POSTED ON 4 ŞUBAT 20244 ŞUBAT 2024
Biricik evimiz, dünyamız, kapitalizmin marifetiyle, türümüzün elinde günden güne hırpalanırken çevre\ekoloji mücadelesi, sosyalistler için başat mücadele alanlarından birine dönüştü. Büyüdükçe saldırganlaşan, saldırganlaştıkça büyüyen devlet-sermaye ortaklığı, tüm canlılığın yaşamını tehdit eden bir hâl aldı. Kâr ve büyüme hırsı, iktidar hırsı ile birleşip bizi yerimizden yurdumuzdan etmeye, bizi hasta etmeye, bizden en temel doğal haklarımızı çalarak bizi çaresiz bırakmaya çalışıyor. Çevre direnişleri bir başkaldırı olmanın ötesinde, bütün bir yaşama sahip çıkma anlayışını da içerdiğinden hepimiz için büyük önem taşımaktadır. Verilen mücadelelerin sınıfsal niteliği ön planda olduğu gibi kendini insan’dan koruyamayan, yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalan türlerin yaşamı, geleceği de biz sosyalistlerin, bir arada eşit bir yaşamın imkânlarını arayanların mücadesine göre belirlenecek.
Ege Bölgesi’nde Çevre Yıkım Projeleri
Yaşadığımız bölge özelinde “Bergama Kapısı” olarak da adlandırılan Bergama’daki altın arama çalışmalarıyla başlayan ve sonrasında ülkenin dört bir yanına yayılan altın arama faaliyetlerine karşı ortaya çıkan direniş, büyük önem taşımaktadır. Bergama köylüleri önce topraklarından siyanürle altın ayrıştırılacağını, siyanürün topraklarına vereceği zararı öğrendiler ve şok oldular. Zaten topraktan altın çıkarmanın kendisi büyük bir çevre yıkımıdır. 90’ların ortalarından 2000’lerin ortalarına dek uzanan bu mücadeleye köylüler, çocuklar, kadınlar hep beraber katıldı. Bu beraberlik o güne dek “çiçek böcek seviciliği” diye basitleştirilen, burun kıvrılan çevre mücadelelerinin bir yaşam mücadelesi olduğunu ortaya koydu ve hareketin tabanı halkçılaştı, köylülere dayandı.
“Turkish Delight? Ariana Going For Gold”
Sermayenin katlettiği bir başka bölge ise Uşak Eşme / Ulubey İlçeleri arasındaki Kışladağ. Burası Avrupa’nın en büyük altın madenlerinden biri ve hisseleri “Turkish Delight” başlığıyla yabancı şirketlere satılarak ekolojik yıkımın yanı sıra emperyalist güçlere rant yaratma projesine dönüştürüldü. Haziran 2006’da Kışladağ’da yabancı gazetelerde “one of lowest pure gold procuders” (en ucuza elde edilmiş saf altın) olarak tanımlanan bu madendeki çalışmalar sürerken Eşme ve çevre köylerdeki 1500 kişi “tesadüfi” bir şekilde zehirlendi. Valilik bu toplu zehirlenmenin sebeplerini araştırmak için alınan kanlara el koyarak -aslında zehirlenmelerin sebebini çok iyi bildiğini de gösterdikten sonra- Tabipler Odası’ndan birkaç doktorun gizli yaptığı kan tahlilleriyle köylülerin kanında neredeyse öldürücü düzeyde siyanür olduğu ortaya çıktı. Sermaye düzeni için hiç de şaşırtıcı olmayan bu tahlil sonuçlarının raporları medyadan itinayla gizlendi. Zehirlenmeler “Eşme’nin şebeke suyuna kanalizasyon karıştığı için meydana geldi.” resmi açıklaması ile kapatıldı. Her şeye rağmen kurulan madendeki siyanür kazasından sonra bölgedeki kuzular öldü, yenidoğanlar da çoğunlukla engelli doğdu.
İzmir’in Suyu Nerede?
Bugün İzmir’deki su sıkıntısında büyük payı olan Efemçukuru Altın Madeni, şehrin su ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılayan barajların havzasında bir altın madeni. Kentin tek yüzeysel su toplama havzası burası. Yıllar önce bu havzada yapılması düşünülen, yaklaşık 300.000 kişinin temiz su ihtiyacını karşılayacak olan Çamlı Barajı Projesi, Kanadalı TÜPRAG şirketinin açacağı altın madeni sebebiyle iptal edildi. Maden çalışmaya başladıktan sonra bölgenin yer altı ve yer üstü sularını kirlettiği bilirkişi raporları ile ortaya kondu. Suları kirletilen su havzasındaki köyler aylarca susuz kaldı. İBB Efemçukuru köyüne tankerlerle su taşıdı. Bölgenin kamulaştırılmasına kendi parsellerini satmamak için direnerek tepki gösteren tek kişi ise “İzmir’in Yalnız Efe’si” Ahmet Karaçam oldu. Efemçukuru’ndaki baraj projesinin iptalini telafi için yapılan ve Erdoğan’ın “İzmir’e suyu biz getirdik.” cümlesiyle atıf yaptığı Gördes Barajı İzmir’in su ihtiyacını karşılayamadı. Barajın dibi delik olduğu için su tutmadı ve İzmir’i bugüne kadar tek damla su gelmedi Gördes’ten. Öte yandan baraj dolsun diye bölgedeki tüm derelerin baraja yönlendirilmesi nedeniyle Ege Bölgesi’nin en önemli göllerinden ve sulak alanlarından Gölmarmara kurudu. Gölde balıkçılıkla geçinen halk ve yaşam alanları kuruyan su kuşları, bölgeyi terk etmek zorunda kaldı.
Çevre, Tarım, Tarih Yıkımı
“Kestiğin Ağacın Gölgesinde Oturma”
Muğla’da 1986 yılında yapılan 3 termik santral bugün 9 köyü yutmuş durumda. Santralleri satın alan Limak Holding 750 dönümlük Akbelen Ormanları’nı da almak ve yok etmek isteyince yıllardır tarım ve yaşam alanları işgal edilerek mağdur edilen köylüler ve çevre eylemcileri yakın zamanda Türkiye’de büyük bir direniş başlattı. Direnişçiler jandarma ve TOMA müdahalesine karşı günlerce mücadele etti. Jandarma ve TOMA’ların içindeki polislerin sıcak yaz günü direniş alanında kesmek istedikleri ağaçların gölgesinde dinlenmesi oldukça manidardı. Sonuç olarak büyük kısmı ağaçsız bırakılan Akbelen Ormanları’nda kesim çalışmaları küçük bir alan dışında sona erdi.
Hem İşçi Hem Doğa Katliamı
Birçok kişinin 2014’te kömür madenindeki patlamayla 301
işçinin hayatını kaybetmesi sonucu adını ilk kez duyduğu Soma, bu olaydan sonra
da sermaye piyasasının rant alanı olmaktan kurtulamadı. Soma faciasından birkaç
ay sonra Yırca Köyü’nde kurulmak istenen termik santralden zeytinliklerini
korumak için direnen Yırca köylüleri, şirketin özel güvenliklerince darp
edildildi. 6000 zeytin ağacı kesildi. Köylüler engellere rağmen direnişlerinden
vazgeçmeyerek kesilen zeytinliklerinin yerine yeni ağaçlar diktiler. Bu direniş
sonucunda santral oraya kurulmasa bile köyün
Aydınlı’nın JES Nöbeti
Bugün Aydın topraklarının %80’i jeotermal santrallerinin kullanımına açılmış durumda. Santraller zeytinlikleri kuruttu ve tarım alanlarının büyük bir kısmını verimsiz hâle getirdi. Aydın’ın köylerinde halk, şirketin su kanallarına boru döşemesine engel olmak için günlerce nöbet tuttular. Dibine asit dökülerek kurutulan zeytinliklerini, yok edilen tarım alanlarını ve kirletilen havalarını kurtarabilmek için mücadele ettiler.
Aydın Tabip Odası’nın 2008 ve 2009 yıllarında yaptığı araştırmalara göre santral kurulduktan sonra kansere bağlı ölümler ADÜ Hastanesi’nde %38 oranında arttı.
Manisa’daki Çernobil
Manisa Köprübaşı’nda 1970-1980 yılları arasında işletilmiş olan eski uranyum madeninde normalin 140 katı radyasyon ölçüldü. Çernobil’in Karadeniz kıyılarına etkisinden bile fazla etki yaratan radyasyon ölçümleri ve uranyum kirliliğinin yıllar önce raporlandığı, fakat medyadan gizlendiği ortaya çıktı. Havada suda ve topraktaki yüksek oranda radyasyonun akarsularla Ege Denizi’ne ulaşması ve etkinin daha geniş bölgelere yayılması ihtimali var.
Kanser Köy
Adı ‘‘kanser köy’’e çıkan Söke’nin Kisir Köyü’nde yapılan
ölçümlerin sonucunda musluklardan akan içme suyunda limit değerlerin 24 katı
fazla radyoaktif radon-222 gazı tespit edildi. Maden sondajlarının yapıldığı,
köye
“Coca Cola ile Aç Kendini Hayata”
Dünyaca ünlü markaların ürünlerini satmak için her türlü yalana başvurmaktan imtina etmediklerini biliyoruz. Coca Cola şirketi de temel haklarımızdan çalarken bunu güzel sloganlarla süslemeyi ihmal etmiyor. İzmir Kemalpaşa’da tesisleri bulunan Coca Cola, her yıl 1 milyon metreküp yeraltı suyu çekiyor ve tek kuruş bedel ödemiyor. Kendilerine niçin vatandaşlar gibi harcadıkları suyun bedelini ödemedikleri sorulunca da “yasa böyle” diye yanıt veriliyor.
“Geridönüştürülebilir Enerji” Kıskacındaki Karaburun
Karaburun Yarımadası’nda hâlihazırda 7 RES proje sahasında, 140 RES (rüzgar enerjisi santralleri) tribünü bulunuyor. Bu tribünler yarımadanın yüzölçümünün yüzde 89’unu kapsıyor. Uzun yıllardır (RES) tarafından adeta istila edilen Karaburun’da şimdi de güneş enerjisi santrali (GES) ekleniyor. RES direkleri tarafından adeta abluka altına alınan Karaburun’a bağlı Yaylaköy, Eğlenhoca Köyü ve Parlak Köyü yakınlarında da yapılmak istenen GES projesi binlerce yılda oluşan bitki örtüsünü yok edecek. Özel Çevre Koruma Bölgesi içerisinde kalan alanda projelendirilen GES’ler, köylülerin ellerinde kalan son mera alanlarının üzerinde bulunuyor.
Çevre Eylemleri ile Yayılan Umut
15 yaşında bir çocuğun okulu kırıp iklim grevlerine başlamasıyla hepimizin gözündeki perde aralandı ve gözümüzün önünde yok olan dünyamızla yüz yüze geldik. Bilim insanlarının öngördüğü aşırı iklim olaylarını bir bir yaşamaya başladık. Öngörüler öyle hızlı bir şekilde gerçekleşmeye başladı ki ırkçı, kapitalist sistem karşısında nur topu gibi yeni bir hastalığımız oldu: Ekofobi (ekolojik felaketlerden korkma). Aslında biz sosyalistler, devlet-sermaye işbirliğinin halkı hasta etmek için hiçbir şeyden kaçınmayacağını çok iyi biliyoruz. Zamanımız ve Biz’in bu seneki ilk söyleşisinde de değindiğimiz gibi ucuz hammaddeye ulaşmak isteyen sermaye, halkın geçim kaynaklarını elinden alarak kendine yeni alanlar açar. Cudi’de savaş politikaları için ormanları yok eden iktidar, Manisa/Gölmarmara’nın kurumasından da rahatsızlık duymuyor elbette.
Bugün başta devrimciler olmak üzere, tüm yaşam savunucuları, çevre\ekoloji örgütleri, bağımsız eylemciler köylülerin mücadelesinin yanında yer alarak devlet-sermaye ortaklığını deşifreye çalışıyor. Ülkesini, vatanını seven köylüler; biber gazıyla, copla ve devletin gerçek yüzüyle tanışıyor. Halbuki ne kadar güzel söylüyordu Ahmed Arif: Bunlar/Aşımıza, ekmeğimize/Göz koyanlardır/Tanı bunları/Tanı da büyü
Ekonomik büyüme de kâr hırsı da açık ki “yaşamın doğası”na aykırı. Ne kadar fazla kazanırsan kazan yaşamdan yana olmuyor, keza tam tersi de öyle. Çevre felaketleri, geleceksizlik, sınıflar arasında gittikçe açılan makas daha fazla yoksulluk ve çaresizlik demek. Neyse ki ekolojik çözümleri sınıfsızlaştırma gayesinin “aynı gemideyiz” klişesine aşılıyız da Hubert Reeves’in ünlü “Doğayla savaş halindeyiz, kazanırsak kaybedeceğiz.” sözünü yeniden yazıyoruz: “Doğayla savaş halindeler, kazanırlarsa; hepimiz kaybedeceğiz.”
Bizi hasta eden sistemin ve yürütücülerinin daha fazlası uğruna yoksulların, bizim, kendisinden olmayanın gözünün yaşına bakmayacağı da açık.
“3-5 ağaç için” toplandığımız günlerden bu yana çok şey değişti. Devrimciler, çevreciler, bağımsız eylemciler, yaşam savunucuları olarak bu “örgütlü” kötülük karşısında parçalanmadan, mücadele samimiyetini koruyarak, birlikte kurduğumuz taktik ve strateji etrafında toplanarak, birbirimize güvenerek, konunun öznelerini öne taşıyarak mücadele etme sorumluluğu ve kazanma ihtiyacı tüm notalara basıyor. Sorumluluğumuz ve zorunluluğumuz bu sesi duymak ve mücadelemizin taşlarını döşemekten geçiyor.
Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı kesmeye devam ediyor. Buna karşı çözümümüz “gölgenin para ederliğini göstermek” değil, sistemin talanına karşı mücadele ederken ağacın gölgesinde dinlenmek.
*TÖP Karşıyaka ilçe örgütü ile TÖP İzmir Kültür-Sanat Meclisi’nin beraber organize ettiği Zamanımız ve Biz söyleşilerinin bu seneki üçüncüsünde, kapatılan Hayat TV’deki çevre haberlerinden tanıdığımız Evrensel Gazetesi emekçisi, Gazeteci Özer Akdemir ile “Ege Bölgesi’ndeki Ekolojik Yıkım Projeleri ve Mücadeleler” üzerine söyleşmiştik. Bu yazı da, söyleşi kayıtları ve sunum notlarından hareketle Serüven Yazı Atölyesi’nin kolektif çalışması ile hazırlamıştır. Fotoğraflar Özer Akdemir’e aittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder