9 Nisan 2017 Pazar

Karıncanın kardeşi var!_Pazar eki

  
 09 Nisan 2017 04:53

Özer AKDEMİR

“Bizim köyümüz çok güzeldi. Çok güzeldi…” dedi Şahsenem Dikmenoğlu. 70 yaşlarının getirdiği kırışıklarla dolu yüzünde gitgide büyüyen bir öfkenin izleri vardı. Bakışları ise içinde kopan fırtınaların yankısıyla bir hüzünlü, bir kızgındı. Ama daha çok kırgınlık taşıyordu bu gel gitler arasında değişip duran bakışlar. Kırgın; madene ‘dur’ diyemeyen köy muhtarı oğluna, yarısı teslim olan köylüsüne, yıllarca güvendiği devlete, herkese…
“Bu tepenin her yanı çamlıktı. Yemyeşildi. Kapınızın önüne çıktığınızda püfür püfür çam kokusu, çiçek kokusu, reyhan, kekik kokusu gelirdi tepeden. Şimdi mahvettiler köyümüzü, mahvettiler!..”
Sesi titriyordu konuşurken öfkeden. Zor tutuyordu içindekini. Çekti elini ucu oyalı yazmasından, sinek kovar gibi salladı; 
“Bizi öldürüyorlar bunlar, öldürüyorlar. Üç köyün arasında maden mi olur? Maden mi olur? Çamlarımızı kestiler. Siyanür doldurdular tepemize. Hepimiz hastayız şimdi. Kanserden kırılıyoruz biz. Kanserden ölüyoruz…”
Kamerayı falan unuttu bir anda. Artık öfkesini de, dilinin ucuna kadar gelip içine gömdüğü sözleri de dizginlemiyordu. Öfkesi meşhurdu zaten Şahsenem teyzenin; 
“O başbakan yok mu o başbakan. Sağda solda konuşup duruyor. Gelip bizim derdimizi dinledi mi hiç? Biz ne çekiyoruz burada bilir mi? Biz ölüyoruz burada, o altın peşinde. İnsanlar öbür tarafa ne götürüyorlar? Mezara altınla konmuyor kimse, pamukle gömülüyor pamukle”…
Sonra kırk yıllık politikacı gibi tüm köylülere seslendi kameranın merceğine girer gibi. Dedi ki; “O başbakan köylünün halini hiç bilmez. Ancak oy istemeye gelince hatırlar köylüyü. Beni dinlesin köylüler ona oy vermesin. Oy vermesin ona! Ne oy vereceğiz. O bizi hiç düşündü mü? Beni dinlesin köylüler, bir tek oy bile vermesinler ona”…
*** 
YILANIN AĞZINDA KUŞ GİBİ!..
Altın Madeni tel örgülerinin hemen yanındaki bamya tarlasında bulduk Sebahat Gökçeoğlu’nu. Madenin, kocaman bir tepe haline gelen pasa yığınlarıyla tarlaları arasında sadece toprak bir yol vardı. Eşi Ramazanla iki büklüm olmuşlar, sarı sıcağın alnında çapa yapıyorlardı. 
Toprak testiden doldurup verdiği suyu içerken “bu sıcakta zor olmuyor mu çapa?” diye sordum. Tam öğle vakitlerindeydi gün ve yel efilemiyordu havada. “Mecburuz” dedi Ramazan Gökçeoğlu, “mecburuz, yaşamak için çalışmaya. Geçimimiz bu bizim”. 
“Bu pasalar dibinize kadar gelmiş. Zararı olmuyor mu ürünlerinize” sorumu Sebahat abla yanıtladı; “Olmaz olur mu? Ürünümüzün verimi yarıya düştü. Dibimizden akan dereye madenin suyunu bırakıyorlar geceleri. Tarlalarımızı bu suyla suluyoruz biz. Hayvanlarımız bu sudan içiyorlar. Zehirsiz olsa, zararsız olsa neden geceleri salıyorlar dereye. Ama sesimizi duyan yok ki”
Yazmasının üzerine beyaz bir şapka takmıştı Sebahat abla. Toprak testiden su döküp ellerini yıkamasına yardım etti Ramazan abinin. Sonra Ramazan abi aynısını yaptı, tarlanın tozu toprağına bulanmış olan Sebahat ablanın eline su döktü. Tarlanın kıyısında kalmış yaşlı bir zeytin ağacının gölgesine gidip oturdular. Ağacın gövdesine dayalı çıkınlarını açıp serdiler yere. Buyur ettiler bizi. Köy ekmeği, zeytin, keçi peyniri, domates, salatalıktan oluşan öğle yemeğini bizimle bölüştüler. 
Aylardır, yıllardır topraklarında yapılmak istenen altın madenine karşı direndiklerini anlattı Sebahat abla. “Gece gündüz her türlü eylemi yaptık” dedi, “madeni işgal etmemizden tutun, İstanbul Boğaz Köprüsüne topluca çıkıp pankartla yürümeye kadar”. Ekmeğini salatanın zeytinyağına banarken “nüfus sayımlarında saydırmadık kendimizi. Bu maden varsa biz bu ülkenin vatandaşı değiliz dedik. Avrupa’ya toplu iltica talebinde bile bulunduk. Hatta…” dedi Sebahat abla. Duraksadı. Ramazan abiye baktı kaş altından, kızardı; “Köyün adamlarını eylemlere çekebilmek için uçkur grevi bile yaptık tüm kadınlar”. “Cuk cuk” etti Ramazan abi, başını salladı, güldü bıyık altından. 
Sürdürdü konuşmasını Sebahat abla, “Yine de sesimizi dinletemedik. Tüm davaları kazandık ama adaleti göremedik. Hukuk bir kere uğradı yanımıza, “Bu maden çalışamaz” dedi. Ertesi gün başka raporlar aldılar, kanunlar çıkardılar. Durduramadık madeni. Çalışıyor aylardır tepemizde. Bizse yıllardır yılanın ağzındaki kuş gibi çığırıyik!. Yılanın ağzındaki kuş gibi…” 
***
Verimli Bakırçay Ovasının tam ortasındaki altın madeninin üçüncü siyanür barajı yapılmak istenen açık ocağının fotoğrafını gösterdi Erol Engel. “Üçüncü belamız bu işte” dedi. Yıllardır, madene karşı verilen mücadelenin içindeydi. Bergama Çevre Platformu Sözcülüğünü yapıyordu. “Ovacık Köyünü, Narlıca’yı, Çamköy’ü katlettiler. 8 yıl çalışıp gideceğiz diyorlardı, 15 yıl oldu gitmediler. İki siyanür barajı yaptılar, ikisi de doldu. Cevheri bitirdiler burada. Şimdi Kozak Yaylasını, fıstık çamlarını bitirmek istiyorlar. Burasını siyanür işleme üssü haline getirdiler. Kozak’tan, Havran’dan cevheri buraya taşıyıp, burada siyanüre bulayıp altını ayrıştırıyorlar” dedi. Madenin bu barajla ömrünü 13 yıl daha uzattığını anlattı. 

Çamavlu Köylülerinin meralarına rüzgar enerji santrali yapmak isteyen şirketi kovdukları gün Ayvalık’tan, Dikili’den, İzmir’den, Burhaniye’den gelenleri, Bergama’nın köylerinden Çamavlu köyü kahvesi önünde elele tutuşup barikat kuranları gösterip dedi ki; “Ovacık’ta gerilettiler bizi belki ama Çamavlu’da dikildik yine karşılarına. Çünkü karıncanın kardeşi var…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...