EKOLOJİ MÜCADELESİNDE STRATEJİ TARTIŞMASI
31.07.2018
Geçmiş mücadele pratikleri sonuç vermezse nereye kadar
tekrarlanabilirler? Değişkenleri değiştirmeden değişim mümkün mü? Yeni bir
siyasetin yakıcı gerekliliğinin açığa çıktığı şu günlerde ekoloji
mücadelesindeki eğilimleri gözden geçirmenin tam zamanı. Yerelliğe yapılan
aşırı vurguyu, sorun odaklı yaklaşımı, siyasetten imtina eden
“siyaset-üstücülüğü” nasıl aşabiliriz? Beraber düşünelim.
On altı yıldır iktidarda olan AKP 24 Haziran seçimlerini
kazandı. Seçim vaatleri arasında Türk Akımı, Kanal İstanbul, madencilik
seferberliği, inşaat ve enerji projeleri var. “Yaptıkları yapacaklarının
teminatı” ise, on altı yıldır olduğu gibi doğal varlıkların zarara uğratılması,
kirletilmesi, talana açılması, satılması, kiralanması, ticarileştirilmesi ve
metalaştırılması da sürecektir. Hatta bu fiillerin yoğunlaşması beklenmeli.
Çünkü izlediği politika bakımından Erdoğan iktidarının elinde doğa dışında paraya
ve büyümenin hammaddesine çevrilebilir bir “değer” kalmadı. Bu da bunca yıldır
bu fiillere karşı direnen ekoloji mücadelesinin gündemdeki yerini ve önemini
koruyacağı anlamına geliyor. Önceki direşken örnekler, ekoloji mücadelesinin
önümüzdeki dönemde de sessiz kalmayacağına işaret ediyor.
Doğanın yıkımı hızlanacak ve mücadele kızışacaksa, zaten
oldukça gecikmiş şu soruyu acilen tartışmaya açmakta büyük fayda var: Ekoloji
mücadelesi geçmişindeki pratikleri yineleyerek mi yol almalı, yoksa yeni bir
strateji geliştirme çabasına mı girmeli? Bu yazı, yeni bir strateji
tartışmasına davettir.
Tekil-sorun odaklı yaklaşım
Sosyal medyanın yaygınlaşmasından beri Türkiye’de her
seçimin ardından Samuel Beckett’in şu ünlü sözü dolaşıma giriyor: “Hep
denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” Yenilgi
nedeniyle karamsarlığa kapılanların umudunu diriltmek için bu söz işe yarar mı,
bilinmez. Ama herhalde şu başlangıç önermesi kabul görecektir: Hep aynı biçimde
denenirse yenilgi kaçınılmaz olduğu gibi, sonraki yenilginin bile daha iyi
olacağının da güvencesi olamaz. Aynı değişkenlerle aynı denemeyi kaç kez
yinelersek yineleyelim, yenilgi dışında bir sonuç alınması ancak rastlantısal
olabilir.
Yerelin demokratikliğini, yerel mücadelenin özgünlüğünü
abartan, “dışarıyla” ortaklaşmanın bozucu etkisinden dem vuran çarpıtılmış
anlayışa yerelliğin kendiliğinden ideolojisi diyebiliriz. Mücadele
alanlarında sorgusuz sualsiz işe koşulabilen bu ideoloji, irili ufaklı sayısız
yerel ekolojik mücadelenin Türkiyelileşmesinin, birlik olmasının önündeki
engellerden biri.
Ekoloji mücadelesinin geçmiş denemelerinde ağır basan birkaç
eğilim saptanabilir. Bunlardan ilki, tekil-sorun odaklı olma eğilimi. Bu odakla
bakıldığında, sorun, tasarlanan projenin yaratacağı zarardan ibaretmiş gibi
görülür. Etkinlik kaynaklı (termik santral, çimento fabrikası, taş ocağı),
tahribata bağlı (orman, kıyı, mera tahribi), kirliliğe dayalı (hava, su, toprak
kirliliği), risk tanımlı (nükleer, GDO) olarak sorun saptanır. Bu gibi
niteleyici unsurların bir karması dile getirildiğinde dahi sorunun asıl
belirleyeni karşı çıkılan zararlı projedir. Böyle anlaşıldığında, mücadelede
yer alanların ekolojik sorunları kavrayışı tekil bir projenin ötesine
geçemeyecektir. Sorun yıkıcı bir projeye indirgendiğinde mücadelenin talebi
bellidir: o tesisin engellenmesi, devletin verdiği izinlerin mahkemelerce iptal
edilmesinin sağlanması. Şapka çıkarılacak mücadeleler sayesinde zaman zaman
taleple ilgili çeşitli kazanımlar elde edilir. Direniş sürecinin toplumsal
mücadeleler için sağladığı deneyim birikimi ise, değerli bir mirastır. Hiç
kuşkusuz.
Ancak bu kazanımları gölgede bırakan gerçek, Bergama’dan
Cerattepe’ye sayısız örnekte gördüğümüz gibi, şirketin projede kaybettiği bir
mevziyi hemen her seferinde geri almasıdır. Bu bakımdan, gelecek yenilgileri de
sıradanlaştıran denemeci kabulleniş süreçlerinde “Olsun, yine dene” ile
geçiştirilemeyecek ölçüde ezici trajediler yaşanıyor.
Yerelliğin kendiliğinden ideolojisi
Mücadelelerdeki ikinci eğilim ise yerelliğin aşırı
önemsenmesi. Bu, aynı zamanda, tekil-sorun odaklılığın da dolaylı bir sonucu.
Proje yerelde, belirli bir yere inşa edildiğine ve mücadele
o projeye karşı durduğuna göre, mücadelenin merkez üssünün yerel ölçekte
kurulması doğaldır ve zorunludur. Futbol deyişiyle, bu bir alan savunmasıdır.
Nitekim, “yaşam savunusu”, “yaşam alanlarının savunulması” kavramları son
yıllarda sıkça kullanılıyor. Ekolojik sorundan doğrudan etkilenecek olan yerel
halk, kendi gücü ve olanaklarıyla projeye karşı savunmaya geçer. Hiç
tartışmasız çok önemlidir yerel mücadele.
Bergama’dan Cerattepe’ye sayısız örnekte gördüğümüz gibi
şirket kaybettiği mevziyi hemen her seferinde geri alıyor. Yukarıda, Cerattepe
direnişi.
Bununla birlikte, mücadelenin kapsamca büyütülmesi ancak
yerel ölçeğin dışına taşmakla mümkün olur. Başka yerlerdeki mücadelelerle ve
demokratik kitle örgütleriyle dayanışma ve mücadele ağları örmek, ortak
talepler ve eylemler geliştirmek gerekir. Oysa, yerelliğe kerameti kendinden
menkul bir değer yüklenirse, yerel dar görüşlülük (parochialism) bir boyunduruk
gibi mücadelenin yerel, bölgesel, ulusal ölçekler arası genişleyici hareketini
kısıtlayacaktır. Yerelin demokratikliğini, yerel sorunun kendine özgülüğünü ve
o mücadelenin özgünlüğünü abartan, “dışarıyla” ortaklaşmanın bozucu etkisinden,
direnişi zayıflatmasından dem vuran çarpıtılmış anlayışa yerelliğin
kendiliğinden ideolojisi diyebiliriz. Mücadele alanlarında sorgusuz
sualsiz işe koşulabilen bu ideoloji, irili ufaklı sayısız yerel ekolojik
mücadelenin Türkiyelileşmesinin, bir araya gelmesinin, birlik olmasının
önündeki engellerden biridir.
Siyasetler-üstü siyaset
Vurgulayacağım son eğilim ise, yereldeki çevre/yaşam
mücadelesinin siyasetler-üstü olduğu iddiası. Bu eğilime göre, planlanan proje
halkın sağlığını tehdit ettiği gibi börtü böceğe, doğaya da zarar verir, ki
tesise karşı çıkılmasının nedeni de çevresel zararın önlenmesidir.
Sonrası çok tartışmalı, çünkü çevrenin korunması, farklı siyasal
görüşleri birleştiren, dahası her türlü siyasal yaklaşımın ötesinde, siyaseten
yansız bir amaca bürünür. O kadar ki, bu eğilimin savunucuları kendi
tutumlarını siyasetler-üstü görürken, bu tutumdan ayrılanlarıysa siyaset
yapmakla itham edip mücadelenin çeperlerine iterler. Örneğin, “Biz çevre
mücadelesi veriyoruz!” sözünün alt anlamı, “Burada siyaset yapmıyoruz,
yapılmasını da istemiyoruz”dur.
Tekil-sorun odaklanması, yerelliğin kendiliğinden ideolojisi
ve siyasetler-üstü eğilim, tam da, çevre tahribatının ve ekoloji mücadelesinin
siyasetten, sanki mümkünmüş gibi, ayrılabileceğine inanan bir siyasetin
unsurlarıdır. Ekoloji mücadelesini yerel bir dar görüşlülüğe hapsetmenin, emek,
kadın ve diğer toplumsal mücadeleleri ekoloji mücadelesinden yalıtmanın
siyaseti.
Bu eğilimde yaygın biçimde siyasal kültürümüze sinmiş bir
özelliğin yansımasını da görebiliriz. Türkiye’de siyaset denince akla öncelikle
siyasal partiler geliyor. Siyasetler-üstülük, partiler-üstülüğün bir çevirisi
bu bakımdan. Farklı partileri yerel mücadele içinde yan yana getirme başarısı,
siyasetler-üstü iddiasının en somut göstergesi sayılıyor. Bir anlamda siyasetin
dikenli alanında çevre mücadelesi bir “masumiyet” kalkanına da kavuşturuluyor.
Öyle ya, “biz çevre mücadelesi veriyoruz!”
Oysa tekil-sorun odaklanması olsun, yerelliğin kendiliğinden
ideolojisi olsun ve siyasetler-üstü eğilim olsun, bunlar belirli bir siyasetin
unsurlarıdır: Tam da bu unsurlardan oluşan bir siyaset. Çevrenin siyasetten,
yani çevre tahribatının ve ekoloji mücadelesinin siyasetten, sanki mümkünmüş
gibi, ayrılabileceğine inanan bir siyaset. Ekoloji mücadelesini yerel bir dar
görüşlülüğe hapsetmenin, emek, kadın ve diğer toplumsal mücadeleleri ekoloji
mücadelesinden yalıtmanın siyaseti. Emekten yalıtma boyutuna az ileride
döneceğim.
Güncel bir örnekle somutlarsak, ekoloji mücadelelerinin
OHAL’e karşı çıkması siyasal bir tutumdur. Siyasetler-üstü çevre mücadelesi
iddiasıyla OHAL konusunda sessiz kalmak da öyle. OHAL koşullarında basın
açıklaması yapmak bile yasaklanabildiğinden, OHAL’le ilgili takınılan tutum
çevre için verilen mücadeleyi aslında bir varlık-yokluk testine sokar. OHAL
kalktığında da hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, özgür medya, toplantı ve
gösteri hakkı talep etmeyecek miyiz? Bu gibi örneklerdeki siyasallaşma, ekoloji
mücadelesinin masumiyetiyle ilgili basit bir tercih değil, varoluşsal bir
sorundur. Hak ve özgürlükler genişletildiği ve sahiplenildiği ölçüde, mücadele,
taleplerini dile getirecek mekanizmalara, taktiksel-eylemsel araçlara kavuşur.
Bunların etkin kullanılmasıyla da taleplerin gerçekleşme olanağı genişler.
İkilemleri aşmak
Üç eğilim tartışmasından birbiriyle etkileşen iki ikilemin
yer aldığı bir yol ayrımına ulaşmış bulunuyoruz. İlki, yerelliğin aşırı
önemsenmesiyle yerelliğin aşılması gereksinimi arasındaki ikilem. İkincisi de
siyasetler-üstülük ile siyasallaşma gerekliliği arasında beliren ikilem. Önce,
yerelliğin aşılması gereksinimine çeşitli gerekçeleriyle değinelim.
Bergama Ovacık altın madenine karşı çeyrek asıra yayılan
mücadele madenin faaliyetlerini engelleyemedi.
Sermayedar sorunu yerel bir projeye indirger. Şu kadar kâr
için, şu HES, şu dere üzerinde inşa edilecek. Orada engellenirse, sermaye
benzer bir projeyi başka bir yerde uygulayacaktır. Yerel mücadelenin,
sermayedarın proje-indirgemeci anlayışıyla paralellik gösteren yerel soruna
sıkışmışlıktan uzaklaşması gerekmez mi?
Türkiye’nin her yerinde yıkım projelerinin başladığı ve daha
pek çoğunun da planlandığı biliniyor. Denebilir ki, “her yerel odak kendi
yerelinde projeyi engellerse sorun kalmaz zaten”. Bunun anlamı, her mücadelenin
başka yerlerdeki ekolojik direnişlerden yalıtılmış olarak kaderine terk
edilmesidir. Tam da sermaye ve devletin istediği gibi... Sermaye ve devlet
birlik olmuşken bu devasa güç karşısında yerel mevziyi tek başına tutmak
neredeyse olanaksız. Yerel eylemcilerin terörist olmakla, Alman ajanlığıyla
suçlandığı, gözaltı ve tutuklamalarla karşılaştığı, ceza davalarıyla
süründürüldüğü, hatta cinayetle yaşamından olduğu bir gerçeklikte,
yalıtmaya-yalnızlaştırmaya karşı çıkmak daha çok önem taşır.
Metal İşçisinin Kimliği başlıklı araştırmaya göre,
sendikalı işçilerin yüzde 67’si sendikanın siyaset yapmasını istemiyor! Ekoloji
mücadelesinde yer alanlar gibi, işçiler de siyasetler-üstü iddianın büyüsüne
kapılmış. İşyeri ve ücret sendikacılığının dışına çıkmayı siyaset olarak gören
bir işçi, sendikanın ülkedeki ekolojik sorunla uğraşmasını uzak durulması
gereken siyaset sayacak.
Çeşitli suçlarla yaftalanan yerel mücadelenin ulusal ölçekte
sesi çoğaldıkça bir yandan o projenin engellenmesi kolaylaşır. Diğer yandan da
yerelliğin kendiliğinden ideolojisinden uzaklaşarak ülke yüzeyinde ortak bir
mücadele kuruldukça, benzer projelerin başka yerellerde yapılması
zorlaştırılır.
Bu yıl kurulan Ekoloji Birliği, böyle bir gereksinmeyi
giderecek bir potansiyel barındırıyor.
Bugüne kadar yerel mücadeleler arasında
kısmi, geçici ve rastlantısal dayanışmanın yaratılabildiği görülüyor. Bunu
geliştirecek biçimde Ekoloji Birliği, bu mücadelelerin bütünlüklü, sürekli ve
ilkelere bağlanmış öz örgütlenmesi olarak sıçratıcı bir açılım sağlayabilir. El
yordamıyla toplumsal destek aramanın zaman ve enerji kaybı kurulan birlik
sayesinde son bulur. Sokağın ve yargı yolunun kullanılması sürecinde insan
gücü, uzmanlık ve kaynaklar birleştirilir. Talepleri daha gür ve ulusal ölçekte
ifade etmenin çeşitli araçlarına erişim sağlanabilir. Geçmiş yerel deneyimler
birlik içinde birbirine aktarılır. Güçlü bir birlik, yerelden ulusal ve
uluslararası ölçeklere genişlemenin bir “ara yüzü” işlevi görebilir. Böylece
mücadelede ölçekler arası geçişkenliğin sunduğu güç birliği, dayanışma, sesini
duyurma ve benzeri olanaklar etkilice kullanılır.
Yerelliğe ve birlik olmaya sanki bunlar birbirine düşmanmış
gibi yaklaşamayız. Tam tersine. Yerel mücadeleler olmadan birlik var olamaz,
ama birlik olmadan da yerel mücadelelerin amacına ulaşması mümkün olmaz.
Açık hesaplaşma
Tekil-sorun odaklanması, Çevresel Etki Değerlendirmesi’nin
bakışını andırır. Her ikisinde de, etkinlikle tahribat, kirlilik, ekolojik risk
ve topluma olumsuz etkiler arasında ilişki kurulur. Oysa, ekolojik sorun teknik
olarak saptanabilir etkilere yol açan bir projenin ötesinde bir kaynaktan
doğar. Sermaye birikimiyle, artık değer yaratılmasıyla, devlet-şirket
işbirliğini sağlayan siyasal boyutuyla, doğanın sermayeleştirilmesiyle, büyüme
ideolojisiyle birlikte, kapitalizme dair bir sorundur. Tekil projeye karşı
mücadele, şirketi ve ortağı kapitalist devleti karşısına alır, ama genellikle
bu cepheleşmeyi kapitalizmle ilişkilendirmeden yapar. Marx’ın dediği gibi, “ne
yaptıklarını bilmiyorlar, ama yapıyorlar”. Mücadelede yapılan, örtük biçimde
kapitalizmle bir hesaplaşmadır aslında.
Çeşitli suçlarla yaftalanan yerel mücadelenin ulusal ölçekte
sesi çoğaldıkça bir yandan o projenin engellenmesi kolaylaşır. Diğer yandan da
yerelliğin kendiliğinden ideolojisinden uzaklaşarak ülke yüzeyinde ortak bir
mücadele kuruldukça, benzer projelerin yapılması zorlaştırılır. Bu yıl kurulan
ve ilkeleri arasında antikapitalist mücadele de bulunan Ekoloji Birliği, böyle
bir gereksinmeyi giderecek bir potansiyel barındırıyor.
Siyasetler-üstülük eğilimi, yapılanla, yapılanın bilgisini
ya da kavramını örtüştürme çabasına ket vurur. Tekil-sorun olarak projeyle
birlikte kapitalizmi sorunsallaştırmak, kitleyi cezbeden masumiyetin boğulacağı
siyaset sularına girmek olarak görülüyor olsa gerek. Ayrıksı örnekleri
olabilir, ama bütününü dikkate aldığımızda yerel ekoloji mücadeleleri
kapitalizm karşıtı bir söyleme sahip değiller. EGEÇEP’te olduğu gibi, Ekoloji
Birliği de, anti-kapitalist nitelemesini ilkeleri arasında sayıyor.
Bileşik mücadele
Kapitalizm karşıtlığı ilkesinin ete kemiğe büründürülerek
kapitalizmle cepheleşen bir mücadeleye yön vermesi niçin gerekli? Çünkü tekil
mücadelenin yerel ölçeğe sıkışıp yalnızlaşmasını giderecek bir ilaç tam da bu.
Termik, HES, taşocağı, çöp bertaraf tesisi gibi tekil projeleri sorunun gerçek
kaynağında, kapitalizm hesaplaşmasında ortaklaştırıp bir araya getirecek bir
siyasal zemin böylece belirir.
Kazdağları'nda yıllarca süren direnişlere rağmen, Tepeoba
altın madeninde görüldüğü gibi devasa cehennem çukurları açılmaya devam
ediliyor.
Siyasetler-üstülük iddiası, demokratik kitle örgütlerini ve
partileri dayanışmaya çağırırken, onların kurumsal kimliklerinden arınmış, yani
hiçleşmiş olarak mücadele saflarına katılmasını bekler. Buna göre, bu örgütler
mücadelenin eklentisi, kuyruğu gibidir. Çünkü, diyelim ki parti partiler-üstü
çerçeveye dahil olunca, siyasetin ona indirgenerek yüceltildiği bir kurum
olarak bile, herhangi bir aktör kadar etki doğuramaz. Aynı durum sendikalar,
kadın örgütleri ve diğerleri için de geçerlidir. Dolayısıyla örgütler ya
hiçleşmiş olurlar ya da örgütsel kimlikleriyle gelirlerse dışarda tutulurlar.
Hiçleşmiş örgütlerin ve de mücadelenin kendisinin seferber
ettiği kitlelerin ortak bir özelliği var. Mücadelede yer alanlar ve yer alma
potansiyeli olanlar köylü, işçi, kendi hesabına çalışan esnaf, avukat,
başkasına çalışan mühendis, ev-içi emek harcayan kadın ve emekçi kesimler dahil
olmak üzere öğrenim gören öğrencilerdir. Onların emekçi olarak sınıfsal
özellikleri kalıcıdır. Emekçi olmak parti, sendika, dernek üyesi olmaktan
farklı olarak üyelikten istifa dilekçesiyle değiştirilemez.
Ekoloji mücadelesinin kapitalizmle cepheleşmesi, bileşik
mücadelenin ekoloji kolu için hem siyasal hem de toplumsal zemini sağlar.
Ekolojik sorundan en çok emekçiler etkilendiği için sorunun sınıfsal karakteri
mevcut. Bir başka deyişle, bileşik mücadelenin emek kolu için de ortaklaşmanın
dayanağı olan sağlam bir ekolojik zemin yerli yerinde duruyor.
Yapılan araştırmalar Türkiye’de çalışabilir nüfusun yüzde
95’e yakın bir çoğunluğunun emeğiyle geçindiğini ortaya koyuyor. Neresinden
baksak 25-30 milyonluk bir toplam. Ekoloji mücadelesinin üstünde
yükselebileceği toplumsal zemin bu denli engin. Sınıfsal mücadelenin dünya
yüzeyinde görece gerilemiş olmasının nedenlerine hiç girmeyelim. Bu bir yana,
burada tanıdık bir sorunumuz var: Ferit Serkan Öngel’in 2017 yılında yaptığı Metal
İşçisinin Kimliğibaşlıklı araştırmaya göre, sendikalı işçilerin yüzde 67’si
sendikanın siyaset yapmasını istemiyor! On yıl önce de bu sonuç elde edilmişti.
Ekoloji mücadelesinde yer alanlar gibi, işçiler de siyasetler-üstü iddianın
büyüsüne kapılmışlar. İşyeri ve ücret sendikacılığının dışına çıkmayı siyaset
olarak gören bir işçi, sendikanın, beldedeki ülkedeki ekolojik sorunla
uğraşmasını uzak durulması gereken siyaset sayacak...
Bu nedenle, siyasetler-üstülük emeği ve ekolojiyi
birbirinden yalıtan, bölen ve daraltan bir eğilim. İşte üzerinde düşünülmesi
gereken, partili ya da partisiz, sendikalı ya da değil, emek ve ekoloji
mücadelelerinin 30 milyonluk potansiyel toplamının, genişletici ve bütünlüklü,
bileşik mücadelenin yürütücülerine nasıl dönüş(türül)eceğidir. Siyaset, tam da
bu dönüşümün başarılması sürecidir.
Demek ki, ekoloji mücadelesinin kapitalizmle cepheleşmesi,
bileşik mücadelenin ekoloji kolu için hem siyasal hem de toplumsal zemini
sağlar. Başka
bir yazıda da, ekolojik sorundan en çok emekçilerin etkilendiğini,
dolayısıyla sorunun sınıfsal karakterini göstermiştim. Bir başka deyişle,
bileşik mücadelenin emek kolu için de ortaklaşmanın dayanağı olan sağlam bir
ekolojik zemin yerli yerinde duruyor: Ekolojik soruna olduğu gibi emek
sömürüsüne de yol açan, sınıfsal ilişkileriyle, toplumsal yapılarıyla, devletiyle
kapitalist düzen. Kısacası, bileşik mücadeleyi inşa etmenin zorunluluğu da,
mücadelenin kapitalizmle hesaplaşmasının gerekliliği de bu düzenin bağrından
doğuyor.
Kapitalizmle cepheleşme, sorunun kaynağını açığa çıkarması
nedeniyle çözümün anahtarını da içerir. Bu ise, kapitalizme son verip yerine
sınıfsız, sömürüsüz, ekolojik bir toplum kurmak için siyasal iktidarı talep
etmektir. Doğmamış çocuğa don biçmek gibi olsa da, bileşik mücadele için böyle
bir hedeften söz edebilirim. Yeni bir toplumun inşa edilmesi, kurucu bir
siyasal talep olduğu için gerçekleştirilmesi kolay değil. Yine de, bileşik
mücadele yapıları belirdiğinde tarihin seyri o siyasal talebe doğru hızla
değişecektir.
Oraya kadar daha çok yolumuz, önümüzdeyse bir yol ayrımı
var. Ekoloji mücadelelerinin “Yine dene, yine yenil” döngüsü içinde kalıp
kalmayacağını, iki ikilemin oluşturduğu kavşakta hangi yoldan yürüneceği
belirleyecek.
http://birartibir.org/ekoloji/122-yine-dene-yine-yenil-nereye-kadar