Özer Akdemir, Dalyan'dan Gülpınar'a kadim toprakları ve bu
kadim topraklar içinde zeytin nöbetini sürdüren kadınları Evrensel Pazar'a
yazdı.
Özer AKDEMİR
Ezine Dalyan köyünden Kestanbol’a doğru zeytin ağaçları
arasında ilerleyen bozuk asfalt yolun her iki yanında gördüklerimiz
şaşkınlığımızı bir kez daha katladı. Senelerdir bu yoldan ne zaman geçsek, yeni
bir tarihi yapı kalıntısı, mermer sütun, bir zeytinin gölgesine yan gelip
yatmış oymalı sütun başlığı, sur uzantıları, antik limanın kocaman taşları karşımıza
çıkar, biz de bu ani karşılaşmaya her seferinde şaşırır kalırdık.
İşte Dalyan köyünün çıkışındaki tatlı rampanın hemen
başında, yolun solunda kalan bir sur kalıntısı. Palamut, maki, meşe ağaçları,
sararmış çakır dikenler arasına boylu boyunca dalmış gidiyordu. Bu surlar
Aleksandria Troas antik kentinin dış kale kalıntılarıydı ve böyle
kilometrelerce uzuyordu. Kimi yerde tamamen yok olmuş, kim yerde sadece izi
kalmış, bazı yerlerde ise büyük oranda kendini korumuş olan bu surların
uzunluğu, kentin ne kadar da büyük olduğu ile ilgili bir fikir veriyordu. MS 4.
yüzyılda Roma İmparatoru Konstantin’e imparatorluğun başkentini buraya taşımayı
düşündürecek kadar görkemli bir kentti Aleksandria Troas.
İstanbul’dan Moğolistan bozkırlarına kadar upuzun bir
yolculuktan yeni dönmüş, belgeselci bir akrabamın çok ilginç görüşleri vardı bu
antik kentle ilgili. Yıllar önce bu bölgede hem karada hem denizin dibinde
günlerce çekimler yapmışlardı. Denizin içine doğru koca koca taşlarıyla giren
antik limanda daldıklarında, denizin dibinde geniş geniş caddeler, çatısında
hala kiremitleri duran evler, yapılar görüp, antik kentin konumu, büyüklüğü,
çıkan buluntuları vs, de işin içine katarak şu kanıya varmışlardı; “Esas Troya
burası. Troya Savaşlarını yaşandığı gerçek yer burasıydı”.
Yüz elli yılı aşkın bir zamandır süren kazılara, tüm
dünyanın ilgi gösterdiği bir antik kentle ilgili böylesi bir iddianın epeyce
daha kanıta ihtiyaç duyduğu bir gerçek. Yine de, Aleksandria Troas antik
kentinin bugüne kadar yapılan kazılardan sonra belki de 100’de birinin bile gün
yüzü görmediğini, kentin evlerinin, yollarının, çarşısının, tiyatrosunun henüz
açığa çıkarılmadığını göz önüne alırsak karşımızda devasa bir arkeolojik
bilmece duruyordu.
Aleksandria Troas kazılarının yapıldığı yere geldiğimizde
prefabrik kulübenin yanındaki ağaçların altında oturan tembel bir kazı bekçisi,
daha ileride ise 8-10 kişinin kazı çalışmaları yaptığını gördük. Uzun bir taş
tüneli andıran yapının köşesinde ise üç ayaklı bir ölçü aletinin başındaki
arkeolog, 20-30 metre
uzaklıktaki kadın meslektaşına, üzerinde kırmızı çizgiler olan uzun ölçü
sopasını nereye koyacağını tarif etmeye çalışıyordu. Bu büyüklükte bir ekiple
belki de 30 kilometre
kareyi bulan antik kenti kazıp ortaya çıkarmanın yüzlerce yılı bulacağı
ortadaydı. Kazıların yoğunlaştığı yerlerde ortaya çıkarılan eserler ise nasıl
bir güzellikle karşı karşıya olunduğunu gösteriyordu. Hele mezar lahitleri
üzerindeki kabartmaları, insan figürlerinin güzelliğini anlatmaya kelimeler
yetmezdi.
***
Aleksandria Troas’dan 30-35 kilometre kuzeyde
yer alan Apollon kutsal alanı ve Apollon Smintheus antik kenti kalıntıları
Gülpınar köyünün tam ortasında kalıyordu. Tanrı Apollon’a adanan bu görkemli
tapınağı, geçen yıl ani bir kalp krizi ile aramızdan ayrılan Kaz Dağı aşığı
Arkeolog Erol Özkan’la 7-8 yıl önce gezmiş, Çepeçevre Yaşamın Kaz Dağı antik
kentleri bölümünün çekimlerini yapmıştık.
Tapınağa yaklaşık 500 metre uzaklıktaki zeytinlik tepede bir ayı
aşkındır “zeytin nöbeti” tutan kadınlar şirketin koca kamyonlarla araç
gereçlerini kaldırma çalışmalarını elleri bellerinde izliyorlardı. “5 gündür
taşı taşı bitiremediler olmaz olasıcalar” dedi içlerinden birisi. Başka bir
kadın JES şirketinin dümdüz ederek içine plastik örtü serip küçük havuzlar
yaptığı 3 dönümlük alanın eskiden orman olduğunu anlattı. “17 tane de zeytini
köklediler” dedi, 3-4 yaşında gösteren çocuğunu kucağında uyutmak için sallayan
başka bir kadın. “Engel olmasak buradaki tüm zeytinleri keseceklerdi. Oysa onlar
bizim ata yadigarlarımız ve bu çocuklara bırakacağımız tek mirasımız” diye
konuştu.
Köy Muhtarı Ünal Karagöz direnişin başarısını kadınların
kararlılığına ve emeklerine bağladı. “Onlar olmasa bu direniş olmazdı” dedi
gururla.
Jeotermal sondajı çalışmaları engellenen, köylülerin
kararlılığını ne yapsa bir türlü kıramayan şirket en sonunda “zarar ediyorum”
diyerek tası tarağı toplamaya başlamış ama köylüler nöbeti hâlâ
bırakmamışlardı. “Şirket son malzemeyi çekene kadar nöbeti bırakmayacağız”
diyorlardı.
***
Troya’yı Dalyanı, hatta Gülpınar’ın sırtını yasladığı Kaz
Dağı’nı denizin ortasından başında dinmeyen rüzgarlarla seyredip durur
Bozcaada. Geyikli yeni iskeleden ya da Çanakkale’den doldurduğu yolcuları
Bozcaada’ya indiren vapurların yanaştığı limanın devasa taşlarından birisinin
üzerinde belirgin bir ayak izi vardır. Küçük, narin, kuvvetle muhtemel genç bir
kadının ayak izi, aradan geçen belki binlerce yıllık bir zamanın ardından
kayanın üzerinde fosilleşmiş kalmış. Kaz Dağı’nın, Troya ülkesinin kadınları,
dağa, denize, taşa, adaya, zeytinliğe, hatta rüzgara bile izlerini bırakmaya
devam ediyorlar. Yaratılan her değerde onların emekleri, ayak izleri var…
Son Düzenlenme Tarihi: 13 Ağustos 2017 04:33
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder