birisinde, binlerce insanın yaşadığı Aktepe ve Emrez Mahalleleri yanındaki fabrika bahçesinde ortaya çıkarılan nükleer atıkların varlığını bilmesine rağmen yıllarca önlem almamış, adeta yörede yaşayanların sağlıklarının bozulmasına göz yummuştu. Atıkların bölgede olduğu ortaya çıkıp, kamuoyunun gündemine oturunca yetkililer bu atıkların taşınması için çalışma başlatmıştı. Atıkların özel bir şirket tarafından taşınması için yapılan ihalede İzmir Valiliği “çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) gerekli değil” kararı verince, mahalleli, EGEÇEP ve Yeşil ve Sol Gelecek Partisi bu karara karşı dava açmıştı. İzmir 2. İdare Mahkemesi, geçen mayıs ayında sonuçlanan davada radyoaktif maddelerin canlı yaşamına yönelik olumsuz etkilerine dikkat çekerek; “Radyoaktivite içeren atıkların bertarafında mutlaka ÇED yapılmalıdır” kararı vermişti. Aradan aylar geçmesine rağmen mahkeme kararının yerine getirilmesine dönük bir ÇED sürecine başlamayan ilgili kurumların çalışmaların durdurulduğu açıklamasına rağmen alanda çalışmaların hâlâ devam ettiğinin gözlenmesi üzerine bu çalışmalar kamera ile çekilip İzmir Valiliğine suç duyurusunda bulunulmuştu.  

MAHKEME KARARI VAR AMA TAEK ÇALIŞIYOR
Davayı yürüten EGEÇEP Hukuk Komisyonu Üyesi Avukat Arif Ali Cangı’ya İzmir Çevre İl Müdürlüğünden gelen yazıda mahkeme kararına rağmen alandaki çalışmaların sürdüğü itiraf edildi. Çevre İl Müdürlüğü, işletmede kırma eleme faaliyetine son verildiğini ve bu ekipmanların söküldüğünü belirttikten sonra şu açıklamayı yaptı: “...İşletme içerisinde TAEK kontrolünde yer yer fiziksel ayırma işlemlerinin devam ettiği gözlemlenmiştir.” Yazıyı yorumlayan Av. Cangı, TAEK’in mahkeme kararını yok saydığını söyledi. Mahkeme kararının tüm kurumları bağlayıcı olduğuna dikkat çeken Cangı, “Mahkeme kararından sonra ‘ÇED sürecini derhal başlatın’ diye defalarca başvuru yapmama rağmen gerek Bakanlık, gerek Valilik gerekse Çevre İl Müdürlüğü hep oyalayıcı yanıtlar verdiler. TAEK ‘ÇED beni ilgilendirmez, Çevre Bakanlığını ilgilendirir’ diyor. Oysa ÇED tam da TAEK’in faaliyet alanlarına ilişkin konuları içeriyor. Mahkeme kararı bir anlamda olayın bilimsel olarak ve şeffaf bir şekilde çözümünün önünü açmışken TAEK gizli kapaklı, kamuoyundan kaçırarak çalışmasına devam ediyor. Üstelik bu atıkların ne yapıldığı, nereye gittiği bile belli değil” dedi. 

ALANA YENİ ATIKLAR MI GETİRİLİYOR?

Mahallelinin yağmurların ardından alandan dumanlar çıktığına dair gözlemlerinin devam ettiğini aktaran davanın avukatı Arif Ali Cangı, önemli iddialarda bulundu. Bölgeye yeni atıkların bile getirilmesinin söz konusu olabileceğini söyleyen Cangı, “Yapımı süren Konak Tüneli’nin atıklarının bu alana getirildiğine dair duyumlar var. Burası bir atık alanı haline getirilirse ömrübillah temizlenemez” dedi. 
Eklenme Tarihi: 18 Kasım 2015

14. Dünya Ormancılık Kongresi gerçekleşti: Ormana bak kapitalizmi gör

 
14. Dünya Ormancılık Kongresi gerçekleşti
Özer AKDEMİR
İzmir
7-11 Eylül 2015 tarihleri arasında Güney Afrika Cumhuriyeti’nde gerçekleştirilen 14. Dünya Ormancılık Kongresinde dünya ormanlarındaki azalmanın devam ettiği vurgulandı. En çok azalmanın Güney Amerika ve Afrika gibi subtropikal bölgelerde olduğunun altının çizildiği Kongrede ormancılık açısından umut verici haberler de var. Kongreye Türkiye’den sunum yapmak için çağrılan tek akademisyen olan Bartın Üniversitesi Orman Mühendisliği Bölümü Ormancılık Politikası Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Atmış Ormancılık Kongresi ile ilgili sorularımızı yanıtladı: 

DÜNYANIN EN BÜYÜK ORMANCILIK TOPLANTISI
Dünya Ormancılık Kongresi ile ilgili kısa bir bilgi verir misiniz?
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Güney Afrika Hükümetinin birlikte düzenlediği 14. Dünya Ormancılık Kongresi Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Durban kentinde 7-11 Eylül 2015 tarihleri arasında yapıldı. “Ormanlar ve İnsanlar: Sürdürülebilir Geleceğe Yatırım” ana temasıyla yapılan Kongreye; 138 ülkeden bilim insanları, bakanlar, politikacılar, sivil toplum örgütü temsilcileri, bürokratlar, ormancılık yöneticileri, özel sektör temsilcileri ve öğrencilerin de içinde bulunduğu 4 bin kişi katıldı. Altı yılda bir yapılan kongrenin birincisi 1926 yılında Roma’da yapılmıştı. Kongre ormancılık alanında yapılan en büyük ve önemli kongre olarak biliniyor. 

DÜNYA ORMANLARI GİTTİKÇE AZALIYOR
Kongrede neler konuşuldu? Dünyadaki ormanların durumu konusunda yeni bilgiler var mı? 
Dünya Ormanlarının durumunu değerlendiren “Küresel Orman Kaynakları Değerlendirme Raporu (FRA 2015)” kongrede açıklandı. 1990 ile 2015 yılları arasındaki 25 yıllık devrede dünya ormanlarının, yapılan ağaçlandırma çalışmalarına karşın azalmaya devam ettiği açıklandı. 1990’da 4 milyar 128 milyon hektar olan orman alanının, 2015’de 3 milyar 999 milyon hektara indiği, 1990’da dünya karasal yüzeyinin yüzde 31.6’sı ormanken, şimdi bu oranın ne yazık ki yüzde 30.6 ya indiği belirtildi. 
Kongrede son beş yıldaki azalma oranının yarıya düştüğü iyi bir haber olarak açıklandı. Daha önce ormanlar yılda  yüzde 0.18 azalırken, 2010 yılından beri yılda bu oranın yüzde 0.08 olarak gerçekleştiği raporda yer alıyor. Yeryüzündeki ormanlar 2010 yılından beri yılda 7.6 milyon hektar azalıyor. Yapılan ağaçlandırma çalışmalarıyla her yıl 4.3 milyon hektar orman kuruluyor. Bu durumda yıllık net orman kaybı 3.3 milyon olarak gerçekleşiyor. 
En büyük orman kaybı Güney Amerika ve Afrika kıtalarında gerçekleşmiş. Yani tropik ve subtropik ormanlar hızla yok oluyor. Örneğin Afrika kıtasında son 25 yıl içinde toplam 129 milyon hektar orman alanı yok oldu. Raporda; Kuzey Amerika ve Avrupa kıtaları ile Güney ile Güneydoğu Asya’da yapılan ağaçlandırmalar sayesinde bu kıta ve bölgelerde ormanların arttığı bilgisi var.

KENTLİYE ULAŞMAYAN KENT ORMANLARI
Sizin sunumunuzun konusu neydi? 
Bizim sunumumuz dört arkadaşımızla birlikte hazırladığımız kent ormanlarıyla ilgili bir projenin sonuçlarına ilişkin bir bildiriydi. Bu bildiri; 2003 yılından beri Türkiye’de kurulmaya başlayan kent ormanlarını inceleyen çalışmalarımızdan biriydi. Batı Karadeniz Bölgesi’nde 7 farklı ilde bulunan 10 kent ormanını inceledik ve proje sonuçlarımızı dünya ormancılık kamuoyuyla paylaştık. Ne yazık ki; ülkemizde kent ormanlarının kurulmasını kentte yaşayanların ormanlarla ilişkilerini güçlendirmek ve orman hakkındaki bilgilerini arttırmak açısından olumlu bir gelişme olarak ele alırken, mevcut kent ormanlarının yönetiminin istenen düzeye ulaşamadığını anlatmak zorunda kaldık. Zaten bildirimiz; “Kentli Topluma Ulaşamayan Bir Ormancılık Hizmeti: Kent Ormanları” ismini taşıyordu.
Dünyada ormancılığa bakış ile bizimki arasında bir fark var mı? Dünyaya egemen olan sistem ormanları nasıl etkiliyor?
Dünyada da Türkiye’de de bakış açısından bir fark yok. Sermayenin egemen olduğu her yerde ormanlara para getirecek bir kaynak olarak bakılıyor. Ne yazık ki; kapitalizmin en büyük gelir kaynaklarından biri ormanların talan edilmesinden geçiyor. Kendi ülkelerinde doğanın korunmasına özen gösteren Avrupa ve Amerika kıtasındaki ülkeler, Afrika ve Güney Amerika’daki ormanları yok etmekte bir kötülük görmüyor. 
Ormanları korumak için herhangi bir girişim, plan, program var mı?
Tabii, sadece bu kongrede değil son 30 yıl içinde ormanların korunması için birçok ortak belgeye imza atıldı. Örneğin 1992’de Rio’da yapılan “Çevre ve Kalkınma Konferansında gündeme gelen “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi”, “İklim Değişikliği Sözleşmesi”, “Gündem 21” ve “Orman Prensipleri” gibi belgeler bu girişimlerin öncüleri. Küresel ve bölgesel düzeyde ormanları korumak için çok farklı oluşumlar var. 
Sürdürülebilir Orman Yönetimi çerçevesinde Türkiye’de de 2004 yılında 20 yıllık bir süreyi kapsayan “Ulusal Orman Programı” hazırlandı. Ne yazık ki bu programda yazan birçok amaç ve hedefe ulaşma konusunda oldukça başarısızız. 

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE ORMANSIZLAŞMA
Küresel İklim değişikliği ormanları nasıl etkiliyor ve buna karşı bir şey yapılması düşünülüyor mu?
Küresel iklim değişikliğinin artmasının en önemli nedenlerinden biri ormansızlaşma. Diğer yandan küresel iklim değişikliğinin yarattığı yeni iklim koşulları orman yangınlarının artmasına neden oluyor. Küresel iklim değişikliğine karşı mücadelede ormanların arttırılması gerektiğine herkes inanıyor artık. Bu nedenle mevcut ormanlar bir yandan korunmaya çalışılırken, diğer yandan ağaçlandırmalarla yeni orman alanları kurulmaya çalışılıyor. Örneğin son yıllarda Çin’deki ağaçlandırma rakamları inanılmaz ölçülerde. Belki de bu çabalar; son yıllarda kurdukları termik santrallerle havaya bıraktıkları karbon gazlarını tutmak için kaçınılmaz bir durum onlar için. 
AKP ORMAN YIKIMINA HİZMET EDİYOR
1 Kasım genel seçimlerindeki tablo ülkemizdeki ormanlara nasıl yansıyacak?
Adalet ve Kalkınma Partisinin kurmuş olduğu hükümetler; ne yazık ki, kağıt üzerinde ormanları koruyor gibi gözükseler de, uygulamada ormanlara zarar veren politikalar uyguluyorlar. Odun ve odun dışı orman ürünleri üretimini maksimum kılacak çalışmalarının yanı sıra, orman alanlarının madencilik, turizm, enerji, eğitim vb. ormancılık dışı amaçlarla kullanımını oldukça kolaylaştırdılar. Artık ormanlar ağırlıklı olarak ormancılık için değil, ormancılık dışındaki amaçlar için yönetiliyor. Tüm bunları “kalkınma” argümanını kullanarak yapıyorlar. Fakat ne yazık ki gerçek anlamda kalkınmaya hizmet etmekten çok, ormanlarımızın yıkımına hizmet ediyorlar.
 Eklenme Tarihi: 18 Kasım 2015 


17 Kasım 2015 Salı

Ovadan bal yerine maden akıyor

Bir zamanlar "Dağlarından yağ, ovasından bal akardı Aydın'ın". Gelin bir de şimdi bakın!..



Aydın Dağlarında maden katliamı
Özer AKDEMİR
Aydın Muğla arasında uzanan Beşparmak (Latmos), Madran ve Gökbel Dağları felspat, kuvars ve albit üreten maden ocakları tarafından delik deşik edilmiş durumda. Binlerce yıllık tarih, yüz binlerce zeytin ağacı, efelere yataklık etmiş koyaklar mutfak mermeri, banyo küveti, tuvalet taşı yapılıyor!..
DAĞLAR, OVALAR CAN ÇEKİŞİYOR
Aydın yöresinde söylenen bir söz vardır; "Aydın'ın dağlarından yağ, ovasından bal akar". Dağları "zeytin okyanusu"ydu çünkü Aydın'ın. En güzel, en lezzetli, bol yağlar bu zeytinlerden elde edilirdi. Ovası da ballı incirlerle doluydu. Germencik de, İncirliova da dünyanın en lezzetli yemişlerini yiyebilirdiniz. Şimdi kan ağlıyor Aydın dağları. Ovalar ise can çekişmede...
MADENİN YUTTUĞU KÖY
Çepeçevre Yaşam çekimleri için Aydın Çevre ve Kültür Platformu (AYÇEP) yöneticileri ile gittiğimiz Aydın-Muğla Dağlarında gördüklerimizi anlatacak kelime "dehşet" olur sanırım.
İlk uğradığımız yer 4-5 yıl önce maden şirketi tarafından satın alınan Kuşçamı köyü olacaktı. EGEÇEP Yürütme Kurulu üyesi Ahmet Uslu, köyün Eczacıbaşı şirketi tarafından satın alınmasının 4-5 yıl önce basında Züğürt Ağa filmi ile bağ kurularak verildiği ve bir iki kısa haberden öte geçmediğini anlattı. Kuşçamı köyünün olduğu yere vardığımızda köyden eser kalmadığını, bir zamanlar evlerin, sokakların, okulun, caminin bulunduğu 50 hanelik köyün koca bir maden ocağı haline geldiğini gördük. Her taraf delik deşik olmuş, koca tepe ortadan bölünmüş ve üzerinde iş makineleri harıl harıl albit madeni üretimine devam ediyordu. Köy henüz ortadan kalkmadan gelip bölgede haber yapan gazetecilerden, şimdi AYÇEP'in yönetim kurulu üyesi olan Cavit Eskici manzara karşısındaki şaşkınlığını gizlemeden; "Maalesef para tatlı geldi o dönem köylüye. Evleri anladım ama mezarları nasıl sattılar. Taşındığı söyleniyor ama nasıl oldu bilmiyorum. Bu madenler ileriye doğru yayılıp gidiyor yakında diğer köyleri de böyle yutacak" deyi konuştu.
AĞLAYA AĞLAYA GÖÇTÜK KÖYDEN
Köylüler evlerini sattıktan sonra birkaç kilometre ötedeki komşu Ovapınar köyüne yakın bir yere taşınmışlar. Haritadan tamamen silinen Kuşçamı'nı geride bırakıp yola koyulduğumuzda bir yanı maden pasaları ile dolu olan yolumuzun öbür tarafında zeytin ağaçlarının diplerindeki çalıları temizleyen iki köylü görünce durduk. Köylüler de Kuşçamı'nıdaki evlerini satıp Ovapınar'a taşınanlardan. 30-35 yaşlarında gösteren Mehmet Şahan gönül rızası ile satmadıklarını, köylünün çoğunun satması üzerine mecbur kaldıklarını söyledi. Tam karşılarında, yolun öbür tarafındaki derenin ötesine yığılan pasalardan şikayet eden Şahan, "derenin içindeki 7-8 zeytin ağacımı kırdılar bu yıl. Tozdan zaten zeytinin verimi iyice azaldı" diye konuştu. Annesi Feride Şahan ise köylerini ağlaya ağlaya terk ettikleri, ama başka çarelerinin olmadığını söyledi.
YOL BOYU MADEN YARASI
Beşparmaklardan Gökbel Dağlarına giden yaklaşık 20-30 kilometrelik yol boyunca 10'un üzerinde maden yarasını gördük. Katledilen zeytinlikler, ormanı ile birlikte yarısı alınan tepeler, tozdan yüzü gözü görünmeyen çamlar, ahlat ağaçları, çiçekler...
Ahmet Uslu, bunların sadece yol boyunca görebildiğimiz maden ocakları olduğunu, yoldan görülmeyen yerlerde buna benzer onlarca maden ocağı daha bulunduğunu söyledi. Yine bu ocaklardan birisini çekmek için durduğumuz Hatipkışla Köyü yakınlarında fıstık çamları bekçiliği yaptığını söyleyen Ahmet Özen, zeytinlerin tozdan çok etkilendiğini, 8-10 senedir köyde zeytin olmadığını söyledi. Özen, hayvanların da ciğerlerinden hasta olduğunu, madenlerin atık sularını derelere bıraktığını dile getirdi.

İRİN GİBİ BİR SU!
Maden cevheri taşıyan 20-30 tonluk kamyonların delik deşik ettiği yollardan geçerek geldiğimiz Muğla Milas'a bağlı  Ortaköy'ün köy kahvesinde görüştüğümüz köylüler madenlerdeki patlatmalar nedeniyle içme sularının yer değiştirdiğini anlattılar. Yetiştirdikleri ürünlerin de veriminin her geçen yıl düştüğünden bahseden köylüler çoğu kişinin bu nedenle tarımı bırakıp madenlerde işçi olarak çalışmaya başladığını dile getirdiler. Köylüler, madenlerin derelere atık bıraktıklarını belirterek, "Eczacıbaşı Esan atıklarını dereye bırakıyor. İrin gibi su geliyor. Balıkları bırakın kurbağa bile kalmadı. Oysa bu su Bodruma kadar gidiyor içme suyu olarak" dediler.
TOZDA ORGANİK ZEYTİN OLUR MU?
Köyün girişindeki "Organik Zeytin Yetiştiriciliği Alanı" tabelasının hiçbir anlamı olmadığını söyleyen AYÇEP Başkanı Mehmet Vergili, "Bu tozun toprağın, kimyasalların arasında organik zeytin mi yetişir" dedi. Vergili, yöre insanının maden şirketleri tarafından tarlasından kaç-göç ettirilmeye çalışıldığını belirterek, maden yasası ile zeytin, zeytinyağı cenneti olan Aydın'ın yok edilmek istendiğini söyledi.

KÖYLERDEKİ ÖLÜMLERİN YÜZDE 80'İ KANSER
Aydın Tabip Odası Başkanı Metin Aydın, binlerce yıllık medeniyetlerin izlerinin maden ocakları nedeniyle bitme noktasına geldiğini dile getirerek şunları söyledi, "Bu köylerde ölen insanların yaklaşık %80'inin kansere bağlı hastalıklarla öldüğünü, bu kanserlerden de en yaygınının akciğer kanseri olduğunu tespit ettik Tabip Odası ve TTB olarak. Bu madenlerde çalışan işçilerin yaklaşık %30'unun da silikozis hastalığına yakalandığı tespit edildi. Zaten en fazla 7-8 yıl bu işletmelerde çalışabiliyor işçiler. Bütün yetkilileri buraya, katliamı gözleriyle görmeye çağırıyoruz".

GÖZ GÖRE GÖRE
Aydın Ziraat Odası Başkanı Mahmut Nedim Barış: "madenlerin çıkardığı toz ve kimyasallar zeytinin yaprağını kaplayarak onu nefes alamaz hale getiriyor. Bunları yiyen insanlarda da bir takım hastalıkların olması kaçınılmaz.
Ahmet Uslu: Yazık olan şeylerimiz var göz göre göre giden. 12 milyon zeytin ağacıyla Aydın bölgesi en çok zeytin ağacı olan bölgelerdendir. Dikme değildir bu zeytinler kendi doğal halinde yetişmiş zeytinlerdir. Doğallığı madenler yüzünden bozuldu. Arıcılık da bitti oysa burada antik çağdan bu yana kaya kovanlarında arıcılık yapılmıştı. Maden ocakları muhtarları 3-5 kuruşla yanlarına çekmeyle bu işi nerelere kadar götürebilecekler
Eklenme Tarihi: 17 Kasım 2015 
http://www.evrensel.net/haber/265326/ovadan-bal-yerine-maden-akiyor

12 Kasım 2015 Perşembe

ÇEPEÇEVRE YAŞAM_Aydın dağlarında maden katliamı_12 Kasım

Bir zamanlar dağından bal ovasından yağ akardı Aydın'ın. Bir de şimdi bakın!
Aydın'ın dağlarında bir doğa katliamı yaşanıyor.
Beşparmak ve Gökbel dağlarının onlarca yeri felspat ve kuars madencileri tarafından delik deşik edilmiş.
Binlerce yıllık tarih, yüz binlerce zeytin ağacı, efelere yataklık etmiş dağlar mutfak mermeri, banyo küveti, tuvalet taşı yapılıyor!..

12 Kasım Perşembe saat: 20.00



Programın tanıtımı: 

Programın tamamı: 

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...