21 Ocak 2018 07:09
‘Akşam muhtara haber vermeli’ deyip, tilkilerin yanından ayrılmadan önce, etrafa saçılmış zehirli etleri, elini değdirmeden iri taşların altına gömdü.
Yağmurdan hemen önce gelen serinliği içini ürpertmişti.
Karşı tepelerin üzerindeki gökyüzünü kaplayan kara bulutları gördüğünde
kepeneğine daha bir sıkı sarıldı. Koyunlar da anladılar gelen yağmuru.
Başlarını kaldırıp Çatal Dağı’na doğru hüzünlü gözlerle baktılar uzun
uzun.
Ot kalmamıştı gene bozkırda. Bağların çoğu bozulmuştu. Yine
de arada tek tük kalanları vardı. Eli ağır köylülerine çok kızıyordu çoban. Onların
yüzünden sararıp kızaran üzüm asmalarının arasına salamıyordu hayvanlarını.
Sürü, bozkırın cılız otları arasında yayılırken çıkan sese boyunlarındaki
çıngırakların sesleri karışıyordu.
Oturduğu meyveleri dökülmüş alıç ağacının altından kalktı.
Yağmuru karşılamalıydı. Biraz ötede, yeşil, sarı, kızıl bir renk cümbüşü
halinde uzanan bağlar vardı. Köyü ve daha ilerisindeki pus çökmüş ovayı göz
alabildiğine gören yamaca doğru yürüdü.
Yamacın tatlı eğiminin başında bir tümsek yer alıyordu.
Tümseğin hemen tepesinde bir kuşburnu çalısı, çalının dibinde ise ufacık bir
oyuk bulunuyordu. İnsanlar, hayvanlar ve rüzgarlar tarafından meydana getirilen
oyuk, çalının içine doğru sokulmuş, dikenli üst dallar bir çatı gibi üzerini
kaplamıştı. Öyle pek derin değildi. Küçük bir çocuğun girip içinde oynayacağı
kadar, bir tilkinin yavrularını sıcaktan koruyacağı büyüklükte ya da bir
koyunun gelip altına uzanıp öğle uykusu çekebileceği genişlikte bir oyuktu bu.
Bozkırın, dalga dalga uzayıp giden kırçıl tepelerinde dolaşan tüm canlıların
geçici konaklama, soluklanma, dinlenme yeriydi burası.
Ne zaman köyün bu tarafına sürüsünü getirse kuşburnu
çalısının dibindeki oyukta konaklardı. Keçesini altına alır, kıl heybesini
çalının dallarına asar, hemen önündeki taşları kararmış ocakta ateş yakardı.
Bazen yemeğini ısıtırdı bu ateşte, bazen çayını demlerdi. İlla da türkü
söylerdi. Çalışırken de, yanının üstüne devrilip uzanırken de. Hep aynı türkü
dolanırdı diline buraya geldiğinde;
“Keklik olsam çalı dibi eşerdim/Zengin olsam kız ardına
düşerdim”
Çalının dibindeki oyuğa keçesini, heybesini bırakıp, eşeği
bağladıktan sonra aşağıdaki suyu kurumuş derenin içine giderek, incecik sızan
pınardan matarasını doldururdu. Yine öyle yaptı. Yağmur bastırmadan suyunu,
odununu hazır etmeliydi.
Ne zaman kesileceği belli olmazdı bozkırda yağmurun. Sanki
gök delinmişçesine yağardı bazen, saatlerce. Çoğu zaman kıraçın tozlarını
ıslatıp, şöyle bir değer geçerdi. Bazen ise ımıl ımıl, dalı çiçeği incitmeye
korkar gibi, usuldan bir türkü fısıldarcasına, rüzgarın koluna girerek düşerdi
küçücük damlalar halinde toprağa. Bu yağmuru çok severdi. Çoban yağmuru derdi
ona. Bereketti, toprağın dibinde filizlenecek otların can suyuydu her
damlası.
Belli ki Çatal Dağı’nı aşıp gelen de çoban yağmuruydu.
Rüzgarı serin ama sakinceydi.
***
Çiçeği kurumuş dağ çaylarının, yaban kekiklerinin, tohuma
kaçmış deve dikenlerinin arasından, çoban döşeklerine basarak indi dereye. Suyu
kesilmeye yüz tutmuş derenin dip kısmında iri çakıl taşları, bağlara doğru
uzanan yamaçlarında ise çölü andıran kumullar vardı. Alışkın adımlarla geldi
pınarın başına. Bir ağaç oluk yapılmıştı tam suların damladığı yere. Su oradan
serçe parmak kadar belki ondan bile daha ince akıyordu.
Matarasını doldururken derenin aşağısına doğru tuhaf bir
cismin, yeşili çoktan solmuş yarpuzların arasında yattığını gördü. Matarayı
oluğun kenarına koyup o tarafa yürüdü. Yanına yaklaştığında anladı yerde
yatanın ne olduğunu. Kırmızı kuyruklu, sıska, ölü bir tilkiydi bu. Hemen yanı
başında bir lokma et kalmıştı. Tilkiyi zehirlemişlerdi! Başka hayvan var mı
diye baktı etrafa. Evet, biraz ötede daha küçük iki tilki yan yana yatıyordu.
Kaçak avcılar su içmeye gelen bir tilki ailesini daha zehirleyerek yok
etmişlerdi. İçi acıdı! Bu sene tanık olduğu ikinci tilki zehirlenmesiydi.
Kaçak avcılar, bozkırın içlerine dağılıyor, yasak masak
dinlemeden zavallı tilkileri, çakalları siyanürlenmiş etlerle zehirliyorlardı.
Kürkü çok para ediyordu evet ama bu hayvanlar da artık bitmek üzereydi
buralarda. Ondan öte, yaşamak bu hayvanların da hakkıydı. Bozkır onların da
eviydi. Hatta insanlardan çok önceleri buralar bu yaban hayvanlarına aitti.
İnsanlar gelip bağlar diktiklerinde, yollar açtıklarında, sürülerini yaylıma çıkardıklarında
mecburen tepelere, dağlara doğru çekilmişler, yine de canlarını
kurtaramamışlardı!
Nice zamandır, eskisi kadar geceleri tilki sesi duymadığını
düşündü. Dağlardaki tilki sesleri gittikçe azalıyor, azalıyordu.
‘Akşam muhtara haber vermeli’ deyip, tilkilerin yanından
ayrılmadan önce, etrafa saçılmış zehirli etleri, elini değdirmeden iri taşların
altına gömdü.
***
Oyuğun yanına geldiğinde az ötede otlayan sürüye baktı.
Alışkın hareketlerle yayılmaya devam ediyorlardı. Sonra rüzgarın sesini dinledi.
Ne severdi bu sesi! Ne kadar yorgun, üzgün olursa olsun dinlendirir, içindeki
ağuyu alırdı rüzgar. Yağmur öncesi bulutların nemini taşırdı bu ses,
koyunlarının otlarken ayaklarından çıkan tıpır tıpırları, boyunlarında çınlayan
çanı, arada bir huysuzca havlayan sırım gibi vücuduyla sarı kangalı ve çok
uzaklarda çakan şimşeklerin gümbürtüsünden ürküp anıran eşeği. Rüzgar, bozulmuş
bağların, toplanmamış üzümlerin, çıplak kırmızı dallarıyla kalmış kayısı, elma
ağaçlarının arasından geçip, kuşburnu çalısına geldiğinde, değdiği tüm
bitkilerin seslerini de beraberinde getirirdi kulağına.
Doğanın en güzel müziğiydi bu sesler onun için.
Yaşamı buydu çobanın. Doğanın çocuğu sayıyordu kendini.
Anası kadar saygı duyuyordu ona. Derenin dibinde yan yana yatan üç tilki ölüsü,
işte o yüzden kardeşleri zehirlenmişçesine acıttı canını.
Hacıbektaş’ın üzerinde çakan şimşeklerin çok geçmeden sulu
sepken bir yağmurla geleceğini biliyordu. Çalının dibinden topladığı kuru
odunları tezeklerin üzerine koydu. Oyuğun önündeki ocağa kibrit çakıp otları
tutuşturdu. İlk yağmur damlaları düşmeye başladığında kepeneğini geçirdi
başına. Ateşini yakmış, içinde hoş kokulu dağ çaylarının bulunduğu isli koca
demliğini üzerine koymuştu.
Çoban yağmuru başladı. Keder dolu türküsü uslu uslu yağan
yağmurun sesine karıştı. “İki keklik bir kaya da ötüyor/Ötme keklik derdim bana
yetiyor”