31 Temmuz 2018 Salı

“Yine dene yine yenil” nereye kadar? (Prof. Dr. Aykut Çoban)


EKOLOJİ MÜCADELESİNDE STRATEJİ TARTIŞMASI

31.07.2018
Geçmiş mücadele pratikleri sonuç vermezse nereye kadar tekrarlanabilirler? Değişkenleri değiştirmeden değişim mümkün mü? Yeni bir siyasetin yakıcı gerekliliğinin açığa çıktığı şu günlerde ekoloji mücadelesindeki eğilimleri gözden geçirmenin tam zamanı. Yerelliğe yapılan aşırı vurguyu, sorun odaklı yaklaşımı, siyasetten imtina eden “siyaset-üstücülüğü” nasıl aşabiliriz? Beraber düşünelim.  
 
On altı yıldır iktidarda olan AKP 24 Haziran seçimlerini kazandı. Seçim vaatleri arasında Türk Akımı, Kanal İstanbul, madencilik seferberliği, inşaat ve enerji projeleri var. “Yaptıkları yapacaklarının teminatı” ise, on altı yıldır olduğu gibi doğal varlıkların zarara uğratılması, kirletilmesi, talana açılması, satılması, kiralanması, ticarileştirilmesi ve metalaştırılması da sürecektir. Hatta bu fiillerin yoğunlaşması beklenmeli. Çünkü izlediği politika bakımından Erdoğan iktidarının elinde doğa dışında paraya ve büyümenin hammaddesine çevrilebilir bir “değer” kalmadı. Bu da bunca yıldır bu fiillere karşı direnen ekoloji mücadelesinin gündemdeki yerini ve önemini koruyacağı anlamına geliyor. Önceki direşken örnekler, ekoloji mücadelesinin önümüzdeki dönemde de sessiz kalmayacağına işaret ediyor.

Doğanın yıkımı hızlanacak ve mücadele kızışacaksa, zaten oldukça gecikmiş şu soruyu acilen tartışmaya açmakta büyük fayda var: Ekoloji mücadelesi geçmişindeki pratikleri yineleyerek mi yol almalı, yoksa yeni bir strateji geliştirme çabasına mı girmeli? Bu yazı, yeni bir strateji tartışmasına davettir.

Tekil-sorun odaklı yaklaşım

Sosyal medyanın yaygınlaşmasından beri Türkiye’de her seçimin ardından Samuel Beckett’in şu ünlü sözü dolaşıma giriyor: “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” Yenilgi nedeniyle karamsarlığa kapılanların umudunu diriltmek için bu söz işe yarar mı, bilinmez. Ama herhalde şu başlangıç önermesi kabul görecektir: Hep aynı biçimde denenirse yenilgi kaçınılmaz olduğu gibi, sonraki yenilginin bile daha iyi olacağının da güvencesi olamaz. Aynı değişkenlerle aynı denemeyi kaç kez yinelersek yineleyelim, yenilgi dışında bir sonuç alınması ancak rastlantısal olabilir.  

Yerelin demokratikliğini, yerel mücadelenin özgünlüğünü abartan, “dışarıyla” ortaklaşmanın bozucu etkisinden dem vuran çarpıtılmış anlayışa yerelliğin kendiliğinden ideolojisi diyebiliriz. Mücadele alanlarında sorgusuz sualsiz işe koşulabilen bu ideoloji, irili ufaklı sayısız yerel ekolojik mücadelenin Türkiyelileşmesinin, birlik olmasının önündeki engellerden biri.

Ekoloji mücadelesinin geçmiş denemelerinde ağır basan birkaç eğilim saptanabilir. Bunlardan ilki, tekil-sorun odaklı olma eğilimi. Bu odakla bakıldığında, sorun, tasarlanan projenin yaratacağı zarardan ibaretmiş gibi görülür. Etkinlik kaynaklı (termik santral, çimento fabrikası, taş ocağı), tahribata bağlı (orman, kıyı, mera tahribi), kirliliğe dayalı (hava, su, toprak kirliliği), risk tanımlı (nükleer, GDO) olarak sorun saptanır. Bu gibi niteleyici unsurların bir karması dile getirildiğinde dahi sorunun asıl belirleyeni karşı çıkılan zararlı projedir. Böyle anlaşıldığında, mücadelede yer alanların ekolojik sorunları kavrayışı tekil bir projenin ötesine geçemeyecektir. Sorun yıkıcı bir projeye indirgendiğinde mücadelenin talebi bellidir: o tesisin engellenmesi, devletin verdiği izinlerin mahkemelerce iptal edilmesinin sağlanması. Şapka çıkarılacak mücadeleler sayesinde zaman zaman taleple ilgili çeşitli kazanımlar elde edilir. Direniş sürecinin toplumsal mücadeleler için sağladığı deneyim birikimi ise, değerli bir mirastır. Hiç kuşkusuz.

Ancak bu kazanımları gölgede bırakan gerçek, Bergama’dan Cerattepe’ye sayısız örnekte gördüğümüz gibi, şirketin projede kaybettiği bir mevziyi hemen her seferinde geri almasıdır. Bu bakımdan, gelecek yenilgileri de sıradanlaştıran denemeci kabulleniş süreçlerinde “Olsun, yine dene” ile geçiştirilemeyecek ölçüde ezici trajediler yaşanıyor. 

Yerelliğin kendiliğinden ideolojisi

Mücadelelerdeki ikinci eğilim ise yerelliğin aşırı önemsenmesi. Bu, aynı zamanda, tekil-sorun odaklılığın da dolaylı bir sonucu.

Proje yerelde, belirli bir yere inşa edildiğine ve mücadele o projeye karşı durduğuna göre, mücadelenin merkez üssünün yerel ölçekte kurulması doğaldır ve zorunludur. Futbol deyişiyle, bu bir alan savunmasıdır. Nitekim, “yaşam savunusu”, “yaşam alanlarının savunulması” kavramları son yıllarda sıkça kullanılıyor. Ekolojik sorundan doğrudan etkilenecek olan yerel halk, kendi gücü ve olanaklarıyla projeye karşı savunmaya geçer. Hiç tartışmasız çok önemlidir yerel mücadele.
Bergama’dan Cerattepe’ye sayısız örnekte gördüğümüz gibi şirket kaybettiği mevziyi hemen her seferinde geri alıyor. Yukarıda, Cerattepe direnişi.
Bununla birlikte, mücadelenin kapsamca büyütülmesi ancak yerel ölçeğin dışına taşmakla mümkün olur. Başka yerlerdeki mücadelelerle ve demokratik kitle örgütleriyle dayanışma ve mücadele ağları örmek, ortak talepler ve eylemler geliştirmek gerekir. Oysa, yerelliğe kerameti kendinden menkul bir değer yüklenirse, yerel dar görüşlülük (parochialism) bir boyunduruk gibi mücadelenin yerel, bölgesel, ulusal ölçekler arası genişleyici hareketini kısıtlayacaktır. Yerelin demokratikliğini, yerel sorunun kendine özgülüğünü ve o mücadelenin özgünlüğünü abartan, “dışarıyla” ortaklaşmanın bozucu etkisinden, direnişi zayıflatmasından dem vuran çarpıtılmış anlayışa yerelliğin kendiliğinden ideolojisi diyebiliriz. Mücadele alanlarında sorgusuz sualsiz işe koşulabilen bu ideoloji, irili ufaklı sayısız yerel ekolojik mücadelenin Türkiyelileşmesinin, bir araya gelmesinin, birlik olmasının önündeki engellerden biridir.

Siyasetler-üstü siyaset

Vurgulayacağım son eğilim ise, yereldeki çevre/yaşam mücadelesinin siyasetler-üstü olduğu iddiası. Bu eğilime göre, planlanan proje halkın sağlığını tehdit ettiği gibi börtü böceğe, doğaya da zarar verir, ki tesise karşı çıkılmasının nedeni de çevresel zararın önlenmesidir.  Sonrası çok tartışmalı, çünkü çevrenin korunması, farklı siyasal görüşleri birleştiren, dahası her türlü siyasal yaklaşımın ötesinde, siyaseten yansız bir amaca bürünür. O kadar ki, bu eğilimin savunucuları kendi tutumlarını siyasetler-üstü görürken, bu tutumdan ayrılanlarıysa siyaset yapmakla itham edip mücadelenin çeperlerine iterler. Örneğin, “Biz çevre mücadelesi veriyoruz!” sözünün alt anlamı, “Burada siyaset yapmıyoruz, yapılmasını da istemiyoruz”dur.

Tekil-sorun odaklanması, yerelliğin kendiliğinden ideolojisi ve siyasetler-üstü eğilim, tam da, çevre tahribatının ve ekoloji mücadelesinin siyasetten, sanki mümkünmüş gibi, ayrılabileceğine inanan bir siyasetin unsurlarıdır. Ekoloji mücadelesini yerel bir dar görüşlülüğe hapsetmenin, emek, kadın ve diğer toplumsal mücadeleleri ekoloji mücadelesinden yalıtmanın siyaseti.

Bu eğilimde yaygın biçimde siyasal kültürümüze sinmiş bir özelliğin yansımasını da görebiliriz. Türkiye’de siyaset denince akla öncelikle siyasal partiler geliyor. Siyasetler-üstülük, partiler-üstülüğün bir çevirisi bu bakımdan. Farklı partileri yerel mücadele içinde yan yana getirme başarısı, siyasetler-üstü iddiasının en somut göstergesi sayılıyor. Bir anlamda siyasetin dikenli alanında çevre mücadelesi bir “masumiyet” kalkanına da kavuşturuluyor. Öyle ya, “biz çevre mücadelesi veriyoruz!”   

Oysa tekil-sorun odaklanması olsun, yerelliğin kendiliğinden ideolojisi olsun ve siyasetler-üstü eğilim olsun, bunlar belirli bir siyasetin unsurlarıdır: Tam da bu unsurlardan oluşan bir siyaset. Çevrenin siyasetten, yani çevre tahribatının ve ekoloji mücadelesinin siyasetten, sanki mümkünmüş gibi, ayrılabileceğine inanan bir siyaset. Ekoloji mücadelesini yerel bir dar görüşlülüğe hapsetmenin, emek, kadın ve diğer toplumsal mücadeleleri ekoloji mücadelesinden yalıtmanın siyaseti. Emekten yalıtma boyutuna az ileride döneceğim.

Güncel bir örnekle somutlarsak, ekoloji mücadelelerinin OHAL’e karşı çıkması siyasal bir tutumdur. Siyasetler-üstü çevre mücadelesi iddiasıyla OHAL konusunda sessiz kalmak da öyle. OHAL koşullarında basın açıklaması yapmak bile yasaklanabildiğinden, OHAL’le ilgili takınılan tutum çevre için verilen mücadeleyi aslında bir varlık-yokluk testine sokar. OHAL kalktığında da hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, özgür medya, toplantı ve gösteri hakkı talep etmeyecek miyiz? Bu gibi örneklerdeki siyasallaşma, ekoloji mücadelesinin masumiyetiyle ilgili basit bir tercih değil, varoluşsal bir sorundur. Hak ve özgürlükler genişletildiği ve sahiplenildiği ölçüde, mücadele, taleplerini dile getirecek mekanizmalara, taktiksel-eylemsel araçlara kavuşur. Bunların etkin kullanılmasıyla da taleplerin gerçekleşme olanağı genişler.   

İkilemleri aşmak

Üç eğilim tartışmasından birbiriyle etkileşen iki ikilemin yer aldığı bir yol ayrımına ulaşmış bulunuyoruz. İlki, yerelliğin aşırı önemsenmesiyle yerelliğin aşılması gereksinimi arasındaki ikilem. İkincisi de siyasetler-üstülük ile siyasallaşma gerekliliği arasında beliren ikilem. Önce, yerelliğin aşılması gereksinimine çeşitli gerekçeleriyle değinelim.

Bergama Ovacık altın madenine karşı çeyrek asıra yayılan mücadele madenin faaliyetlerini engelleyemedi.

Sermayedar sorunu yerel bir projeye indirger. Şu kadar kâr için, şu HES, şu dere üzerinde inşa edilecek. Orada engellenirse, sermaye benzer bir projeyi başka bir yerde uygulayacaktır. Yerel mücadelenin, sermayedarın proje-indirgemeci anlayışıyla paralellik gösteren yerel soruna sıkışmışlıktan uzaklaşması gerekmez mi?

Türkiye’nin her yerinde yıkım projelerinin başladığı ve daha pek çoğunun da planlandığı biliniyor. Denebilir ki, “her yerel odak kendi yerelinde projeyi engellerse sorun kalmaz zaten”. Bunun anlamı, her mücadelenin başka yerlerdeki ekolojik direnişlerden yalıtılmış olarak kaderine terk edilmesidir. Tam da sermaye ve devletin istediği gibi... Sermaye ve devlet birlik olmuşken bu devasa güç karşısında yerel mevziyi tek başına tutmak neredeyse olanaksız. Yerel eylemcilerin terörist olmakla, Alman ajanlığıyla suçlandığı, gözaltı ve tutuklamalarla karşılaştığı, ceza davalarıyla süründürüldüğü, hatta cinayetle yaşamından olduğu bir gerçeklikte, yalıtmaya-yalnızlaştırmaya karşı çıkmak daha çok önem taşır.

Metal İşçisinin Kimliği başlıklı araştırmaya göre, sendikalı işçilerin yüzde 67’si sendikanın siyaset yapmasını istemiyor! Ekoloji mücadelesinde yer alanlar gibi, işçiler de siyasetler-üstü iddianın büyüsüne kapılmış. İşyeri ve ücret sendikacılığının dışına çıkmayı siyaset olarak gören bir işçi, sendikanın ülkedeki ekolojik sorunla uğraşmasını uzak durulması gereken siyaset sayacak.

Çeşitli suçlarla yaftalanan yerel mücadelenin ulusal ölçekte sesi çoğaldıkça bir yandan o projenin engellenmesi kolaylaşır. Diğer yandan da yerelliğin kendiliğinden ideolojisinden uzaklaşarak ülke yüzeyinde ortak bir mücadele kuruldukça, benzer projelerin başka yerellerde yapılması zorlaştırılır.  
Bu yıl kurulan Ekoloji Birliği, böyle bir gereksinmeyi giderecek bir potansiyel barındırıyor. 

Bugüne kadar yerel mücadeleler arasında kısmi, geçici ve rastlantısal dayanışmanın yaratılabildiği görülüyor. Bunu geliştirecek biçimde Ekoloji Birliği, bu mücadelelerin bütünlüklü, sürekli ve ilkelere bağlanmış öz örgütlenmesi olarak sıçratıcı bir açılım sağlayabilir. El yordamıyla toplumsal destek aramanın zaman ve enerji kaybı kurulan birlik sayesinde son bulur. Sokağın ve yargı yolunun kullanılması sürecinde insan gücü, uzmanlık ve kaynaklar birleştirilir. Talepleri daha gür ve ulusal ölçekte ifade etmenin çeşitli araçlarına erişim sağlanabilir. Geçmiş yerel deneyimler birlik içinde birbirine aktarılır. Güçlü bir birlik, yerelden ulusal ve uluslararası ölçeklere genişlemenin bir “ara yüzü” işlevi görebilir. Böylece mücadelede ölçekler arası geçişkenliğin sunduğu güç birliği, dayanışma, sesini duyurma ve benzeri olanaklar etkilice kullanılır.

Yerelliğe ve birlik olmaya sanki bunlar birbirine düşmanmış gibi yaklaşamayız. Tam tersine. Yerel mücadeleler olmadan birlik var olamaz, ama birlik olmadan da yerel mücadelelerin amacına ulaşması mümkün olmaz.

Açık hesaplaşma

Tekil-sorun odaklanması, Çevresel Etki Değerlendirmesi’nin bakışını andırır. Her ikisinde de, etkinlikle tahribat, kirlilik, ekolojik risk ve topluma olumsuz etkiler arasında ilişki kurulur. Oysa, ekolojik sorun teknik olarak saptanabilir etkilere yol açan bir projenin ötesinde bir kaynaktan doğar. Sermaye birikimiyle, artık değer yaratılmasıyla, devlet-şirket işbirliğini sağlayan siyasal boyutuyla, doğanın sermayeleştirilmesiyle, büyüme ideolojisiyle birlikte, kapitalizme dair bir sorundur. Tekil projeye karşı mücadele, şirketi ve ortağı kapitalist devleti karşısına alır, ama genellikle bu cepheleşmeyi kapitalizmle ilişkilendirmeden yapar. Marx’ın dediği gibi, “ne yaptıklarını bilmiyorlar, ama yapıyorlar”. Mücadelede yapılan, örtük biçimde kapitalizmle bir hesaplaşmadır aslında.

Çeşitli suçlarla yaftalanan yerel mücadelenin ulusal ölçekte sesi çoğaldıkça bir yandan o projenin engellenmesi kolaylaşır. Diğer yandan da yerelliğin kendiliğinden ideolojisinden uzaklaşarak ülke yüzeyinde ortak bir mücadele kuruldukça, benzer projelerin yapılması zorlaştırılır. Bu yıl kurulan ve ilkeleri arasında antikapitalist mücadele de bulunan Ekoloji Birliği, böyle bir gereksinmeyi giderecek bir potansiyel barındırıyor.

Siyasetler-üstülük eğilimi, yapılanla, yapılanın bilgisini ya da kavramını örtüştürme çabasına ket vurur. Tekil-sorun olarak projeyle birlikte kapitalizmi sorunsallaştırmak, kitleyi cezbeden masumiyetin boğulacağı siyaset sularına girmek olarak görülüyor olsa gerek. Ayrıksı örnekleri olabilir, ama bütününü dikkate aldığımızda yerel ekoloji mücadeleleri kapitalizm karşıtı bir söyleme sahip değiller. EGEÇEP’te olduğu gibi, Ekoloji Birliği de, anti-kapitalist nitelemesini ilkeleri arasında sayıyor.

Bileşik mücadele

Kapitalizm karşıtlığı ilkesinin ete kemiğe büründürülerek kapitalizmle cepheleşen bir mücadeleye yön vermesi niçin gerekli? Çünkü tekil mücadelenin yerel ölçeğe sıkışıp yalnızlaşmasını giderecek bir ilaç tam da bu. Termik, HES, taşocağı, çöp bertaraf tesisi gibi tekil projeleri sorunun gerçek kaynağında, kapitalizm hesaplaşmasında ortaklaştırıp bir araya getirecek bir siyasal zemin böylece belirir.

Kazdağları'nda yıllarca süren direnişlere rağmen, Tepeoba altın madeninde görüldüğü gibi devasa cehennem çukurları açılmaya devam ediliyor.

Siyasetler-üstülük iddiası, demokratik kitle örgütlerini ve partileri dayanışmaya çağırırken, onların kurumsal kimliklerinden arınmış, yani hiçleşmiş olarak mücadele saflarına katılmasını bekler. Buna göre, bu örgütler mücadelenin eklentisi, kuyruğu gibidir. Çünkü, diyelim ki parti partiler-üstü çerçeveye dahil olunca, siyasetin ona indirgenerek yüceltildiği bir kurum olarak bile, herhangi bir aktör kadar etki doğuramaz. Aynı durum sendikalar, kadın örgütleri ve diğerleri için de geçerlidir. Dolayısıyla örgütler ya hiçleşmiş olurlar ya da örgütsel kimlikleriyle gelirlerse dışarda tutulurlar.
Hiçleşmiş örgütlerin ve de mücadelenin kendisinin seferber ettiği kitlelerin ortak bir özelliği var. Mücadelede yer alanlar ve yer alma potansiyeli olanlar köylü, işçi, kendi hesabına çalışan esnaf, avukat, başkasına çalışan mühendis, ev-içi emek harcayan kadın ve emekçi kesimler dahil olmak üzere öğrenim gören öğrencilerdir. Onların emekçi olarak sınıfsal özellikleri kalıcıdır. Emekçi olmak parti, sendika, dernek üyesi olmaktan farklı olarak üyelikten istifa dilekçesiyle değiştirilemez.

Ekoloji mücadelesinin kapitalizmle cepheleşmesi, bileşik mücadelenin ekoloji kolu için hem siyasal hem de toplumsal zemini sağlar. Ekolojik sorundan en çok emekçiler etkilendiği için sorunun sınıfsal karakteri mevcut. Bir başka deyişle, bileşik mücadelenin emek kolu için de ortaklaşmanın dayanağı olan sağlam bir ekolojik zemin yerli yerinde duruyor.


Yapılan araştırmalar Türkiye’de çalışabilir nüfusun yüzde 95’e yakın bir çoğunluğunun emeğiyle geçindiğini ortaya koyuyor. Neresinden baksak 25-30 milyonluk bir toplam. Ekoloji mücadelesinin üstünde yükselebileceği toplumsal zemin bu denli engin. Sınıfsal mücadelenin dünya yüzeyinde görece gerilemiş olmasının nedenlerine hiç girmeyelim. Bu bir yana, burada tanıdık bir sorunumuz var: Ferit Serkan Öngel’in 2017 yılında yaptığı Metal İşçisinin Kimliğibaşlıklı araştırmaya göre, sendikalı işçilerin yüzde 67’si sendikanın siyaset yapmasını istemiyor! On yıl önce de bu sonuç elde edilmişti. Ekoloji mücadelesinde yer alanlar gibi, işçiler de siyasetler-üstü iddianın büyüsüne kapılmışlar. İşyeri ve ücret sendikacılığının dışına çıkmayı siyaset olarak gören bir işçi, sendikanın, beldedeki ülkedeki ekolojik sorunla uğraşmasını uzak durulması gereken siyaset sayacak...
Bu nedenle, siyasetler-üstülük emeği ve ekolojiyi birbirinden yalıtan, bölen ve daraltan bir eğilim. İşte üzerinde düşünülmesi gereken, partili ya da partisiz, sendikalı ya da değil, emek ve ekoloji mücadelelerinin 30 milyonluk potansiyel toplamının, genişletici ve bütünlüklü, bileşik mücadelenin yürütücülerine nasıl dönüş(türül)eceğidir. Siyaset, tam da bu dönüşümün başarılması sürecidir.
Demek ki, ekoloji mücadelesinin kapitalizmle cepheleşmesi, bileşik mücadelenin ekoloji kolu için hem siyasal hem de toplumsal zemini sağlar. Başka bir yazıda da, ekolojik sorundan en çok emekçilerin etkilendiğini, dolayısıyla sorunun sınıfsal karakterini göstermiştim. Bir başka deyişle, bileşik mücadelenin emek kolu için de ortaklaşmanın dayanağı olan sağlam bir ekolojik zemin yerli yerinde duruyor: Ekolojik soruna olduğu gibi emek sömürüsüne de yol açan, sınıfsal ilişkileriyle, toplumsal yapılarıyla, devletiyle kapitalist düzen. Kısacası, bileşik mücadeleyi inşa etmenin zorunluluğu da, mücadelenin kapitalizmle hesaplaşmasının gerekliliği de bu düzenin bağrından doğuyor.

Kapitalizmle cepheleşme, sorunun kaynağını açığa çıkarması nedeniyle çözümün anahtarını da içerir. Bu ise, kapitalizme son verip yerine sınıfsız, sömürüsüz, ekolojik bir toplum kurmak için siyasal iktidarı talep etmektir. Doğmamış çocuğa don biçmek gibi olsa da, bileşik mücadele için böyle bir hedeften söz edebilirim. Yeni bir toplumun inşa edilmesi, kurucu bir siyasal talep olduğu için gerçekleştirilmesi kolay değil. Yine de, bileşik mücadele yapıları belirdiğinde tarihin seyri o siyasal talebe doğru hızla değişecektir.    

Oraya kadar daha çok yolumuz, önümüzdeyse bir yol ayrımı var. Ekoloji mücadelelerinin “Yine dene, yine yenil” döngüsü içinde kalıp kalmayacağını, iki ikilemin oluşturduğu kavşakta hangi yoldan yürüneceği belirleyecek.
http://birartibir.org/ekoloji/122-yine-dene-yine-yenil-nereye-kadar

'İzmir şehir merkezindeki askeri alanlar ne olacak?'


'Ä°zmir ÅŸehir merkezindeki askeri alanlar ne olacak?'
 31 Temmuz 2018 15:13

CHP İzmir Milletvekili Murat Bakan, şehir merkezindeki askeri alanların taşınmasıyla ilgili çalışmaları Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'a sordu.
TBMM Çevre Komisyonu Üyesi CHP İzmir Milletvekili Murat Bakan, şehir merkezlerindeki askeri alanların şehir dışına taşınmasıyla ilgili yürütülen çalışmaları Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’a sordu. Kent içindeki askeri alanların ne olacağını daha önce  dönemin başbakanı Binali Yıldırım'a soran CHP İzmir Milletvekili Murat Bakan, konuyu yeniden gündeme taşıdı.
BOŞALAN YERLER HANGİ KURUMLARA VERİLECEK?
CHP Milletvekili Murat Bakan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay tarafından yanıtlanması talebiyle verdiği yazılı soru önergesinde, “Hangi askeri alanlar şehir merkezi dışına taşınacak? Boşalan yerler hangi kurumlara tahsis edilecek? İki yıldır yürütülen çalışmalar ne aşamada bilmiyoruz, konuyla ilgili hiçbir bilgimiz yok. Dönemin başbakanı, söz konusu alanların değerlendirilmesinde yerel yönetimlerin taleplerinin dikkate alınacağını söylemişti. Kentsel yaşamın sürdürülebilir gelişimi ve kamu yararı gözetilerek etkin kullanımı için bu alanların yerel yönetimlere devrini bekliyoruz” dedi.
İZMİR'DEKİ ASKERİ ALANLAR
Bakan'ın "Akibetleri ne olacak?" diye sorduğu İzmir'deki askeri alanlar şunlar:
Ege Ordu Komutanlığı Karargahı - Narlıdere
İstihkam Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığı - Narlıdere
Ulaştırma Personel Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığı - Gaziemir
Hava Teknik Okullar Komutanlığı - Gaziemir
Hava Astsubay MYO Komutanlığı - Gaziemir
2. Ana Jet Üs Komutanlığı - Çiğli
Ege Deniz Bölge Komutanlığı - Bayraklı
İzmir Tersane Komutanlığı - Karşıyaka
Maltepe Askeri Lisesi - Güzelbahçe
Deniz Er Eğitim Tabur Komutanlığı - Poligon - Karabağlar
NATO Müttefik Kara Ordusu Komutanlığı - Buca
57. Topçu Tugayı - Bornova
(İzmir/EVRENSEL)
Son Düzenlenme Tarihi: 31 Temmuz 2018 15:16
https://www.evrensel.net/haber/358217/izmir-sehir-merkezindeki-askeri-alanlar-ne-olacak

Ormanlarımız neden yanıyor?


Ormanlarımız neden yanıyor?

 31 Temmuz 2018 02:21
    
Ülkemizdeki orman yangınlarının nedenleri, yanan orman varlığımızın miktarı ve yangınlarla mücadele yollarını konunun uzmanı bilim insanlarına sorduk.
Özer AKDEMİR
İzmir
Yakın zamanda komşumuzda yaşanan orman yangını bizi derinden yaraladı. Felakette 91 kişi hayatını kaybetti, 25 kişi hâlâ kayıp. Atina’da yaşanan bu çevre felaketinin nedenleri bilindik. Yaz aylarının gelmesiyle bizim ülkemizde de deyim yerindeyse “orman yangınları sezonu” da başladı. 
Ülkemizdeki orman yangınlarının nedenleri, yanan orman varlığımızın miktarı ve yangınlarla mücadele yollarını konunun uzmanı bilim insanlarına sorduk.
İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay ve Doç. Dr. Yücel Çağlar ülkemiz ormanlarının önemli bir kısmının iklim ve topoğrafik nedenlerle yangına hassas olduklarına dikkat çekiyorlar. Her iki bilim insanı da özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerindeki ormanların başta kızılçam ve diğer ibreli türlerin kolayca yanabilmelerinden dolayı yangına daha hassas olduklarını ifade ediyorlar. Tabii bu durumun diğer bölgelerdeki orman alanlarında yangın olmayacağı anlamına gelmediğine de dikkat çekiyorlar. Nitekim 2017 yılı ocak ayında Sürmene’de çıkış nedeni konusunda hâlâ farklı görüşler olsa da orman yangını çıkmıştı.
YANGINLARIN YARISI İHMAL VE KAZALARDAN
 Fotoğraf: Pixabay
Prof. Dr. Doğanay Tolunay, ülkemizdeki orman yangınlarının yaklaşık yüzde 90’ının insan kaynaklı olduğunun söylenebileceğini belirterek, Orman Genel Müdürlüğünün (OGM) yangın istatistiklerine göre ülkemizdeki yangınların yaklaşık yarısının ihmal ve kaza neticesinde çıktığına dikkat çekiyor. Bu ihmal ve kazalara örnek olarak ise anız yakma, orman içindeki ya da yakınındaki çöplüklerde başlayan yangınlar, piknik ateşi ya da araç camlarından sigara izmaritleri örnek olarak veriyor. Tolunay, tarla ve yerleşim yeri amaçlı kasıtlı olarak da orman yangınlarının çıkarılabildiğinin altını çizerken, orman yangınlarının sadece yüzde 10’unun yıldırımlar ya da rüzgarlar gibi doğal nedenlerle oluştuğunu ifade ediyor.

YANGINLARIN YÜZDE 53’ÜNÜN NEDENİ BELLİ DEĞİL
Doç. Dr. Yücel Çağlar ise, OGM istatistiklerinde yüzde 53.2’lik orana sahip olan nedeni bilinmeyen orman yangınlarına dikkat çekti. “Nedeni bilinmeyen” yangınların oranı uzun yıllardır yüzde 50-60. Çağlar, bu yüksek orana dair şunları söyledi: “Yapılması gereken; “nedeni bilinmeyen” orman yangınlarının nedenlerinin araştırılmasıdır. Ancak, ormancılığımızda bugüne değin ülke geneli için anlamlı böyle bir araştırma yapılmamıştır”.
HER YIL 2 BİN ORMAN YANGINI ÇIKIYOR
Gelelim son yıllardaki orman yangınları ile ilgili sayısal veriler ve bunun ne anlama geldiğine; Prof. Dr. Tolunay ülkemizde son otuz yılda toplam olarak 64 bin kadar orman yangını çıktığını ve bu yangınlarda yine yaklaşık olarak 308 bin hektar orman alanının yandığını kaydediyor. Yani ortalama olarak her yıl ülkemizde 2 bin kadar orman yangını çıkıyor ve yılda 11 bin hektar orman alanı yanıyor. Tolunay yanan orman alanlarının düşük gösterilmeye çalışıldığını da sözlerine ekleyerek, Antalya Taşağıl’da OGM tarafından 5 bin hektar olarak açıklanan yanan alanın Orman Mühendisleri Odası ve Türkiye Ormancılar Derneğince 16 bin hektar olarak ilan edildiğini örnek olarak veriyor.   

YANGINLAR ARTARKEN YANAN ALAN AZALIYOR
Son 30 yıllık dönem incelendiğinde orman yangını sayılarında artan bir trend olduğunun görüleceğini aktaran Tolunay, buna karşılık yanan alan miktarlarında ise azalma olduğunu vurgulayarak bunun nedenleri konusunda şu görüşleri dile getiriyor: “Azalmanın en önemli nedeni OGM’nin orman yangınlarına özel bir önem vermesi bu amaçla helikopter ve uçak kiralanması, yangın gözetleme kulelerinin kurulması, yerden müdahale ekiplerinin oluşturulması, araçlara takip sistemi takılması gibi önlemleri almasıdır”.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ DİKKATE ALINMALI
 Fotoğraf: Pixabay
İklim değişikliğine bağlı olarak sıcaklıkların ve kuraklıkların artmasının orman yangını riskini de artırdığına dikkat çeken Prof. Dr. Doğanay Tolunay, ülkemizde 1 Mayıs-1 Kasım tarihleri arasındaki dönem olarak adlandırılan yangın sezonunun değişen iklimler nedeniyle tüm yıla yayılması gerektiği görüşünde. Tolunay, ayrıca orman alanlarında çöplükler, patlayıcı madde depolama tesisleri, madencilik faaliyetleri gibi orman yangınına neden oluşturabilecek çok sayıda faaliyete izin verildiğini ifade ederek, bu gibi risk faktörlerine orman alanlarında izin verilmemesinin yerinde olacağını söylüyor.
HALKA BÜYÜK GÖREV DÜŞÜYOR
Orman yangınlarında büyük ölçüde insan faktörünün etkili olduğu düşünüldüğünde halka büyük görev düştüğünü belirten Prof. Dr. Doğanay Tolunay, “Orman yangını konusunda bilinçli davranılmalı orman içinde ya da kenarındaki ter türlü ateşin yangına neden olabileceği unutulmamalıdır. Bu konuda medyanın da önemli sorumluluğu bulunmaktadır” dedi.
AKP’NİN YANGIN POLİTİKASI
“AKP hükümetinin yangınla mücadele politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?”  sorusuna yanıt veren Doç. Dr. Yücel Çağlar, gelişen teknoloji ve kamuoyunun artan duyarlılığının iktidarı yangınlar konusunda daha gayretli olmaya ittiği görüşünde. Çağlar, AKP hükümetlerinin yangınları önleme yerine söndürme çalışmalarına, gereksiz yere, çoğunlukla da gösteriş amaçlı uçak, helikopter, onlarca arazöz vb. bilinçsizce kullanımına ağırlık verilmesi uygulamalarını eleştiriyor. Çağlar; orman yangınlarını önleme ve söndürme çalışmalarının yönetsel yapısının son derece düşük olduğunu dile getiriyor.


PERSONELE ÖNEM VERİLMELİ
“Yangınların önlenmesi konusunda nasıl bir bilimsel yöntem izlenmeli?” sorusuna Çağlar şöyle cevap verdi: “Orman yangınlarının öteki yangınlardan farklıdır; daha da önemlisi, yöre, arazi yapısı, orman ekosisteminin yapısal özelliklerine, iklim vb. denetilemeyen etmenler son derece değişkendir; Dolayısıyla bu alanda özel eğitimli personelin işlendirilmesi zorunludur. Öyle ki, bu personel, işlendirilecekleri yörenin ekolojik, ekonomik ve toplumsal koşulları konusunda bilgili olmalı. Yerel düzeyde teknik personel işlendirmede rastlantıları, keyfilikleri, kayırmaları ve “cezalandırmaları” (sürgünleri) önleyebilecek demokratik düzenler kurulmalı ve işletilmelidir."
Son Düzenlenme Tarihi: 30 Temmuz 2018 18:26

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Bozcaada'da sökülen asbestli gemi TBMM'ye taşındı



Bozcaada'da sökülen asbestli gemi TBMM'ye taşındı
  
 30 Temmuz 2018 18:35
    
İzmir Milletvekili Murat Bakan: Söz konusu geminin ‘asbest yoktur’ raporu var mıdır? Varsa nerededir ve neden paylaşılmamaktadır?
İzmir Milletvekili Murat Bakan, Evrensel'in gündeme taşıdığı Bozcaada'da denizin içinde sökülen asbestli gemiyi TBMM'ye taşıdı.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını istediği yazılı soru önergesinde Bakan, Bozcaada’nın Beylik Koyu’nda 2014 yılında karaya oturan ‘Mercy Cod (NIL-K)’ isimli kuru yük gemisi tüm uyarılara rağmen denizin içinde söküldüğünü anımsatarak, bu söküm işleminin Bozcaada Kaymakamının öncülüğünü yaptığı bir törenle gerçekleştirildiğine vurgu yaptı. Gemi sökülmeden önce "asbest yoktur" içerikli bir rapor hazırlandığını belirten Bakan, gemiden geride kalan parçalarda geçtiğimiz günlerde yapılan incelemelerde asbest tespit edildiğini ifade etti. 
Bakan önergesinde şu soruların yanıtlanmasını istedi;
1.                                ‘Mercy Cod (NIL-K)’ isimli kuru yük gemisi sökülmeden önce, çevreye ve canlı yaşamına yönelik tehdit oluşturup oluşturmayacağına dair bilimsel çalışma yapılmış mıdır? Yapıldıysa raporun detayları nedir? Yapılmadıysa neden yapılmamıştır?
2.                                Asbest Söküm Uzmanları Derneği (ASUD) yetkilisi, gemi sökülmeden önce alındığı söylenen ‘asbest yoktur’ raporunun olmadığını ifade etmiştir. Söz konusu geminin ‘asbest yoktur’ raporu var mıdır? Varsa nerededir ve neden paylaşılmamaktadır? Yoksa, böyle bir rapor olmamasına rağmen gemi sökümü neden yapılmıştır?
3.                                Bakanlığınız, gemi sökümü tamamlandıktan sonra, sökümün yapıldığı bölgede (karada, denizde ve havada) çevreye ve canlı yaşamına yönelik bir tehdit olup olmadığını denetlemiş midir? Denetlemediyse hangi gerekçeyle denetlememiştir? Denetlediyse, denetim sonucu hazırladığı raporun detayları nedir? 
4.                                 Sökümü yapılan geminin parçaları nerededir? 
5.                                Gemi sökümü sonrası yapılan incelemelerde bölgede çevreyi ve canlı yaşamını tehdit eden asbest tespit edilmiştir. Söküm için izin veren ve sökümü yapanlar hakkında yasal işlem başlatılacak mıdır?
6.                                Sökümün yapıldığı bölgedeki çevre ve canlı yaşamını tehdit eden etkenlerin belirlenerek bölgenin temizlenmesi için neler yapılacaktır?
 

Bozcaada'da sökülen gemiden kalan parçalarda asbest tespit edildi



29 Temmuz 2018 Pazar

Bir başka baharın umudu (Pazar yazısı)




29 Temmuz 2018 04:06

 Ã–zer AKDEMÄ°R
2001 yılı haziranı. Sıcak bir gün. Bergama’ya bağlı Narlıca köyünde binlerce kişi köy meydanına toplanmış. Davullar, zurnalar, halaylar...
Tam bir şenlik havası var. Halayın bir ucunda mendil sallayan Köylülerin Sözcüsü Oktay Konyar’ın keyiften ağzı kulaklarında. Davulun tokmağı vurdukça, zurnacı zurnasını gökyüzüne kaldırdıkça Konyar’ın pos bıyıkları titriyor.
Yanı başında Bergama köylülerinin öncü kadınlarından Sabahat Gökçeoğlu var. Gökçeoğlu’nun başı yine dimdik. Yüzü mutlu, gururlu. Çakır gözleri gülüyor...
Narlıca’da o gün bir “zafer” kutlaması yapılıyor. Hemen birkaç kilometre ötede komşu Çamköy meydanında dikili olan “On Yedi Köyün Kitabesi”nde adı yazan on yedi köyden de insanlar gelmişler. Dahası, İzmir’den, Çanakkale’den, Ankara’dan, İstanbul’dan, Bergama köylülerinin ne kadar dostu varsa, şenliği duyan akın etmiş Narlıca’ya.
Kahveler dolu ağzına kadar. “Altıncıların gittiği kahve, maden karşıtlarının kahvesi” gibi bir ayrım kalmamış. Köylüler oturmuşlar, meydanda çekilen halaylara, davul zurnaya keyifle eşlik ediyorlar. Keçi peyniri, köy ekmeği, domates, biber de var masalarda.
Kalabalığın biraz ilerisinde kocaman bir kayanın dibine gençler çökmüşler. Kayanın üzerinde olanlar da var. Daha yenice bir kavgadan çıkmışlar gibi ya da her an kavgaya gireceklermişçesine ellerinde sopaları hazır.
 
Bergama köylüleri Narlıca’da bir “yargı zaferi”ni kutlamak için toplanmışlardı o gün. Oysa bu tartışma yıllar önce bitmeliydi. Ülkenin en yüksek yargı organı Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu 1997 yılında “Siyanürle altın ayrıştırmada kamu yararı yoktur” demiş, kesin bir şekilde altın madenine kapıları kapatmıştı. O gün bitmesi gereken altın madeni tartışması bu yargı kararına uymak zorunda olan siyasi iktidar tarafından bitirilmedi. Yargı kararı hiçe sayılarak TÜBİTAK üyesi bir grup ‘bilim insanı’na ısmarlanan rapor sonrası madene yeniden yol verildi.
İşte Narlıca köyünde şenliklerle kutlanan “yargı zaferi” madenin çalışmasına olanak sağlayan bu izinle ilgiliydi. İzmir İdare Mahkemesi kararında, kesinleşmiş yargı kararına rağmen madene tekrar izin verilmesinin hukuk dışı olduğunu söylüyordu. Bergama köylüleri bu mahkeme kararını ellerine alarak Narlıca’da şenlik yapıyorlar, “zafer” ilan ediyorlardı.
Çamköylü Fatma Sezer o gün duygularını sorduğumda bana “Türkiye’de mahkemeler, yargıçlar varmış. İnşallah hükümet de vardır” diyordu.
Hükümetin köylüden yana olmadığı, “zafer”in de çok erken ilan edildiği anlaşıldı ilerleyen günlerde. Altın madeni her türlü yargı kararını aşarak üretimine devam etti. Maden karşıtı mücadelenin bastırılması için de her türlü “kirli” yol ve yöntem denendi.
***
Bergama köylüleri, 2001 haziranından sonra bir daha o kadar büyük kalabalıklarla bir araya gelemediler. Hareketin en kitlesel olduğu o günlerde piyasaya sürülen “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı kitap, tek dertleri sağlıklı bir çevrede yaşamak olan köylüleri adeta “dış güçlerin maşası, Alman casusu” ilan ederek karalıyordu. Dr. Necip Hablemitoğlu adlı bir akademisyenin yazdığı, altın madencileri tarafından baskısı, dağıtımı desteklenen kitap, iktidarın ve medyanın da önemli katkısıyla amacına ulaşıyor, Bergama köylü hareketine yönelik kamuoyunun sempatisi bir algı operasyonu ile tersine çevriliyordu.
Hablemitoğlu’nun sahte bilgi ve belgeler üzerine kurguladığı kitap, onun bir buçuk yıl sonra 2002 aralık ayında, evinin önünde faili meçhul bir suikasta kurban gitmesinin ardından dokunulamaz oldu. Yazarı öldürülen kitap altın madencilerinin başucu kitabı haline geldi...
Madenin bundan sonraki gelişim seyri ise daha da ilginçti. Önce, bugün ‘FETÖ’cü diye aranan Akın İpek’in Koza Grubuna satıldı maden. Ondan sonra da AKP iktidarı iş birliği içinde olduğu Gülen Cemaatinin bu şirketine “ne istedilerse verdi”...
 
Darbe teşebbüsü öncesi AKP-FETÖ arasında başlayan dalaşta devlet tarafından el konulan madeni bugün de hiç bir yargı kararı etkilemiyor. Bunun en son örneği ise geçtiğimiz günlerde yaşandı.
Madene verilen ÇED olumlu belgesi -artık kaçıncısı ise- mahkemece iptal edildi. Zaten mahkemenin iptal ettiği ÇED’in yerine verilen ÇED’de iptal edilmişti. Bergamalılar, altın madeni tehdidi altındaki Kozak Yaylası’nda bu mahkeme kararını yine “zafer” olarak kutlayacaklarını açıkladıklarında 2001 haziranında Narlıca’daki o şenlik geldi gözlerimin önüne.
Yargının neredeyse tamamen siyasallaştığı bir ortamda, uzun zamandır iktidarın desteklediği bir faaliyetin, ekolojik hassasiyetler gerekçe gösterilerek verilen bir yargı kararı nedeniyle durdurulması neredeyse olanaksız hale gelmişti oysa. Onca emekle kazanılan dava sonucu madenin kapısına mühür vurmak da çözüm değildi. Maden, mühür vurulduktan sonra ertesi gün yeniden açılmıştı, hem de kaç kere. Doğa hunharca katledilmişti Bergama’da. Ovacık’taki tesisler sökülmeden de bir ‘zafer’den bahsetmek olanaksızdı. Öyle de oldu!
“Hâlâ vicdanlı yargıçlar varmış” dedirten mahkemenin bu kararının mürekkebi kurumadan, Bergamalılar Kozak’ta o basın açıklamasını yapmadan şirket borsaya yeni ÇED için başvurduğunu açıklıyordu!...
***
Çamköy’deki 17 köyün kitabesinin etrafını ayrık otları bürümüş durumda. Yıllar önce direniş destanı yaratan 17 köyün ağzını bıçak açmıyor bugün. Her “zafer” diye umutlanılan yargı kararında ışıyan yüzler, madenin çalışmasına en ufak bir zeval gelmediğini görünce yavaş yavaş karardı. Umutlar bir başka bahara ötelendi...
Bugün Bergamalılar, bağımsız bir yargının yanı sıra bu yargı kararını uygulayacak halktan, hukuktan, adaletten, doğadan yana bir iktidar olmadığında mahkeme kararlarının suya yazıldığının canlı tanıklarıdırlar. “Zafer”i ancak böyle bir iktidarı iş başına getirdiklerinde kutlayabileceklerini de en iyi bilenlerdir.
Bir başka baharın umudunu hep canlı tutanlardır, Bergama köylüleri...

27 Temmuz 2018 Cuma

'Sınırsız ÇED Yönetmeliği' Bergama'da devrede


'Sınırsız ÇED Yönetmeliği' Bergama'da devrede
  
 27 Temmuz 2018 15:24
      
Ovacık altın madeninin ÇED olumlu belgesi iptal edilmesine rağmen firma, sınırsız ÇED dokunulmazlığı veren yönetmeliğe dayanarak yine başvuru yaptı.
Özer AKDEMİR
Bergama Ovacık Altın Madenine son verilen ÇED olumlu belgesinin yürütmesi geçtiğimiz günlerde durdurulmuştu. Daha bu kararın mürekkebi kurumadan firma yeni bir ÇED için Bakanlığa başvuru yaptığını açıkladı. 2009/7 Genelgesi kapsamında verilen ÇED raporu iptal edilen firma yine aynı yönetmelik gereği yeni ÇED başvurusunu yaptı.
20 YILDIR SÜREN MÜCADELE
Yaklaşık 20 yıldır tartışması devam eden Türkiye'nin ilk altın madeni olma özelliğindeki Bergama Ovacık Altın Madenine verilen ÇED Raporunun mahkemece iptal edilince, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı madene 2009/7 Genelgesine göre yeni ÇED olumlu belgesi vermişti. EGEÇEP, İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası, Bergama Belediye Başkanlığı, Yeşil Artvin Derneği gibi kurumlar bu yeni ÇED'e de dava açmışlar, dava sürecinde yapılan bilirkişi keşfinde madendeki birçok kritik verinin son 10 yıldır güncellenmediği bilirkişi raporuna yansımıştı. Beş bilirkişi üyesinden dördünün madenin bu haliyle çalışmasının uygun olmadığı görüşü üzerine İzmir 6.İdare Mahkemesi bu ÇED'e verilen olumlu kararının da yürütmesini durdurdu. Mahkeme geçtiğimiz günlerde açıklanan kararında "Hukuka aykırı olduğu saptanan dava konusu işlemin uygulanmaya devam edilmesi Hukuk Devleti ilkesine aykırı bir durum yaratacak ve davacılar yönünden telafisi güç zararlara neden olacaktır" dedi. Mahkemenin bu açık kararının ardından davacı kurum ve yurttaşlar İzmir Valiliği'ne madenin derhal kapatılması gerektiğine dair dilekçe verdiler. Ayrıca, mahkeme kararı ile ilgili bugün altın madenciliği tehdidindeki Kozak Yaylası Yukarıbey Köyü'nde geniş katılımlı bir basın açıklaması yapılacak.
'ZAFER' AÇIKLANMADAN YENİ ÇED YOLDA!
Mahkemenin bu son kararı bazı yaşam savunucuları tarafından "zafer" olarak nitelense de bu kararın madenin çalışmasına herhangi bir etkisinin olmayacağı, şirketin Kamuoyu Aydınlatma Platformuna (KAP) bugün gönderdiği "özel durum açıklaması" ile ortaya kondu. Koza Altın Şirketi KAP'a gönderdiği açıklamada aynen şu ifadeleri kullandı; "3 Temmuz 2018 tarihli mahkeme kararıyla hakkında yürütmeyi durdurma kararı verilmiş olan Ovacık Altın Madeni İşletmeleri ÇED Olumlu Kararı kapsamında, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 2009/7 sayılı genelgesinin tanımış olduğu hak çerçevesin de hazırlanmış olan Çevresel Etki Değerlendirme Raporu bugün itibariyle Bakanlığa sunulmuştur".

YARGI KARARININ BİR HÜKMÜ VAR MI?
Şirketin bu açıklamasının ardından, ÇED Raporları ile ilgili açılan davalarla ilgili soru işaretleri çoğalmış durumda. Yıllarca emek ve masraflarla sürdürülen dava süreçlerinde raporun iptal edilmesinin faaliyeti durdurmadığı Ovacık Altın madeni örneğinde bir kez daha görüldü. Öyle ki önceki ÇED belgesi iptal edilen madene, 2009/7 Genelgesi ile verilen ÇED'de iptal edilince, yine aynı genelgeye dayanılarak yeni ÇED süreci başlatıldı!.. ÇED davaları yıllarca süredursun altın madeni yıllardır yöredeki faaliyetlerine ara vermeden devam ediyor. Hukukçular tarafından "ucube genelge" denilen bu genelge bir anlamda firmalara herhangi bir olumsuz yargı kararı karşısında sınırsız ÇED dokunulmazlığı sağlıyor. Yargı kararını geçersiz kılan bu uygulama, ekoloji mücadelesinin hukuksal ayağının tekrar değerlendirilmesi ile ilgili bir tartışma yaratacak gibi görünüyor.

Son Düzenlenme Tarihi: 27 Temmuz 2018 15:27

Bozcaada'da sökülen gemiden kalan parçalarda asbest tespit edildi


Bozcaada'da sökülen gemiden kalan parçalarda asbest tespit edildi
  
 27 Temmuz 2018 12:28

Bozcaada'nın Beylik Koyu'nda karaya oturan ve 'Asbest yok' raporu ile denizin içinde sökülen gemiden kalan parçalarda asbest tespit edildi.
Özer AKDEMİR
2014 tarihinde Bozcaada'nın Beylik Koyu'nda karaya oturan ‘Mercy Cod (NIL-K)’ isimli kuru yük gemisi tüm uyarılara rağmen denizin içinde söküldü. "Asbest yok" raporu olduğu söylenen ve Bozcaada Kaymakamı'nın öncülüğünü yaptığı bir törenle sökülen gemiden geride kalan parçalarda yapılan incelemelerde ise asbest tespit edildi.
KOYDA ASBEST ÖLÇÜMLERİ YAPILDI
1978 yapımı geminin büyük olasılıkla asbest içerdiğini ileri süren Bozcaada Forum üyeleri geminin asbest ölçümü yapılmadan ve gerekli önlemler alınmadan sökümüne karşı çıkmışlardı. Forum üyelerinin ilgili yerlere verdikleri gemi sökümünün durdurulmasına dönük dilekçeler bir işe yaramazken, gemi kısa sürede sökülmüştü.
Geminin sökülmüş olmasına rağmen asbestin çevreye yayılıp yayılmadığı tartışmalarının sürmesi üzerine Bozcaada Belediyesi ve Asbest Söküm Uzmanları Derneği asbest konusunda Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığına akredite olan üç firmayı davet ederek bölgenin denizinde, karada ve havada asbest ölçümleri yaptırdı. 21 Temmuz tarihinde yapılan ölçümlere Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Bilimleri Bölümü emekli öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Enver Yaser Küçükgül ve asbestle ilgili uluslararası bir STK olan Asbest Hastalığa Bilinçlendirme Organizasyonu (ADAO) temsilcisi Sinem Kankotan gözlemci olarak katıldılar.
'ASBEST TESPİT EDİLDİ'
Numunelerin alan firmalardan Vonka Asbest Laboratuvarı ölçüm sonuçları ile ilgili verilerin bir kısmı bugün Bozcaada Belediyesi ve Asbest Söküm Uzmanları Derneği (ASUD) ile paylaştı. Ölçüm sonuçları ile ilgili görüştüğümüz ASUD Başkanı Cafer Fidan gemiden kalan parçalar üzerinde yapılan ölçümlerde dört numunede asbest tespit edildiğini açıkladı. Geminin sökülüp götürüldükten sonra alanda ölçüm çalışmaları yapılabildiğini aktaran Fidan, "Geminin yalıtım malzemelerinde falan bir şey yoktu. İnşaat ve gemi atığı olarak düşündüğümüz şeylerden örnek aldık. Bu aldığımız numunelerden 4 ünde asbest tespit ettik. Zemin karosu olan marleylerde asbest çıktı. Diğer numunelerde tespit edilemedi, marleyin yapısı gereği bağlayıcı bir özelliği olduğu için çıktı diye düşünüyoruz" dedi.
'ASBEST YOK' RAPORU KAYIP!
Asbest envanterinin gemi orada iken yapılması gerektiğini ifade eden Fidan, "Gemi sökülmeden önce "asbest yoktur" diye bir raporun verildiği belirtiliyor ama o rapor da yok elimizde. Ne şekilde yapıldığı, nereden numune alındığı ile ilgili kimse bize rapor sunamadı" dedi. Ortada bir asbest maruziyeti olduğunu belirten Fidan, asbest saçılımının özellikle söküm çalışmaları sırasında olabileceğini dile getirdi.
'KARANTİNAYA GEREK YOK' DEDİ AMA...
Fidan, "Şimdi bir iki gün içerisinde oranın temizlenmesi, o parçaların oradan alınması büyük oranda temizler. Ortada halkı paniğe sevk edecek, karantinayı gerektirecek bir durum yok" dedi. Ancak Fidan havada yapılan ölçümlerde asbest tespit edilememesine rağmen sulardaki ölçümlerle ilgili asbest laboratuvarının kendilerine şu ana kadar herhangi bir sonuç bildirmediğini de ifade etti. Fidan, sulardaki asbest sonuçları ile ilgili, "bugün yarın bildirirler sanırım" dedi.
 

KARANTİNA GEREKEBİLİR
Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Bilimleri Bölümü emekli öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Enver Yaser, koyun ve arkasındaki karasal kısmın koruma altına alınması gerektiğini söyledi. Küçükgül, "Bozcaada Kaymakamı tarafından şenliklerle sökümü yapılan gemi meselesi dünyada rastlanmamış bir şey. Aynı zamanda çevre sorunlarına nasıl baktığımızı da gösteriyor" dedi.
'BAKANLIĞA SORMAMIZ PROSEDÜR GEREĞİ'
Asbest ölçümlerini yapan Vonka Şirketi temsilcisi Kenan Yıldız ise ölçüm sonuçları ile ilgili bilgiyi prosedür gereği bakanlığa vermek durumunda olduklarını söyledi. Yıldız, aynı olayın Ankara Havagazı fabrikasında yaşandığını, bir firmanın raporunda asbest çıkmasına rağmen bakanlığa bilgi vermeden açıklama yaptığı için yargıda kaybettiğini ifade etti.
Bozcaada Belediyesi ve Asbest Söküm Uzmanları Derneğinin kendilerini davet etmesine rağmen hiçbir ücret almadıklarını belirten Yıldız, "Biz oraya kamuoyu yararına diye, kendi olanaklarımızla gittik, tüm harcamaları kendi cebimizden yaptık" dedi.
ESAS ASBESTLİ PARÇALAR ORTADA YOK!
Kenan Yıldız, sulardaki asbest ölçümlerini başka bir laboratuarın yaptığını belirterek; "Bakanlığa sorup, bakanlığa göre bir açıklama yapmış değiliz. Orada asbest tespit etmemiz bile önemli bizce. Önemli olan o gemide asbest olduğu gerçeği. Burada asıl dikkat edilmesi gereken konu şu; birincisi o gemide asbest envanteri denilen bir rapor, böyle bir çalışma yapılmamış demektir. Gemide esas asbest boru izolasyonlarında, kaplamalarda olur. Esas büyük tehlike buradaydı. Sahilde bulmuş olduğumuz parçalar çok büyük tehlike arz etmiyor halk için. Gemi sökülürken onlar ne oldu? Sadece insanlar değil o bölgede yaşayan tüm canlılara tehlikeliydi. Ekosistem tehlikedeydi. Biz orada samanlıkta iğne aradık. Kumların içindeki parçalardan bulduk ve o parçalarda asbest tespit ettik. Önemli olan şu andan sonra böyle bir şeye izin vermemek".
Son Düzenlenme Tarihi: 27 Temmuz 2018 16:08
  
www.evrensel.net
https://www.evrensel.net/haber/357862/bozcaadada-sokulen-gemiden-kalan-parcalarda-asbest-tespit-edildi

26 Temmuz 2018 Perşembe

Ekoloji örgütleri: Yunanistan halkının acısını paylaşıyoruz


Ekoloji örgütleri: Yunanistan halkının acısını paylaşıyoruz
  
 26 Temmuz 2018 14:29
   
En az 83 kişinin yaşamını yitirdiği yangın faciasına dair açıklama yapan Ekoloji Birliği ve EGEÇEP, 'Felaketin nedeni neoliberal politikalar' dedi.
Ekoloji örgütleri, Yunanistan'daki yangın faciasına dair açıklama yaptı. Ekoloji Birliği ve EGEÇEP yaptıkları açıklamalarda Yunanistan halkının yanında olduklarını, acılarını paylaştıklarını dile getirdi.
EKOLOJİ BİRLİĞİ: FELAKETİN SEBEBİ NEO LİBERAL POLİTİKALAR
Ekoloji Birliği, yaptığı yazılı açıklamada Atina'nın 40 km doğusundaki Mati bölgesinde başlayan yangında çok sayıda insanın ve canlının ölümünden duyulan üzüntü dile getirildi.
Yunanistan hükümetinin 2011’de içine girdiği ekonomik krizin, küresel kapitalizm tarafından fırsata çevrilerek halka birçok konuda liberal piyasa koşullarının ve kemer sıkma politikalarının dayatıldığını belirten Ekoloji Birliği "Yunanistan Hükümeti de bu koşulları kabul ederek sahilleri, adaları ve hatta ormanlar dahil birçok kamusal alanı neoliberal piyasaya açtı. Bunun sonucunda kamusal altyapısı olmayan Yunanistan bu ölçekte ki bir yangınla mücadele etme kapasite ve önleyici gücünü kaybetti. Yunanistan’daki orman yangınlarının sebebi sermayenin Neoliberal rant-talan politikalarıdır" dedi.
Yangın felaketinin küresel ısınma gerçeği ile ilişkisinin de görülmesi gerektiğinin altını çizen Ekoloji Birliği "Ormanlar sınırlarla belirlenmiş ülkelerde yer alsalar da hepimizin, tüm canlılarındır. Yanması, yakılması ya da tahrip edilmesi yeryüzündeki tüm canlı yaşamını tehdit eder. Ekoloji Birliği olarak tüm bileşenlerimizle Yunanistan'daki orman yangını felaketinin yol açtığı derin yaraların sarılmasında elimizden geleni yapmaya hazırız" dedi.
EGEÇEP'TEN YUNANCA-TÜRKÇE MESAJ
Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP) da Yunanca ve Türkçe bir mesaj yayınlayarak yangından duyulan üzüntüyü dile getirdi. EGEÇEP mesajında "Büyük can kayıplarına ve doğa tahribatına yol açan orman yangınlarından dolayı son derece üzgünüz. Kaybettiklerimiz için derin başsağlığı diliyoruz. Dayanışma ve dostluk duygularıyla, acınızı paylaşıyoruz" denildi.

Son Düzenlenme Tarihi: 26 Temmuz 2018 14:41

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Jeotermale karşı çıkan köylüler alıkoydukları kişileri serbest bıraktı



Tire Başköy’de jeotermal kaynak arama çalışmalarına karşı çıkan halk şirketin görevlendirdiğini düşündüğü grubu araziye sokmadı.

 25 Temmuz 2018 17:37
  
Özer AKDEMİR
İzmir
Tire Başköylüler tarım alanlarının ortasına yapılmak istenen jeotermal enerji santraline (JES) karşı direniyorlar. İncir ve zeytinle geçinen yöre köylüleri JES'lerin tıpkı Aydın'da olduğu gibi ürünlerine zarar vereceğinden endişe ediyorlar. Dün (Çarşamba) bine yakın köylü JES'lere karşı köy meydanında eylem yaptı.

Başköylüler dün gerçekleştirdikleri eylemin ardından bugün de inceleme yapmak gelen 3-4 kişilik bir grubu köye sokmadılar. "Mal Müdürlüğünden geldik, alanda çalışma var mı yok mu bakacağız" diyen 3-4 kişilik grubun etrafını çeviren yüzlerce köylü, bu kişileri alıkoydular. Telefonla konuştuğumuz köylülerden Sami Şengün,  köye bir kilometre yakında, mezarlığın altında bir araçla gelen kişilerin köylüler tarafından çevrildiğini belirterek, "Mal müdürlüğünden geldiklerini söylemişler ama ellerindeki dosyalara baktığımızda bütün sayfalarda Pozitif Enerji şirketinin isminin olduğunu gördük. Köylüler şu anda infial halinde. Bu kişileri kaymakam gelmeden bırakmak istemiyorlar. Kaymakam ve yardımcısı Tire dışında imiş. Jandarma geldi, şu an köylüleri ikna etmeye çalışıyor. Bize açıkça yalan söylüyorlar. Mal Müdürlüğü ve diğer yetkililer de şirketle işbirliği içindeler. Köylüler, özellikle kadınlar çok kararlılar" dedi.
Öğle saatlerinde köye gelen Mal Müdürü alıkonulan üç kişinin kendi çalışanları olduğunu söyledi. Bunun üzerine köylüler alıkoydukları kişileri serbest bıraktı. Mal Müdürünün açıklamalarının kendilerini tatmin etmediğini ifade eden köylüler, yine de kimsenin burnunun kanamaması için alıkonulanları bıraktıklarını ama köylerini JES şirketine karşı korumakta da bir o kadar kararlı olduklarını söylediler.
BİNE YAKIN KÖYLÜ EYLEM YAPTI
Başköylülerin köy meydanında Çarşamba günü yaptıkları eyleme başta köylü kadınlar olmak üzere genç yaşlı, çocuklarıyla geniş bir katılım oldu. Civar köylerden ve Tire'den  de katılımlarla sayıları 1000'e yaklaşan vatandaşlar, JES'leri istemediklerini dile getirdiler. Köy meydanının birçok yerine ve köyün girişine jeotermale hayır pankartları asıldığı görülürken etkinlik boyunca JES karşıtı dövizler taşındı. "Başköy'de zehir istemiyoruz", "İnadına üreteceğiz", "Devlet bize sahip çık", "Zeytin incir canımız jeotermal düşmanımız" gibi dövizler dikkat çekerken, yüzlerce köylü "Başköy'e zehir istemiyoruz" sloganları attılar.

DEVLET YANIMIZDA OLSUN
Köy Meydanında gerçekleştirilen eylemde konuşan Sami Şengün adlı köylü, incir sezonu geldiğini, taze incirlerin pazarlarda yerlerini almaya başladığını belirterek, "İncir en önemli tarım ürünlerimizden birisidir. Dünyanın en önemli incir üretim havzaları olan Büyük Menderes ve Küçük Menderes Havzaları JES tehdidi altındadır" dedi. Yenilenebilir enerji kaynağı olarak gösterilen jeotermallerin en stratejik ürünlerden birisi olan incir üzerinde ciddi zararlara yol açtığını belirten Şengün, "Germencikten Buharkente kadar olan incir bahçelerinde kuruma, meyve kalitesinde düşme gibi ciddi hasarlar gözlenmektedir. Bu dağları taşları incir bahçesine çevirirken devletten hiçbir destek istemedik. Dişimiz, tırnağımızla çalışarak bu bahçeleri ortaya çıkardık. Şimdi devletten bu bahçelerimizin yok olmasına izin verilmesin istiyoruz. Bizler bir şirketin kasası dolsun diye aşımıza ekmeğimize dokundurtmayacağız" diye konuştu.
JEOTERMAL İNCİRİ BİTİRİYOR
Jeotermallerin zeytin ve incir üzerindeki etkilerini anlatan Ziraat Yüksek Mühendisi Hatice Zeybek, JES'lerin zararlarının sadece incirde değil bütün tarımsal ürünlerde gözlenmeye başlandığını belirterek, "İncir ithal etmediğimiz birkaç üründen birisi. Büyük Menderes'de başımıza gelen felaketin Tire'nin 7-8 köyünde de başımıza gelmesini istemediğimizden JES'lere hayır diyoruz. Enerji önemli evet ama tarım daha da önemli ve siyaset üstüdür" dedi.
Tire Ziraat Odası Başkanı Halil İbişoğlu: Bu bölgede 7500 üretici 20 bin dekar alanda incir üretimi yapıyor. Tire'de yıllık ortalama 8-10 bin ton incir üretiliyor. bu incirin %85'i ihraç ediliyor. Böyle bir ürün hiçbir ülkede yetişmiyor. Onun için incirimize sahip çıkacağız. Torağın kirlenmemesi, ağaçlarımızın kurumaması, insanımızın hasta olmaması için JES'lere hayır diyoruz".
İNCİR BİZİM ÇOCUĞUMUZ GİBİ
Eylem'de birçok köylü de söz alarak görüşlerini dile getirdiler. Seçim zamanı siyasetçilerin köylerine gelip oy istediklerini belirten köyüler, "Bize, arkanızdayız, diyen partileri şimdi desteğe bekliyoruz" diye konuştular. Köylü kadınlar çocukları gibi emek verip baktıkları incirlerin tek geçim kaynakları olduklarını belirterek, "Kim 20 yaşındaki çocuğunun yok edilmesine göz yumar. İncir olmazsa biz nereye gidelim" diye konuştular.
Köyün gençleri de incirin kıt geliriyle büyüyüp, okuduklarını belirterek, "İncirin geliriyle zar zor okuyan gençlerin elinden bu olanak alınmasın" dediler.
Başköylülere destek için gelenlerden komşu Ortaköy'lü Veli Balcı'da JES'lerin bölgedeki bütün köylerin sonu olacağını belirterek, "O yüzden civardaki bütün köyler birlikte direnmek zorundayız. Birlik olursak köylerimize giremez, incirimizi yok edemezler" dedi.
Son Düzenlenme Tarihi: 26 Temmuz 2018 16:54

Video haber: https://youtu.be/geKBvDhSe18
                     https://youtu.be/xqbuYtCtRtQ

Ekoloji Birliği Yunanistan'daki yangın felaketi ile ilgili açıklama yaptı


Görüntünün olası içeriği: gökyüzü, okyanus, açık hava, su ve doğa

Yunanistan'da yaşanan orman yangını ile ilgili açıklamamız:
BASINA VE KAMUOYUNA ;
Komşumuz Yunanistan'ın başkenti Atina'nın 40 km doğusundaki Mati bölgesinde başlayan yangın korkunç bir hızla yayılarak çok sayıda insanın ve canlının ölümesine, yüzlercesinin de yaralanmasına yol açtı. Maddi hasarın ise boyutları korkunç oldu.
Yunanistan hükümetinin 2011’de içine girdiği ekonomik krizi küresel kapitalizm fırsata çevirerek birçok konuda liberal piyasa koşullarını ve kemer sıkma politikalarını dayattı. Yunanistan Hükümeti de bu koşulları kabul ederek sahilleri, adaları ve hatta ormanlar dahil birçok kamusal alanı neoliberal piyasaya açtı. Bunun sonucunda kamusal altyapısı olmayan Yunanistan bu ölçekte ki bir yangınla mücadele etme kapasite ve önleyici gücünü kaybetti. Yunanistan’daki orman yangınlarının sebebi sermayenin Neoliberal rant-talan politikalarıdır.
Öte yandan; Yunanistandaki yangın felaketinin küresel ısınma gerçeği ile ilişkisini görmek gerekiyor. Dünyayı küresel ısınma kaynaklı benzer bir çok felaketin beklediği yıllardır bilim tarafından ortaya konuyordu.
Orman ekosistemi yüzlerce yılda oluşmaktadır. Kapitalizmin yarattığı sanal sınırların yerine esas olanın yaşam ve hava koridorlarının olduğunu bir kez daha gördük. Ormanlar sınırlarla belirlenmiş ülkelerde yer alsalar da hepimizin, tüm canlılarındır. Yanması, yakılması ya da tahrip edilmesi yeryüzündeki tüm canlı yaşamını tehdit eder.
Biz "Ekoloji Birliği" olarak; Yunanistan'daki orman yangını felaketinin yol açtığı derin yaraların sarılmasında elimizden geleni yapmaya hazırız. Biz 56 kurumsal bileşenimizle birlikte bu çabanın içinde yer almak istediğimizi belirtiriz. Kamuoyunu bu konuda duyarlı olmaya ve gereklerini yerine getirmeye davet ediyoruz
EKOLOJİ BİRLİĞİ

24 Temmuz 2018 Salı

Ovacık Altın Madeninin ÇED’i yine durduruldu



  Ovacık Altın Madeninin ÇED’i yine durduruldu
 24 Temmuz 2018 21:01
     
Ovacık Altın Madenine verilen son ÇED olumlu belgesinin de yürütmesi durduruldu. Altın madeninin kapatılması gerekiyor. 
Özer AKDEMİR
İzmir
Bergama yakınlarındaki Ovacık Altın Madeni'ne 2017 yılında verilen ÇED Olumlu kararına karşı açılan davada yürütmeyi durdurma kararı çıktı. ÇED Raporu bir kez daha iptal edilen altın madeni yürürlükteki yasalara göre üretimini durdurmak zorunda. Bu mahkeme kararına rağmen şirketin yıllardır her seferinde kazanılan onlarca davaya rağmen “hukukun arkadan dolanılması” ile üretimine devam ettiğini de belirtelim.
ŞİRKET KAP’A AÇIKLAMA GÖNDERDİ
Koza Altın Şirketi Kamuoyu Aydınlatma Platformuna Bergama yakınlarındaki Ovacık Altın madeni ile ilgili “Özel Durum Açıklaması” gönderdi. Açıklamada madene Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 2009/7 Genelgesi kapsamında verilen ÇED olumlu Kararına karşı açılan davada İzmir 6. İdare Mahkemesi tarafından yürütmeyi durdurma kararı verildiği dile getirildi. Mahkeme kararının şirkete 23 Temmuz tarihinde tebliğ edildiğinin belirtildiği açıklamada kendilerine başkaca herhangi bir idari bildirimde bulunulmadığı ifade edildi. Şirket açıklamasında “Şirketimizce, gelinen hukuksal durumun üretim faaliyetlerimizi etkilememesi için lüzumlu teknik ve idari tedbirler üzerinde çalışılmakta olup gelişmeler kamuoyu ile paylaşılacaktır” denildi. 

‘TEKNİK VE İDARE TEDBİRLER’ NE DEMEK?
Şirketin bu açık mahkeme kararına rağmen “üretim faaliyetlerimizi etkilememesi için lüzumlu teknik ve idari tedbirler üzerinde çalışılmakta”dır dediği yöntemler hiç de yabancı değil aslında. Hukukçular, 20 yıla yaklaşan Bergama altın madeni davalarında benzer onlarca karardan sonra madenin üretimini durdurması gerekirken bir takım “teknik ve idari tedbirler”in ardından faaliyetine ara vermeden devam etmesine “hukuku arkadan dolanma” diyorlar. 
‘UCUBE GENELGE’YLE ÇED OLUMLU KARARI
Ovacık Altın Madenine verilen ÇED Raporunun mahkemece iptal edilmesinin ardından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, hukukçular tarafından “Ucube Genelge” olarak nitelenen 2009/7 Genelgesine göre yeni ÇED olumlu belgesi vermişti. Türkiye’deki bu ilk altın madenine karşı yıllardır süren mücadelenin bir devamı olarak EGEÇEP, İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası, Bergama Belediye Başkanlığı, Yeşil Artvin Derneği gibi kurumların yanı sıra yüzün üzerinde yurttaş bu ÇED Olumlu kararına karşı da dava açtılar. Dava sürecinde yapılan bilirkişi keşfinde madendeki birçok kritik verinin son 10 yıldır güncellenmediği ortaya çıkarılmıştı. Beş bilirkişi üyesinden dördü madenin bu haliyle çalışmasının uygun olmadığı sonucuna varmıştı. Bu raporun ardından davacılar tarafından mahkemeye gönderilen dilekçede madenin bu haliyle yürürlükteki yasalara göre ÇED'siz çalıştığı dile getirilmiş, bu duruma göz yuman sorumlulur hakkında suç duyurusunda bulunulmuştu. 

ŞİRKET YİNE HUKUKUN ARKASINDAN DOLANACAK MI?
İzmir 6. İdare Mahkemesi bu bilirkişi raporunun ardından geçtiğimiz günlerde yaptığı yargılamada altın madenine verilen ÇED olumlu kararının yürütmesini durdurdu. Bu yürütmeyi durdurma kararını KAP’a bildiren Koza Altın Şirketi, üretim faaliyetlerinin aksamaması için bir takım teknik ve idari çalışmalar yaptıklarını belirtirken, bu çalışmaların mahkeme kararını geçersiz kılmaya dönük yeni bir “hukukun ardından dolanılması” olup olmadığı önümüzdeki günlerde belli olacak. 
EGEÇEP: KARAR, MADENİN YILLARDIR HUKUK DIŞI ÇALIŞTIĞININ KABULÜDÜR
Ovacık Altın madeninin yıllardır hukuksuz bir şekilde çalıştırıldığını, madenin çevrenin yanı sıra hukuku da kirlettiğini belirten EGEÇEP, “Altın madeni bu karardan sonra derhal üretimini durdurmalı ve bölge rahabilite edilmelidir. Çevreye ve canlı yaşamına verilen zarar tespit edilerek bu zararların giderilmesi için çalışmalara vakit geçirilmeden başlamalıdır. Türkiye'nin bu ilk altın madeni 1997 yılında Danıştayın kesinleşmiş yargı kararının ardından hukukun ardından dolanılması ile üretime geçmişti. Maden yıllardır kazanılan onlarca davaya rağmen siyasi iktidarların koruyup kollaması ile bugüne kadar üretimine devam etti. Bugün ÇED kararının yürütmesinin durdurulması madenin zaten yıllardır ÇED’siz, hukuk dışı bir şekilde çalıştığının yargıda da kabulü anlamını taşımaktadır. 1997 yılında Danıştay kararından çok açık bir şekilde ifade edildiği gibi; 'siyanürle altın işletmeciliğinde kamu yararı yoktur'. Bu nedenle, Ovacık’ın yanı sıra ülkemizdeki tüm altın madenleri derhal üretim faaliyetleri durdurulmalıdır" açıklaması yaptı.


Son Düzenlenme Tarihi: 25 Temmuz 2018 09:25

www.evrensel.net

22 Temmuz 2018 Pazar

Çilehane (Pazar yazısı)




22 Temmuz 2018 04:25
     
 Ã–zer AKDEMÄ°R
Temmuz bozkırda ekin biçme mevsimidir. Ayın ortasında, gün döndüğünde biçerdöverler tarlalara girerler. Sarışın bir deniz gibi mavi gökyüzünün altında dalgalanan başaklar tanelerinden ayrılırlar. Biçerdöver buğday tanelerini traktör vagonlarına akıtırken, kalan sapları ise balya haline getirilmesi için öbek öbek tarlaların içine bırakır.

Tam bu buğday biçme zamanında binlerce buğday böceği köyleri istila eder. Gürültücü biçerdöverler ekinlere girdiğinden tarlalardan uçuşan böcekler, evlerin sekilerine, balkonlarına, teraslara, çatılara, beyaza boyalı duvarlara adeta sıvanırlar. Böcekleri süpür süpür bitiremezsiniz. Kümesi olanlar için bu buğday böcekleri bulunmaz bir nimettir. Süpürülüp toplanan böcekler kümes hayvanlarının önüne atılır. Onlar da tembel tembel oturup önlerine getirilen bu leziz yemeğin tadını çıkarırlar.


***
Sadık Ovası’nda buğdayını biçtirip kenarları yükseltilmiş römorka ağzına kadar silme dolduran Avuç’lu Mustafa, traktörü ile Ankara-Kayseri yolunun Hacıbektaş sapağında yolun karşısına geçti. Akşama, günün inmesine bir iki saat vardı daha. Römorktaki buğdayların üzerinde iki genç yorgun argın uzanmış, ayaklarını da römorktan dışarı sarkıtmışlardı. Sapaktaki küçük tümseğe biraz hızlı giren traktörün römorku zıpladı. Üzerindeki iki genç hemen yanlardaki tahtalara tutunup düşmekten kurtuldular. Birkaç avuç buğday asfalt yolun üzerine serpildi.
***
Toprak mahsulleri ofisinin önündeki uzun kuyrukta akşamleyin sıraya girip buğdayını sabah saatlerinde verebilen Mustafa, ters yöndeki köyüne dönmek yerine direksiyonu ilçe merkezine doğru çevirdi. Vitese geçmekte zorlanan traktörü tamirciye gösterecekti.

Mustafa, ilçenin içine girdikçe ovada, yazı yabanda traktör sürmenin buradan daha rahat olduğunu düşündü yol boyunca. Hacıbektaş’ın içindeki bütün yolların hali son iki-üç yıldır köstebek tarlasından beterdi!

Çukurlarla, tümseklerle dolu yolların etrafındaki bütün yapılar, evler, ağaçlar bir karış tozun içindeydi. Esnafın tozu önlemek için ikide bir dükkanının önünü ıslatması, süpürmesi bir işe yaramıyordu. Zaten hiç eksik olmayan bozkır tozuna bir inşaat alanı haline gelen ilçedeki kazılmış yolların, sokakların tozu toprağı da karışıyordu. İlçe merkezi, her daim sanki bir toz bulutun içindeymişçesine buğu buğu tütüyordu.



***

Daha birkaç yıl öncesine kadar, tam bu mevsimde Hacıbektaş-ı Veli Şenlikleri yapılırdı. Ülkenin dört bir yanından, yurt dışından gelen Alevi Bektaşi inancına sahip on binler, Kapadokya’ya gelmişken 50-60 kilometre uzaklıktaki bu ünlü inanç merkezini görmek için yola düşen turistler, sanatçılar, aydınlar, yazarlarla dolar taşardı ilçe. Yazın, buğdaylar biçildikten hemen sonra yapılan şenlikler civar köylüleri de çekerdi Hacıbektaş’a. Köylüler, turistler, resmi devlet erkanı senede bir yapılan bu etkinlikleri, konserleri, tiyatroların yapıldığı alanları hınca hınç doldururdu.  

İlçe, son birkaç yıldır tanınmayacak bir duruma gelmişti. Bir türlü bitmeyen altyapı çalışmalarının yol açtığı şantiye görünümü, yolların delik deşik hali, toz bulutlarının gece gündüz göğe yükselmesi bir yana, ilçenin en önemli sosyokültürel etkinliği olan şenlikler de sonbahar aylarına ötelenmişti. 
Hacıbektaş boşalmıştı adeta. Bir zamanlar kalabalıktan izdihamlar yaşanan yere şimdi yerleşik nüfusun dışında, ilçenin son halinden habersiz yolu düşen birkaç turist ve işleri olup mecbur kaldığı için gelen köylülerden başka uğrayan eden kalmamıştı. Bozkır ikliminin izin verdiği kuru tarım dışında inanç turizminden başkaca gelir kapıları kalmayan Hacıbektaşlılar yalnızlığa itilmişlerdi.

***

İlçenin bu içler acısı halinin nedenlerini sormak için gittiğim belediyede üç dönemdir başkanlık yapan Emekli General Ali Rıza Selmanpakoğlu yoktu. Fen İşleri Müdürü Mete Berktaş ilçede altyapı çalışmalarının 2017’de başladığını, ihaleyle işleri alan firmanın su ve kanalizasyon işlerini neredeyse tamamladığını, yolların çok yakında asfaltlanacağını ileri sürdü. “Sularda nitrat ve arsenik kirliliği vardı. Mecburduk boruları değiştirmeye” dedi. Çalışmaların son aşamaya geldiğini, işlerin bitmesinin belki 2019’a bile kalmayacağını söyledi.

İlçenin yıllardır en önemli etkinliği olan şenliklerin sonbaharın son haftalarına ertelenmesini Belediye Meclis Üyesi Erol Ünlüyurt Suriyelilere bağladı! “Esmer insanlar” diye tanımladığı Suriyelilerin akın edip ilçede adeta yaşamı çekilmez hale getirdiklerini ileri sürdü. Bu yığılmayı önlemek adına şenlikleri “geçici bir süre” sonbahara aldıklarını, ancak tarihin yeniden değerlendirilebileceğini söyledi.

***

Çilehane Hacıbektaş’ın üç kilometre doğusunda yer alır. Meyilli bir tepede bulunan büyük bir kayanın altındaki mağara inanışa göre Hacıbektaş-ı Veli’nin zaman zaman kapanıp çile doldurduğu yerdir. Mağaranın zemininden yüksekçe bir yerde bulunan, bir insanın zorlukla geçebildiği delikli taş, inanışa göre günahı olanları sıkar, ancak dua ve adaklar sonrası geçişe izin verirmiş.

Çilehaneye giden yokuşun başında oluşturulan “Ozanlar Yolunda”, Alevi-Bektaşi inancında olan “Yedi Ulu Ozan”ın, Nesimi, Yemini, Fuzuli, Şah İsmail Hatai, Kul Himmet, Virani ve Pir Sultan Abdal’ın heykelleri vardır. Yolun devamında Aşık Veysel,  Davut Sulari ve Yunus Emre’nin heykelleri yer alırken, yolun sonunda ise Madımak Otelinde katledilenlerin anısına dikilmiş “Ozanlar Anıtı” bulunur. Çağımızın en büyük ozanlarından 2002 yılında yaşamını yitiren Aşık Mahzuni Şerif’in mezarı ve anıtı da bu yolun sonundadır.

***

Daha düne kadar ekin biçme mevsiminde tarlalardan havalanıp köyleri dolduran buğday böcekleri gibi Hacıbektaş’a akın eden ‘eren’ler yok şimdi. Hacıbektaş bakımsız yolları, ıssız sokakları, viran evleri, ilgisizlikten dökülen kadim mezarları ve her şeye rağmen bahçesinde aslanlı çeşmelerin serin sularıyla büyüyen kırmızı güllerin açtığı kutsal dergahıyla kocaman bir Çilehane sanki. İlçenin, adeta görünmez bir delikli taş içinde sıkışıp kalmasına neden olan bu günah kimin? Bürokrasi mi, vurdumduymazlık mı, iş bilmez yerel yöneticiler mi? Ya da iktidar partisinde cisimleşen Siyasal İslam’ın Sünni inancının dışında bir düşüncenin merkezi olmasının diyetini, ‘ceza’sını mı ödüyor Hacıbektaş?

Yüzlerce yıl Alevi Bektaşi inancının ışığına gelenleri coşku ile misafir eden yanık buğday tenli insanların yurdu, yol üzerine savrulan buğday taneleri kadar sahipsiz şimdi…
     

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...