23 Nisan 2017 05:58
Özer AKDEMİR
“Kalsın benim davam divana kalsın”
Pir Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal
“Biz bu davayı kazanmamış mıydık? Kazandığımızı kulaklarımla
duydum avukat hanımdan” dedi birisi. Aliağa yakınlarındaki İZDEMİR-2 termik
santrali için açılacak yeni dava konuşuluyordu. Gerçekten de daha iki ay bile
geçmemişti termik santrale verilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)
raporunun iptalinin üzerinden.
Mahkeme antik kentlerin orta yerinde, tarım arazileri
üzerinde, birçok ulusal ve uluslararası koruma statüleri bulunan sit
alanlarının yakınında yapılan termik santrale verilen izni iptal etmişti. Bu
dava sürerken termik santralin bacası da bir yandan tütüyordu!
Hakkında dava açılması termik santralin üretime başlamasına
engel olmamıştı. Hatta üretim izni olmaması bile günde binlerce ton ithal kömür
yakarak bacasından zehirli dumanlar savurmasının önüne geçmemişti. Uyduruktan
bir “deneme izni” belgesi ile iki yıldır tam kapasite çalışıyordu.
***
İZDEMİR-2 davası kazanıldıktan, termik santralin izinleri
iptal edildikten sonra olması gereken şey en geç 30 gün içinde santrale mühür
vurulması, üretimin durması, bacasının dumansız kalmasıydı. Hukuk, yasalar,
Anayasa bunu gerektiriyordu. Öyle olmadı! Ne oldu? Bu tür ‘aksi’ durumlara
karşı ‘uydurulan’ 2009/7 diye bir genelge ile santralin iptal edilen ÇED’i,
“eksiklerin tamamlanması taahhüdü” yeterli görülerek yeniden verildi. 30 günde
kapatılacak santrale 22. günde yeni izin çıkartılarak üretim bir gün bile
aksatılmadan devam etti.
Üretimin sürmesi demek, santralin neredeyse içinde yer
aldığı Kyme antik kentinin her geçen gün biraz daha yok olması demekti. Nesli
tükenme tehdidindeki Akdeniz foklarının yaşam alanlarının kirletilmesi anlamına
geliyordu. UNESCO korumasındaki Çandarlı ve Foça Kalelerinin zarar görmesi,
yörede yaşayan, kirliliğe boğazlarına kadar batmış olan insanların, tüm
canlıların biraz daha biraz daha bu kirlilikten nasiplenmesiydi bu.
Özetle; iki yılda, birçok özveriyle, yağmur yaş demeden
gidilen bilirkişi keşifleriyle, onlarca kişinin sofralarından artırıp
denkleştirdiği binlerce liralık mahkeme masrafları ile kazanılan dava masa
başında “yok hükmüne” getirilmiş, kazanılan davaya tekrar dava açılmıştı!
Sisyphos* efsanesindeki gibi, tam “zafer bizim” derken başa dönülmüş ve o ağır
yükün altına tekrar girilmişti.
***
Davayı EGEÇEP adına açan avukat Arif Ali Cangı’ya yeni ÇED’e
açılacak dava meselesi gündeme gelince sordum; “Velev ki bu davada iki yıl
sürdü ve kazanıldı. İzinleri yine iptal edildi diyelim. Yine bu 2009/7
genelgesi uyarınca yeni bir ÇED izni alabilirler mi?”. Cangı düşündü biraz ve
“Yok, olmaz öyle şey” diyemedi!
***
Bu yazının yazıldığı günün sabahında Bergama’da bir
duruşmadaydık. Ovacık Altın Madeni çalışanlarının 5 Haziran 2005 Dünya Çevre
Gününü Bergama Çamköy’de kutlamak isteyen yaşam savunucularına karşı
taşlı-sopalı saldırısının 29. duruşması vardı. Olayların üzerinden 5 yıl
geçtikten sonra açılabilen, saldırgan altın madencilerinin başındaki ‘komutan’
Koza Altın Şirketi sahibi Akın İpek’in ‘sanık’ yapılabilmesi için akla karanın
seçildiği davanın artık son demleriydi. Şu anda “gri liste”de, başına 4.5
milyon lira ödül konarak aranan firari FETÖ’cü Akın İpek’in ‘sanık’
yapılmasının bedelini avukatlarının da sanık olarak yargılanması ile ödeyen
yaşam savunucularını tam 29 celse Bergama’ya götürüp getiren dava 5 Haziran
2017 tarihinde zaman aşımından düşecekti.
Sabah davaya giderken umutluydu avukatlık yaptığı davada
kendisi de sanık olan (!) Cangı. Hakimin davayı zaman aşımından önce
bitireceğini söylüyordu. Öyle olmadı! 3 saati bulan dava sonunda hakime hanım
davayı Temmuz ayına erteleyerek bazı suçlar için zaman aşımını kesinleştirdi.
Bunu hatırlatanlara ise “Ben tayinciyim. Kararı yeni gelen hakim verecek” deyip
adeta salonu kaçarak terk etti. Duruşma sonrası şok içinde olan avukatların
itiraz dilekçesi işe yarar mı bilinmez ama bu davadan da bir şey çıkmayacağı
çoktan anlaşıldı. İşin özü; saldırı yapanın yanına kar kaldı. Adalet yine
yerini bulmadı…
***
Hukuk devletlerinde insanların güvendiği, hakkını aradığı
mahkemeler, bizim gibi ülkelerde özellikle çevre davalarında insanı beyhude
beklenti içine itmekten öte bir işe yaramıyor. Sanki bir umar varmış gibi
oyalanıyorsunuz, çabalıyorsunuz, bekliyorsunuz, sonrası yine hüzün, hep
hüzün!...
Bu siyasal iklimde, yaşamı koruma mücadelesi verenler için,
dava açıp adaletin yeşereceğini beklemek “davayı divana bırakmak” la eş anlamlı
bir hale geldi, ne yazık ki! Tıpkı Anayasa Referandumunda sayım sürerken
mühürsüz oyları geçerli kabul ederek Hayır çıkmasını önleyen YSK’ye dilekçe
vererek referandumun iptalini beklemek gibi...
15 yılı aşkındır ekoloji mücadelesini izlemeye çalışan bir
gazeteci olarak Bergama’daki davanın çıkışında şunu düşündüm; ekoloji hareketi
halkın kitlesel gücüne yaslanmadığı sürece bugünkü hukuktan bir şey
beklememeli. Ya da tersinden söylersek; dava açmanın ötesinde bir mücadele
geliştiremeyen hareketler de Sisypos’un kaderini paylaşacaklarını taa başından
bilmeli…
*Sisypos Yunan Mitolojisinde sonsuza kadar büyük bir kayayı
bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kral. Hedefe
her yaklaşmada taş yine aşağıya düşer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder