Sicim gibi bir yağmur başladığında köye yeni girmiştik.
Karşı tepelerde gelirken gördüğümüz duman bulutu şimdi her tarafımızı sarmıştı.
Yarı ahşap, yarı taş bir evin duldasına sığınıp yağmurun durmasını, en azından
azalmasını bekledik.
“Merak etmeyin birazdan diner yağmur” dedi emekli öğretmen Raşit
hoca. Bir sigara yaktı ve iddialı bir şekilde “sigaram bitmeden durmuş olacak”
dedi gülerek. Şaka mı ciddi mi olduğunu anlamadan güldüm ama inandım da.
Buranın insanı yağmurun ne zaman yağıp yağmayacağını, yağdığında ne kadar
süreceğini de bilirdi elbette ki, Karadenizde gördüğüm, duyduğum hiçbir şey artık
o kadar da şaşırtmıyordu beni.
Başka bir boyuttaydım bir süredir sanki. Dağların dumanı
içinde yürüyordum iki adım ötemi görmeden. Yazın ortasında üşürken, buzullardan
eriyen damlaların önümde küçük bir sızıntı oluşturup aktığını izliyordum. Bu
sızıntının, biraz ötemde eriyen başka bir sızıntı ile birleşip, aşağıda sesi
gelen küçük dereyi, ondan da aşağıda kocaman bir nehri oluşturduğuna tanıklık
ediyordum. Bu bir nevi yarı esriklik hali Karadeniz'i terk edene kadar hiç
geçmedi.
Yağmur, Raşit hoca sigarasından son nefesi almadan önce
durmaya meylettiğinde etrafımız meraklı köylülerle dolmuştu. Püskülünden yağmur
taneleri düşen mısır tarlalarının arasından, sis basmış kara erik dallarının
ötesinden, fındık ağaçlarının koyu yeşilinin içinden, serenderlerin arkasından
çıkıp gelmişti köylüler. Çoğunluğu ak, bir kısmı renkli başörtülerine bürünmüş,
rengarenk çiçekli şalvarlarıyla köylü kadınlar, yaşmaklarının ucunu gözlerinin
altına kadar çekerek bir adım ötemizde durup hoş geldin ettiler. Erkekleri
geldi ellerimizi sıktı. Raşit hocayla öpüştü kimi, sıkı sıkı sarıldı.
Raşit hoca sigarasını yerde ayağıyla ezerek söndürürken
yağmurdan eser kalmamıştı. Kameralarımızı çıkarıp çekim için hazırlıklara
başlarken havayı gösterdim ona, “nasıl bildin” der gibi. Yanıt vermek yerine
omuz silkti, yukarıyı işaret etti ve bir kahkaha patlattı sadece.
***
Üzerinde kırmızı yeşil çiçekler bulunan mor eşarbının uç kısımlarında incecik eli işi oyalar vardı. Elinde bastonu ile 60 yaşın üzerinde gösteriyordu.
Soruma şaşırdığı belliydi. Anlamadı sandım. Tekrar sordum
sorumu. “Arkadaki dağın eski hali nasıldı?” Şaşkın bakışlarını yüzümden alıp (ki
soruyu hala anlamış görünmüyordu) arkasındaki manzaraya tekrar bir göz attı.
“Dağdı burası, dağ. Ulu dağ derdik. Şimdi görüyorsun ne halde olduğunu” dedi.
Gördüğümüz şuydu; Yemyeşil ormanlarla örtülü bir tepenin tam
ortasında simsiyah bir leke görünüyordu. Kocaman lekenin etrafı yeni deşilmiş
toprak yığınları ile çevriliydi. Siyah leke altın madeninin atıklarının
serildiği plastik örtüydü. Etrafındaki ağaçlar, bitkiler sıyrılıp çıplak toprak
haline getirilen alanlar ise madenin geri kalan kısımlarıydı. Fatsa - Ünye
arasındaki “ulu dağ” her tarafını
kuşatan yeşilin türlü tonlarına aykırı şekilde darmadağın edilmiş bir halde
önümüzde uzanıyordu.
***
Gecenin bir yarısı, yine sicim gibi yağan yağmurun altında,
son sürat çalışan sileceklerin gösterebildiği kadarıyla yolumuzu görmeye
çalışırken Söke Sazlıköyden ayrıldık. Geride, alabildiğine geniş ve bir o kadar
da soğuk olan düğün salonunda endişeli köylüler bıraktığımızı biliyorduk. Yine
de doğruyu söylemek gerekiyordu ne kadar acı olursa olsun.
“Bu kağıt fabrikası Söke’nin sonu olur” dedi, Aydın Ziraat Mühendisleri
Odası Başkanı Mahmut Nedim Barış. Halk Sağlığı Profesörü Ali Osman Karababa
“Görüp görebileceğiniz en zehirli kimyasallar kağıt fabrikalarının atıkları
içerisinde olacak” diye konuştu. Aydın Tabip Odası Başkanı Hakan Karagözlü
arsenikten, bordan, kanserlerden ve erken ölümlerden bahsetti. “Size sorulmadan
yapılan bu fabrikaya razı gelmek zorunda değilsiniz. İstemezseniz yapamazlar.
Bakın Gerzelilere, bakın Yuvarlakçaylılara. Son sözü direnenler söyler” sözleri
bu kadar karamsar sözcükler arasında havada uçuştu kaldı sanki. Yıllardır
sanayi kuruluşları, dev gibi bir çimento ve seramik fabrikası ile iç içe
yaşamak zorunda bırakılan köylülerin çoğuna çaresizlik ögretilmişti ne yazık ki
ve geri kalan köylüler de bu çaresizlik
duygusunu bir türlü kırıp atamıyordu.
***
Daha Sazlıköyün son evleri gerimiz de kalmamıştı ki, Ali
Osman hoca, bizi İzmir’e doğru götüren aracımızın sürücüsü Kalamaki Çevre
Platformundan Mustafa İnç’e gençliğinin bir kısmının Söke’de geçtiğinden
bahsetti. Söke lisesinin 1 numaralı öğrencisi olduğunu, babası tren şefi iken
Söke’nin yanı başındaki Sazlıköy’e sık sık gidip geldiklerin, taşan Menderes
Nehrinin beslediği sazlıkları, o sazlıkların içindeki yayın ve yılan
balıklarını anlattı yol boyunca. Hızla geçtiğimiz ovanın içine yayılmış,
karanlıkta sadece siluetleri görünen fabrikaları gösterip “Buralar hep
sazlıktı, dakikalarca sazların arasında yürürdük” dedi.
Aklıma Fatsa köylüsü teyzenin “burası dağdı, dağ. Ulu dağ
derdik” sözü geldi. Ülkenin bir ucundaki dağ ile öbür tarafındaki ovanın
benzeşen öyküleri ve bu öyküleri buruk bir iç çekişle anlatan iki farklı
kişinin sözcükleri…
***
Kemalpaşa Ovasını tam ortasından ikiye ayıran otoyolun
altındaki toprak yoldan geçip Beşpınar Köyüne doğru tırmanırken, aşağımızda
kalan vadinin üzerine kalın bir duman bulutunun çöktüğünü gördük. Karadeniz'de
gördüğümüz dumanlardan farklıydı bu. Beyaz değil yer yer siyaha çalan, kirli
gri renkli bir duman. Yükseklere çıktıkça açılıp berraklaşan, güneşle buluşan
hava, ovaya doğru ölgün bir sessizlikle çökmüş kalmıştı. Spil Dağının
eteğindeki bu şirin Pomak köyüne açılmak istenen taş ocağı faaliyete geçerse,
bu toz, kömür, fabrika kiri karışımı dumanın buralara kadar tırmanacağını
biliyorduk.
Arabamızın içini kaplayan endişe, karamsar bir sözcük
olmaktan çıkıp, bir zamanlar Ege’nin en verimli ovalarından birisinin üstüne
karabasan gibi çöken duman kadar somut bir hal almıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder