Son nefesine kadar
gülüşünü soldurmayan Yaşam Savunucusu A. Güney Zarplı’ya!
İshak Paşa Sarayı’nı tam karşıdan gören tepede oturduk. Üç
kişiydik. Bir yerel gazeteci, cezaevinden yeni çıkmış bir belediyeci ve ben.
Akşam olmuş, hava kararmıştı. Saray’ı çepeçevre aydınlatan sarı lambalar
yanmaya başlamıştı. Ağustos yelinin önünde sürüklenen kara bulutlar, ayın ve
yıldızların ışığını gölgeliyordu. Tam çıkınımızı açmış, gazetelerin üzerine
sermişken, hafiften bir yağmur başladı. Minibüsümüzün arka kapağını yukarı
kaldırıp yağmura siperlik yaptık. Küçük oturaklarımızı bu siperliğin altına
çektik. Yüksekçe bir taşı da sofra gibi koyduk önümüze.
Karşımızda safran sarısı bir mücevher gibi parlayan İshak
Paşa Sarayı, onun ötesinde titrek lambaları ile ışık bahçesini andıran
Doğubeyazıt, minibüsün üzerine vuran küçük yağmur damlaları ve çilingir
sofrası... Keyfimiz kralda yoktu aslına bakarsanız.
Gelin görün ki, sohbetimiz dönüp dolaşıp hep acılar üstüne
geliyordu. Kimini dağda bir namlunun ucunda, kimini hasta yatağında, kimini
fabrika tezgahlarında yitirdiğimiz dostları andık uzun uzun. Yıllardır bir
türlü elimize geçmeyen “dili lal bir kuş” dediğimiz özgürlüğü sözcüklerde
aradık yine. Mahpushanelerde geçen zamanlar ve dışarıdaki insanın asla
anlayamayacağı efsunlu anlar, anılar...
Cezaevinde eğitilen, hatta şarkı bile öğretilen bir kuştan
söz etti, daha birkaç hafta önce uzun bir tutukluluk sürecinin ardından
salıverilen belediyeci arkadaş. Orada tanıklık ettiği ve dışarıdaki insanlara
bir türlü anlatamadığı, anlatsa bile asla inandıramayacağını bildiği küçük
serçe ile müebbetlik siyasi mahkumun dostluğundan bahsetti. Bir düşü anlatır
gibiydi, ama her kelimesinin gerçek olduğuna yemin ederek döktü içindekini.
Yıllarca içeride unutulan arkadaşlarının, dünyayı, yaşamı, evreni ve dahi
rüyaları bambaşka bir şekilde gördüklerinin, yaşadıklarının anlatısıydı bu
sözler. Dinleyene masal kadar uzak gelen, kulakların inanmakta güçlük çektiği
öyküler. Epey bir zaman önce, o masalın bir yerlerinde bulunduğumdan olsa gerek
anladım anlattıklarını, inandım sonuna kadar.
“Şimdi” dedi yaşı 50’lere dayanmış meslektaşım, ince belli
çay bardağı içindeki içkisinden bir yudum daha alarak bu netameli konuyu
değiştirmek istedi: “Sen istediğin kadar hoşgörüden, sevgiden bahset ve bunun
üzerine kur bütün hayatını. Bu zıkkımı neden burada içtiğimizi bir biz
biliyoruz. Hani manzara güzel evet, keyfimize diyecek yok tamam. Yağmur da tüy
dikiyor manzaraya ama bu güzelliği, ilçede bir yerde yapamazsın bu zamanda.
Alın size hoşgörü, al sana özgürlük...”
Yağmur bir süre sonra durdu. Rüzgar da. İshak Paşa Sarayı ve
Doğubeyazıt şimdi iyice netleşti karşımızda. Cam gibi berrak bir geceye kesti
her yan.
İshak Paşa’ya bir taş atımı ötedeki türbesinde uyuyan
Ahmed-i Xani’yi andık o zaman. Mem û Zin’den dizeler okuduk. Mem’den (güneş) ve
Zin’den (ay) dinledik bir kez de sevdayı, özlemi ve ayrılığı.
“Evar u seher bı roj, eger şev/Akşamdan şafağa, günden
geceye
Ez her dı sojım wısa lı ser hev/Hep yanarım ben”
Sonra, İshak Paşa’dan Bazid’e giden yolun kıyısında, Keşiş
bahçesinde geçen Kerem ile Aslı’nın acıklı hikayesini anlattık bu aşk
mesellerinin beşiğinde.
“Keşiş bahçesinde bir güzel gördüm,
Aklımı başımdan aldı ne çare?
Taramış zülfünü, dökmüş yüzüne,
Serimi sevdaya çaldı ne çare?”
Aşkla, acıyla yoğrulmuş toprakların kadim şiirleri,
kültürleri, öykü, türkü ve stranları dolandı dilimize. Ülkenin en ucunda, ışıl
ışıl yanan bir sarayın karşısındaki tepede, henüz durmuş bir yağmurun
serinliğinden öte, bu mesellerin acıklı sonları ile ürperdik. Doğulu bir
gecenin yalnızlığı, ıslanmış toprak tadı ve çiğ düşmüş gülün kokusu bulaştı
ekmeğimize.
***
Ağrı Dağı’nın eteğindeki belediyelerin henüz ‘kayyım’
kelimesini bilmediği günlerde, kardeş kavgasında silahların sustuğu ender
zamanların birinde, Doğubeyazıt’ın güleç yüzlü çocuklarıyla buluşmaya
gitmiştik. Belediye, çocuklarla bir ekoloji atölyesi yapmamız için davet
etmişti bizi. Neşeli zamanlardı. Çocuklarla çocuk olmak, onlarla gülmek,
düşünmek kadar onlardan öğrenmek de çok iyi geldi bize. Çocuklar çizdikleri
resimlerle, anlattıkları öykülerle, Kürtçe-Türkçe şarkılarıyla bizlere tertemiz
ve barış içinde bir dünya kurulabileceği umudunu diri tutmayı öğretti. Biz ise
onlara büyümenin kirlenmek olduğu bu devranı nasıl anlatacağımızı bilemedik. Çocuklar
bizim öğretmenlerimiz oldu ve keşke bütün dünyada bu böyle olsaydı dedik.
Her bir resmi, her bir oyunu küçülmüş de büyümüş edasıyla sundular. Acılar ikliminde çocuk olmak böyle bir şeydi. Silah seslerinin, korkuların içinde erkenden büyümek zorunda kalan çocuklar, sadece o an varmış gibi kendilerinden geçercesine oynuyorlar, çocuk oluyorlardı. Ağrı’nın eteğinde, yokluk, yoksulluklar içinde, namluların gölgesinde açan örselenmiş çiçeklerimizdi onlar bizim!...
Mevsim güze meyletmişken gelip geçtik güneşin ilk doğduğu
topraklardan. Bir yaz sonu Ağrı’sında İshak Paşa Sarayı’nı ardımızda bırakıp,
Ahmed-i Xani’nin kabrinden aldığımız toprağı, keşişin bahçesindeki gülün dibine
serptik...
03 Aralık 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder