3 Eylül 2023 Pazar

"Bu mezar, bu maden, bu ahlat ağaçları..." (Pazar yazısı)

 

03 Eylül 2023 04:00


 


Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

 

Madran Dağı’nın ormanları arasında, labirenti andıran tozlu çakıllı yollarda dolanıyoruz bir saattir. Aracın kliması olmasa sıcak ve nemden eriyip gidecek gibi hissettiren yapış yapış bir hava var ormanın içinde. Sıcaklık rekorlarının üst üste kırıldığı ağustos ayının ortalarında, Çine ilçe merkezinde 40 dereceyi aşan sıcaklık ve nemden bunalmışken kendimizi dağın yollarına atmıştık. Muğla kara yolunu Eski Çine çıkışından sola dönerek geride bıraktıktan sonra tatlı bir eğimle dağa tırmanmaya başladık. Mutaflar köyünü geçtikten hemen sonra sapmamız gereken toprak yolu şaşırdık muhtemelen. Bu hata da bizi Madran’ın orman yollarında bir o yana bir bu yana dolanıp durmak zorunda bırakıyordu.

İki yıl önce aynı yollardan ama bu sefer yanımızda Yeşilköy’den bir köylü arkadaşımızın rehberliğinde geçmiştik. Anlatılanlara göre, üç-dört yüzyıl kadar önce salgın bir hastalıktan ölen Tahtacı köylülerinin mezarlarına gitmiştik. Cırcır böceklerinin çın çın öten sesleri arasında yağmurun, karın ve rüzgarın iyice yıprattığı bu eski gömütlükte, yeşil, sarı bir yosun tabakasıyla kaplanmıştı mezar taşları. Taşların üzerinde bazıları tamamen silinmiş, kimisi ise uzaktan bile seçilecek belirginlikte kaz ayağı motifleri vardı. Başkaca bir yazı ve işaret görünmüyordu bu eğri büğrü mezar taşlarında.

Buradan upuzun kızılçamların gölgesinden giden, çukurlarla dolu, güneşi bir görüp bir yitirdiğimiz dağ yollarından bir düzlüğe çıkmıştık. Yarım saat, bilemedin kırk dakikalık bir yürüyüşün ardından Murtattepe Tümülüsü’ne varmıştık.

Şimdi ise Murtattepe Tümülüsü’nün bulunduğu o küçük tepeyi bir türlü bulamıyorduk. Yolumuzun karşısında, sağında, solunda görünen, üzerleri çamlarla kaplı, belli belirsiz incecik, mavi bir buğu ile kaplı bu tepelerin hepsi birbirine benziyordu. Sonunda, bir maden yarasının önüne dikilmiş tabelayı hemen geçtikten sonra gene bir çobanın yardımı ile doğrulttuk yolu.

Yolun kıyısındaki ağaçların altına çıkınını sermiş, öğle yemeği için domates, yumurta, yeşil soğan ve tandır ekmeğini önüne çekmiş oturan çobanın tam yanında durdurduk arabamızı. Murtattepe’ye nasıl gideceğimizi sordu, benim açtığım pencereye doğru kafasını uzatan Çineli arkadaşımız Ahmet Uslu. Çoban yanındaki pompalı tüfeği bizi görünce kucağına almıştı. Sorumuzu duymamış gibi şüpheli bakışlarla aracımızı ve bizleri inceledi bir süre.

“Hayıdıı? Nedceniz bakem Mutattepe’de?” dedi. Bütün Aydınlılar gibi konuşurken “r”leri yutan çobanın sesi karşıdakine şüphe altında olduğunu hissettiren sertlikteydi.

Aracın ön tarafında, şoförün yanında oturduğum için çobana en yakın kişi bendim. Ben de kucağımdaki fotoğraf makinesini kaldırıp çobana gösterdim; “Gazeteciyim, fotoğraf çekip haber yapacağız”.

Sözlerim ve yukarı kaldırıp gösterdiğim kallavi fotoğraf makinesi hiçbir etki yaratmadı çobanın üzerinde. Bakışlarını benden alıp, şoför koltuğunda oturan Ahmet Uslu’ya ve arka koltuktaki arkeolog arkadaşımıza yöneltti. Aracı kullanan Ahmet Uslu, çobanın karın ağrısını anlamış olacak ki hemen Aydın şivesini yaya yaya “Beri bağ hele gadeş, burlayım bende, İbraamkavağı’ndan. Mutaflaadan mı sen?” diye sordu. Çoban ‘evet’ anlamında başını salladı bir şey demeden. Ahmet Uslu bir iki isim söyledi köylülerden, “Gara Mıstıfa’yla gelceedik. Gavecilik yapıyom, gelimem didi. Yolu garıştıdım bende. Hele bir deyver nerden gideceğiz Mııtatdepe’ye”.

Çoban, Ahmet Uslu’nun şivesinden, arabamızıın Aydın plakasından ve arkeolog arkadaşla benim masum bakışlarımızdan kaçak kazıcılar olmadığımıza kanaat getirmiş olacak ki nihayet yolu tarif etti.

“Geriden geri dönüvein. Üç yüz metre kadan sona gaaşınıza çıkan beyaz gayanın annancından sola dönün. Yoldan heç sapmadan gideseniz tepenin eteğine varıısınız”.

Çoban bizi uğraştırsa da tarifi üzerine bir saattir köşe bucak aradığımız yeri elimizle koymuş gibi bulduk. Etrafı sık ağaçlarla gölgelenen yolumuz, çıplak bir tepenin eteğine gelince sağa doğru kıvrıldı. Yol biraz daha ilerlese de burada aracı bırakmak zorunda kaldık. Yolun kıyısına, çıplak tepenin yamacına, suyu plastik bir boru ile tepenin yukarı taraflarından taşınan bir çeşme yapılmıştı. Serçe parmak kalınlığında akan su çeşmenin iki haftını doldurup yola taşmış, toprak yol çamurlaşmıştı. Biz de aracımız çamura saplanır endişesi ile otomobilimizi ormanın kıyısındaki bir ağacın duldasına çekip tepeye tırmanışa geçtik.

Çeşmeden dik tepeye on onbeş metre yürümüştük ki suyun kaynağına ulaştık. Bir zamanlar orman ağaçları ile kaplı tepenin ortasından etrafı maviş kır çiçekleri, mor kafalı çakır dikenler ve dağ kekikleri ile yeşillenmiş küçük bir pınar kaynıyordu. Bu belli belirsiz kaynayan pınarın suyunu birisi plastik bir boru ile almış, aşağıda yaptığı çeşmeye bağlamıştı. Madran Dağı’nın bu yüzünde gezen kurdun, kuşun ve bizler gibi yolu düşenlerin susuzluğunu gideren pınarın soğuk suyu, aşağı çeşmeye inene kadar borunun içinde ılıyor, su, serinliğini de, kaynadığı yerdeki lezzetini de bu boruların içinde bırakıyordu.

Dik yokuşlu tepeyi, dikenlerin arasından, ayağımız kayıpta yuvarlanmayalım diye ‘diken üstünde’ hoplayıp zıplayarak tırmandık. Görkemli dallarını mavi göğe uzatan tek bir kızılçamın kökleri altındaki tümülüsü görmemiz için çeşmeden 20 dakika daha yürümemiz gerekmişti.

 

Kim bilir ne zaman, mezar soyguncuları tarafından yağmalanmış tümülüsün, kapı girişi büyük oranda toprak altında kalmıştı. Yine de bir insanın sürünerek de olsa girebileceği bir açıklık vardı ve arkeolog arkadaşımız Selahattin, telefonunun ışığı ile içeride yılan ya da başka bir hayvan var mı diye kontrol ettikten sonra mezara süzüldü. Arkasından ben de girdim. Duvarları iki insan gövdesi kalınlığında, tonlarca ağırlıktaki dümdüz blok haline getirilmiş kayalardan yapılan mezarın kubbesi muhteşemdi gerçekten. Mezarın kubbesi gnays kayalardan ama sanki ahşap bir tavanmış gibi ustalıkla örülmüştü. Başımızı hafifçe eğerek ayakta durabileceğimiz yükseklikteki mezar odası beş altı metrekare genişliğinde vardı rahatlıkla.

Selahattin’le yaklaşık bir on dakika kadar mezarın serin sessizliği içinde kaldık. O, daha önce kitaplarda okuduğu ancak ilk kez gördüğü bu tümülüsün her bir özeliğini “muhteşem”, “olağanüstü”, “çok etkileyici”, “üç kültürün de izi var” gibi sözcüklerle anlattı kameraya.

Karanlık mezardan sürünerek gün ışığına çıkarken; “Bu mezar bu madeni durdurabilir” diyordu. Ben bu kadar ümitli olmasam da onun bu inancına gölge düşürmemek için sustum.

Tümülüsten çıktıktan sonra etrafındaki diğer kaya mezarlarını ve harabe haline geldikleri için ne olduğu anlaşılmayan yapı kalıntılarını gezdik. Tümülüsün 200 metre kadar güneyindeki düzlük adeta bir ahlat ormanı idi. Ahlatların önemli bir kısmı aşılanarak armut ağacı haline çevrilmişti. 2 bin 500 yıllık tümülüsün dibine kadar sokulan maden işletmesi, bu ağaçların çevresinde de sondajlar ve toprak üzerinde yarma şeklinde çukurlar açmıştı.

Dibine çöktüğümüz kalın bir ahlat ağacının altında, henüz tam olgunlaşmasalar da bu halleri bile son derece lezzetli olan meyveleriyle susuzluğumuzu gidermeye çalışırken Selahattin hâlâ aynı şeyleri söylüyordu; “Bu mezar bu madeni durdurur, durdurmalı!... Bu mezar, bu maden, bu ahlat ağaçları...”


https://www.evrensel.net/yazi/93546/bu-mezar-bu-maden-bu-ahlat-agaclari

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...