24 Aralık 2017
'Bodrum tepelerinde, Yalıkavak ve ondan biraz daha berideki
Sandima köyünün üzerinde günlerini geçiren bir ahlat ağacıyım ben...'
Özer AKDEMİR
Sandima köyünden doğru esen rüzgar meyvelerimi dallarında
sallamaya başladığında yine derin düşüncelere dalmıştım. Rüzgarın sesinden öte
dalıma konan telli turna çekip aldı beni düşüncelerimden. Hayırdır?! Bu mevsim
de, bu zamanlarda bir turnanın ne işi vardı ki dalımda? Birkaç yıl önce olsa
buna bu kadar şaşırmazdım elbette, çünkü telli turnalar her yıl bir yerlere
göçüp giderlerken beni, daha doğrusu meyvelerimi ziyaret etmeden geçmezlerdi.
Oysa uzun zamandır, bir turnanın bırakın dalıma konmasını, aylardır yakınımdan
bile geçtiği olmamıştı.
Turnanın, iyice olgunlaşıp koyu kahverengi bir hal alan,
balı ucundan damlayan meyvelerime yanaşmamasından anladım bir gariplik
olduğunu. Onlar da, tıpkı diğer kuşlar gibi hiç dayanamazlar, bu mevsimde
ballanan meyvelerime büyük bir iştahla gaga vururlardı. O ise, Kavak Deresi’ne
doğru uzanan dalıma tünedi kaldı. Dönüp bir kere bile bakmadı tadı doyulmaz
ahlatlarıma. Koca gövdesi ile gelip dalıma konuşu da bir tuhaftı zaten. Sanki
meyvelerimden tadacak gibi değil de her an kaçıp gidecekmişçesine en uca ilişmişti.
Biraz dikkat edince turnanın kanatlarından birisinin
gövdesine yapışık olduğunu gördüm. O zaman anladım ki kanadından yaralandığı
için mecburen konmuştu dalıma. Muhtemelen bir avcının kurşunları ya da saçması
kanadından yaralamıştı turnayı. Durumu çok da kötü görünmüyordu. Yaralı
kanadını ara sıra sanki kendini denermiş gibi açıp kapatıyordu. Gerçekten de
bir süre dinlendikten sonra yalpalayarak da olsa kalktı ve ağır ağır uçtu gitti
Milas yönüne doğru.
Ne yalan söyleyeyim bir kere bile meyvelerimin tadına
bakmamış olması üzdü beni. Oysa tam da bu zamanlarda, denizden gelip tepelere
savrulan ılık yel böylesine sertçe eserken, kışın ortasında güneş ve yağmur
aynı anda yapraklarımı yıkarken meyvelerimin tadına bakmadan geçecek bir canlı
türüne rastlamamıştım. Onun bu nezaketsizliğini yaralı olmasına verdim zaten.
Sonunda can acısıydı bu, dünya zevklerine kapatıyordu tüm duyuları.
Sanırım anladınız; Bodrum tepelerinde, Yalıkavak ve ondan
biraz daha berideki Sandima köyünün üzerinde günlerini geçiren bir ahlat
ağacıyım ben. Çok ihtiyar sayılmam yanımdaki akrabalarıma oranla. Belki de en
gençlerinden biriyim. Ve de en şanssızlarından demem gerek aslında.
Makiliklerin ötesinde, Dereköy’e doğru uzanan küçük bir çukurun yanı başındaki tepecikten bıkıp usanmadan beni gözleyen anneciğimin dediğine göre ben bir ayının dışkısından olmuşum. Evet, bir ayı dışkısından! Annem uzun bir zaman önce, ay ışığının tepelere cömertçe kendini sunduğu bir sonbahar gecesinde, dalındaki meyvelerden epeyce yiyen bir ayının sabaha karşı yanından ayrılırken şimdi bulunduğum yere dışkısını bıraktığını anlattı. İşte o dışkının içindeki bir tohummuşum ben ve diğer kardeşlerime oranla daha şanslı bir şekilde kuşlara, böceklere yem olmadan, ufacık bir toprağın altına gizlenip filizlenmişim.
Buraya kadar hayat benden yanaydı ama her mutluluğun bir
sonu olduğu gibi kara günlerim beni tam da gençliğimin baharında gelip buldu.
***
Yanımdan incecik bir keçi yolu geçerdi yıllar önce. Henüz bu
dağlardan ceylanların, yaban keçilerinin, mızrak dişli Anadolu parslarının ayak
seslerinin eksilmediği zamanlarda oluşmuş bir keçiyolu. Ahhh ki bu
saydıklarımın biri bile kalmadı artık! Nerede o güzel gözlü, ince topuklu
ceylanlar? Nerede kayaların, uçurumların cambazları yaban keçileri? Nerede
dağların sessiz avcısı Anadolu Parsı? Nerede?..
Ya çekilip gittiler, her gelip geçtiklerinde hal hatır
ettikleri, ahlatlarını dişledikleri beni bu tepenin kuytuluğunda bırakıp, ya
da!..
Bu ihtimal ne zaman gözümün önüne gelse içim sıkılır,
dallarım tedirgin tedirgin sallar başını, ahlatlarımın tadı mayhoşlaşır. O
yüzden onların bu dünyadan göçüp gittiği düşüncesini aklıma getirmemeye
çalışırım hep. Onlar, o dumanlı dağların bir yerindeler hâlâ. Avcılardan,
insanlardan kaçıyor, saklanıyorlar. Hâlâ oradalar. Hâlâ…
İnsanlar da bazen keçi yolunu kullanarak buralara kadar
gelirdi ama çobanların ve avcıların dışında bu yolun imini timini bilen olmazdı
pek. Bir çobanın, sürüsünü makilerin arasına salıp öğle güneşinden korunmak
için gelip altıma oturması, benim için ne büyük bir mutluluktu. Hele bir iki
meyvemi de yemiş, kavalına üflemişse… İnsanlar, hayvanlar meyvelerime uzandıkça
kıskanç dikenlerimin ellerini dalamalarına kızar, azarlardım dikenlerimi. Ama
onlara hiç mi hiç söz geçiremedim bugüne kadar.
Yöre köylülerinin Kuşkayası dedikleri kocaman bir kaya en iyi
komşularımdandı. Çok severdim onu. Üzerindeki oyukları, küçük mağaraları
sayesinde adının hakkını verir, yüzlerce kuşa yuvalık yapardı. Bütün bir
vadiyi, Gümüşlük, Torba, Akyarlar, Turgutreis, Karaada hatta Kos Adası’na kadar
her tarafı bulunduğu yerden görürdü. Turgutreis, bir miktar Gümüşlük ve
yüzyıllardır terkedilmişliğinin hüznü ile kalakalmış Sandima köyü dışında
hiçbir yeri göremeyen bana neler olup bittiğini yüksünmeden anlatır, anlatırdı.
Konuşkandı yani, çok severdi konuşmayı. Bazen mırıl mırıl, bazen gümbür gümbür
gelirdi sesi. Rüzgarın esişine, yağmurun yağışına, karın düşüşüne göre sesinin
rengi, tınısı değişirdi. Tam bu mevsimlerde, denizden gelen tuzlu esintinin,
hafif bir yağmurla yıkandıktan sonra oyuklarından girip çıktığı zamanlarda, sözü
bırakıp şarkıya başlardı. Rüzgarda tüylerini kurutan kuşların şarkısını,
Türkbükü kumsalına çekilip ters çevrilmiş dibi delik mavi teknenin, onun
köşesine oturup yağmur yüklü ufku seyre dalan kadının, denize ağ atan
balıkçının, dibe dalan sünger avcısının, kıyıdaki binbir türlü otun, böceğin,
ağacın şarkısını söyler de söylerdi.
***
Bir gün, Kuşkayası’nın şarkısı sustu. Bir gün
Kuşkayası’ndaki kuşların tümü uçup gittiler başka göklere. Bir gün, hemen
önümden geçerek aşağıya, Bodrum’a doğru sallanan keçi yoluna makineler girdi.
Yolu 3 kat, 5 kat kepçelerle genişlettiler. Sağında solundaki ağaçlara,
makilere, yaban sarımsaklarına, zeytinlere ve kardeşlerim ahlat ağaçlarına hiç
acımadılar. Ben de tir tir titredim, gelip gürültülü bıçkıları ile kökümden kesmelerini
bekledim günlerce. Tam benim yanıma gelindiğinde yolu tepelere doğru
çevirdiler. Keçi yoluna göre biraz daha aşağıda kaldığım için dokunmadılar bana
ve yanımdan geçip gittiler.
Sonra Kuşkayası’nın dibine çirkin mi çirkin bir bina
yaptılar. Binanın içine üzerinde bir sürü lambaları, kolları olan bir makine
getirip koydular. Genişlettikleri yoldan tepelere dev gibi silindirler,
pervaneler taşıdılar günlerce. Bir zamanlar, kuşların, rüzgarların, çeşit çeşit
hayvanların seslerini taşıyan tepelerde bir anda hiç durmadan vın vın öten dev
rüzgar direklerinin sesleri çınlamaya başladı.
Önce Kuşkayası’nın kuşları gitti, ardından makiliklerin
içine yuva yapan keklikler, tavşanlar. Ayıların, tilkilerin, kurtların yanı
sıra domuzlar da uğramaz oldu yanıma yöreme ve direklerin sesiyle kalakaldım
ben. Alıp başımı gitmedim diğerleri gibi, gidemiyorum. Kökü bu topraklara sıkı
sıkı bağlı bir ahlat ağacıyım ne de olsa. Kadimden beri Bodrumluyum. Doğduğu
yerde öleceğini bilen ve öyle de olmasını isteyen...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder