31 Aralık 2017 Pazar

Duman - Pazar yazısı

Duman

Sicim gibi bir yağmur başladığında köye yeni girmiştik. Karşı tepelerde gelirken gördüğümüz duman bulutu şimdi her tarafımızı sarmıştı. Yarı ahşap, yarı taş bir evin duldasına sığınıp yağmurun durmasını, en azından azalmasını bekledik.

“Merak etmeyin birazdan diner yağmur” dedi emekli öğretmen Raşit hoca. Bir sigara yaktı ve iddialı bir şekilde “sigaram bitmeden durmuş olacak” dedi gülerek. Şaka mı ciddi mi olduğunu anlamadan güldüm ama inandım da. Buranın insanı yağmurun ne zaman yağıp yağmayacağını, yağdığında ne kadar süreceğini de bilirdi elbette ki, Karadenizde gördüğüm, duyduğum hiçbir şey artık o kadar da şaşırtmıyordu beni.

Başka bir boyuttaydım bir süredir sanki. Dağların dumanı içinde yürüyordum iki adım ötemi görmeden. Yazın ortasında üşürken, buzullardan eriyen damlaların önümde küçük bir sızıntı oluşturup aktığını izliyordum. Bu sızıntının, biraz ötemde eriyen başka bir sızıntı ile birleşip, aşağıda sesi gelen küçük dereyi, ondan da aşağıda kocaman bir nehri oluşturduğuna tanıklık ediyordum. Bu bir nevi yarı esriklik hali Karadeniz'i terk edene kadar hiç geçmedi.



Yağmur, Raşit hoca sigarasından son nefesi almadan önce durmaya meylettiğinde etrafımız meraklı köylülerle dolmuştu. Püskülünden yağmur taneleri düşen mısır tarlalarının arasından, sis basmış kara erik dallarının ötesinden, fındık ağaçlarının koyu yeşilinin içinden, serenderlerin arkasından çıkıp gelmişti köylüler. Çoğunluğu ak, bir kısmı renkli başörtülerine bürünmüş, rengarenk çiçekli şalvarlarıyla köylü kadınlar, yaşmaklarının ucunu gözlerinin altına kadar çekerek bir adım ötemizde durup hoş geldin ettiler. Erkekleri geldi ellerimizi sıktı. Raşit hocayla öpüştü kimi, sıkı sıkı sarıldı.

 
Raşit hoca sigarasını yerde ayağıyla ezerek söndürürken yağmurdan eser kalmamıştı. Kameralarımızı çıkarıp çekim için hazırlıklara başlarken havayı gösterdim ona, “nasıl bildin” der gibi. Yanıt vermek yerine omuz silkti, yukarıyı işaret etti ve bir kahkaha patlattı sadece.

***
Üzerinde kırmızı yeşil çiçekler bulunan mor eşarbının uç kısımlarında incecik eli işi oyalar vardı. Elinde bastonu ile 60 yaşın üzerinde gösteriyordu. 
Soruma şaşırdığı belliydi. Anlamadı sandım. Tekrar sordum sorumu. “Arkadaki dağın eski hali nasıldı?” Şaşkın bakışlarını yüzümden alıp (ki soruyu hala anlamış görünmüyordu) arkasındaki manzaraya tekrar bir göz attı. “Dağdı burası, dağ. Ulu dağ derdik. Şimdi görüyorsun ne halde olduğunu” dedi.




Gördüğümüz şuydu; Yemyeşil ormanlarla örtülü bir tepenin tam ortasında simsiyah bir leke görünüyordu. Kocaman lekenin etrafı yeni deşilmiş toprak yığınları ile çevriliydi. Siyah leke altın madeninin atıklarının serildiği plastik örtüydü. Etrafındaki ağaçlar, bitkiler sıyrılıp çıplak toprak haline getirilen alanlar ise madenin geri kalan kısımlarıydı. Fatsa - Ünye arasındaki “ulu dağ”  her tarafını kuşatan yeşilin türlü tonlarına aykırı şekilde darmadağın edilmiş bir halde önümüzde uzanıyordu.

***

Gecenin bir yarısı, yine sicim gibi yağan yağmurun altında, son sürat çalışan sileceklerin gösterebildiği kadarıyla yolumuzu görmeye çalışırken Söke Sazlıköyden ayrıldık. Geride, alabildiğine geniş ve bir o kadar da soğuk olan düğün salonunda endişeli köylüler bıraktığımızı biliyorduk. Yine de doğruyu söylemek gerekiyordu ne kadar acı olursa olsun.

“Bu kağıt fabrikası Söke’nin sonu olur” dedi, Aydın Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Mahmut Nedim Barış. Halk Sağlığı Profesörü Ali Osman Karababa “Görüp görebileceğiniz en zehirli kimyasallar kağıt fabrikalarının atıkları içerisinde olacak” diye konuştu. Aydın Tabip Odası Başkanı Hakan Karagözlü arsenikten, bordan, kanserlerden ve erken ölümlerden bahsetti. “Size sorulmadan yapılan bu fabrikaya razı gelmek zorunda değilsiniz. İstemezseniz yapamazlar. Bakın Gerzelilere, bakın Yuvarlakçaylılara. Son sözü direnenler söyler” sözleri bu kadar karamsar sözcükler arasında havada uçuştu kaldı sanki. Yıllardır sanayi kuruluşları, dev gibi bir çimento ve seramik fabrikası ile iç içe yaşamak zorunda bırakılan köylülerin çoğuna çaresizlik ögretilmişti ne yazık ki ve  geri kalan köylüler de bu çaresizlik duygusunu bir türlü kırıp atamıyordu.

***



Daha Sazlıköyün son evleri gerimiz de kalmamıştı ki, Ali Osman hoca, bizi İzmir’e doğru götüren aracımızın sürücüsü Kalamaki Çevre Platformundan Mustafa İnç’e gençliğinin bir kısmının Söke’de geçtiğinden bahsetti. Söke lisesinin 1 numaralı öğrencisi olduğunu, babası tren şefi iken Söke’nin yanı başındaki Sazlıköy’e sık sık gidip geldiklerin, taşan Menderes Nehrinin beslediği sazlıkları, o sazlıkların içindeki yayın ve yılan balıklarını anlattı yol boyunca. Hızla geçtiğimiz ovanın içine yayılmış, karanlıkta sadece siluetleri görünen fabrikaları gösterip “Buralar hep sazlıktı, dakikalarca sazların arasında yürürdük” dedi.

Aklıma Fatsa köylüsü teyzenin “burası dağdı, dağ. Ulu dağ derdik” sözü geldi. Ülkenin bir ucundaki dağ ile öbür tarafındaki ovanın benzeşen öyküleri ve bu öyküleri buruk bir iç çekişle anlatan iki farklı kişinin sözcükleri…

***

Kemalpaşa Ovasını tam ortasından ikiye ayıran otoyolun altındaki toprak yoldan geçip Beşpınar Köyüne doğru tırmanırken, aşağımızda kalan vadinin üzerine kalın bir duman bulutunun çöktüğünü gördük. Karadeniz'de gördüğümüz dumanlardan farklıydı bu. Beyaz değil yer yer siyaha çalan, kirli gri renkli bir duman. Yükseklere çıktıkça açılıp berraklaşan, güneşle buluşan hava, ovaya doğru ölgün bir sessizlikle çökmüş kalmıştı. Spil Dağının eteğindeki bu şirin Pomak köyüne açılmak istenen taş ocağı faaliyete geçerse, bu toz, kömür, fabrika kiri karışımı dumanın buralara kadar tırmanacağını biliyorduk.


Arabamızın içini kaplayan endişe, karamsar bir sözcük olmaktan çıkıp, bir zamanlar Ege’nin en verimli ovalarından birisinin üstüne karabasan gibi çöken duman kadar somut bir hal almıştı.





  • 31 Aralık 2017 03:36
  • Hiç yorum yok:

    Yorum Gönder

    Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

      24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...