Çeşmenin başına gelince durdu. Sabah olmak üzereydi.
Karşısında uzanan ovanın ucu, kızıla kesmişti adeta. İleride, küçük tepecikte görünen
bağlardaki ağaçlar alev almış gibiydi. Orada, artık işlenmeyen eski bir bağın
yamacındaki deredeydi yuvası. Bir iğde ağacına sarılan dikenli kuşburnu
çalısının köküne doğru gizlenmiş oyukta, iki küçük yavrusu aç biilaç ondan
yiyecek bekliyorlardı.
***
İki gündür ağzına bir lokma koyamamıştı tilki. Bağların içinde avlayacağı ne bir bıldırcın, ne tarla faresi, ne tavşan bulamayınca, ovayı geçip köyde yiyecek aramaktan başka şansı kalmadığını anladı.
Çok tehlikeliydi bu. Bir yanda köyün köpekleri, diğer yanda insanlar... Bu yüzden gecenin karanlığında çıktı yola. Ay bulutun içine bir girip bir çıkıyordu. Serince bir yaz rüzgarı, köyle bağlar arasındaki buğday tarlalarının başaklarını ırgalıyordu. Ay buluttan çıktığında ortalığı gündüz gibi aydınlatıyordu. Tilki o zaman tarlaların arasına iyice pusuyor, yoluna adeta sürünerek devam ediyordu.
Gündüz bütün gün dağı, taşı kavuran güneş batınca bozkırda roller değişmişti. Şimdi kuzeyden esen poyrazın hükmü başlamıştı. Gecede, korunaksız kalmış tüm canlıları iliklerine kadar üşüten bir yel esiyordu.
Kurumaya yüz tutmuş dere yatağına gelince durdu. Buğday tarlasından çıkmadan önce sesleri dinledi. Köye daha epey vardı. Köpeklerin tehditkar havlamaları, diğer seslere karışıyordu. Gece böceklerinin çığlığı, bir puhunun boğuk boğuk ötüşü, asfalt yoldan geçen kamyonların yaklaşıp uzaklaşan gürültüsü... Kendi dilince konuşuyor, uğulduyor, ürperiyordu gece.
Çakmak gibi yanan keskin gözleriyle küçük dereyi, ardındaki tarlaları, pencerelerinde ölgün ışıkların titrediği köyün ilk evlerine baktı uzun uzun.
Dikkatle indi dere yatağına ve incecik suya vuran ay ışığının aynasında yüzünü gördü. Suyun kenarındaki çamura attı kendini. Görkemli kuyruğunun ucundan burnuna kadar, zayıflıktan kemikleri sayılan ince gövdesinin her yanını çamura buladı. Kokusunun köpekler tarafından alınmaması içindi bu önlem.
Sonra yeniden buğday tarlasının içine daldı. Kulağı kirişte, gözleri, burnu ile tüm sesleri, kokuları hissetmeye çalışarak ilerledi köye. Can telaşıydı bu. Sadece kendi canı değil yavrularının canı da onun bu dikkatine bağlıydı.
Köyün ilk evlerinin yanı başına geldiğinde köpek havlamalarının kendisine yaklaştığını duydu. Küçük yüreğinin çılgınca vuruşunu susturmaya, "kaç, hemen kaç!" diyen içindeki sesi yatıştırmaya uğraştı bir süre. Dibine yattığı bahçe duvarının koyu gölgesine sığındı.
Bu can pazarında saatlerce dolandı yiyecek bulmak için. Bir yandan yakalanma korkusu, öbür tarafta yuvasında açlıktan uyumaya çalışan yavrularının inleyişleri... Analık içgüdüsü tüm diğer duyguların önüne geçti. Evlerin etrafını, samanlıkların arasını, tarlaları, bahçeleri dolaştı durdu. Ağzı sıkıca kilitlenmiş kümeslerde tavuklar, horozlar onu hissettiklerinde tedirgin tedirgin ötmeye başlıyorlardı. Onların bu korkudan kendinden geçen gıdaklamalarına aldırmadan kümese girmenin yollarını arıyor, toprağı eşeliyordu. Beton zemin üzerine yapılmış kümeslere giremedi tilki.
Bir köpek saklandığı fasulye çalısının dibine kadar yanaştı. Hırıldayarak kokladı etrafı. Bir şeyler hissediyor ama ne olduğunu anlayamıyor, kokusunu alamıyordu. Neyse ki yakından gelen başka bir köpeğin havlamasına dikildi kulakları. Bahçenin ucundaki armut ağacının köküne işeyip uzaklaştı.
Sabahın habercisi ilk ışıklar gökyüzünde görünmeye başladığında, gitme vaktinin çoktan geldiğini anladı tilki. Elma ağacının dibine düşmüş elmaları kemirdi. Bostandaki keleklere, kabaklara diş vurdu. Bahçenin içinde çok oyalanmadan, açlıktan burulan boş mide ile yuvasının yolunu tuttu. Giderken tedbiri yine elden bırakmadı, sine sine uzaklaştı köyden.
***
Çeşmenin başına geldiğinde günün ilk kızıl ışıkları ufukta görünmeye başlamıştı. İki köyü birbirinden ayıran iki engin tepenin tam ortasında kalıyordu çeşme. Oluğundan tarlanın içine doğru buz gibi bir su akıyordu. Oluğun dibine uzanıp, soluklanırken dilini şaklatarak su içti bol bol. Açlığını suyla gidermeye çalıştı.
Rüzgar çeşmeden biraz uzaktaki iğde ağaçlarının olduğu yerden leş kokusunu burnuna getirdiğinde ok gibi fırladı yerinden. Adeta uçarak vardığı iğdenin altında bir alasakça leşinin boylu boyunca uzandığını gördü. Sevincinden ne yapacağını bilemedi bir süre. Leşin üzerindeki böcekleri pençeleriyle silkeledi. Alasakçayı ağzına aldığı gibi hızla tarlaların, üzerini otlar ve dikenler bürümüş kelilerin arasından bağlara doğru koştu.
***
İki gündür ağzına bir lokma koyamamıştı tilki. Bağların içinde avlayacağı ne bir bıldırcın, ne tarla faresi, ne tavşan bulamayınca, ovayı geçip köyde yiyecek aramaktan başka şansı kalmadığını anladı.
Çok tehlikeliydi bu. Bir yanda köyün köpekleri, diğer yanda insanlar... Bu yüzden gecenin karanlığında çıktı yola. Ay bulutun içine bir girip bir çıkıyordu. Serince bir yaz rüzgarı, köyle bağlar arasındaki buğday tarlalarının başaklarını ırgalıyordu. Ay buluttan çıktığında ortalığı gündüz gibi aydınlatıyordu. Tilki o zaman tarlaların arasına iyice pusuyor, yoluna adeta sürünerek devam ediyordu.
Gündüz bütün gün dağı, taşı kavuran güneş batınca bozkırda roller değişmişti. Şimdi kuzeyden esen poyrazın hükmü başlamıştı. Gecede, korunaksız kalmış tüm canlıları iliklerine kadar üşüten bir yel esiyordu.
Kurumaya yüz tutmuş dere yatağına gelince durdu. Buğday tarlasından çıkmadan önce sesleri dinledi. Köye daha epey vardı. Köpeklerin tehditkar havlamaları, diğer seslere karışıyordu. Gece böceklerinin çığlığı, bir puhunun boğuk boğuk ötüşü, asfalt yoldan geçen kamyonların yaklaşıp uzaklaşan gürültüsü... Kendi dilince konuşuyor, uğulduyor, ürperiyordu gece.
Çakmak gibi yanan keskin gözleriyle küçük dereyi, ardındaki tarlaları, pencerelerinde ölgün ışıkların titrediği köyün ilk evlerine baktı uzun uzun.
Dikkatle indi dere yatağına ve incecik suya vuran ay ışığının aynasında yüzünü gördü. Suyun kenarındaki çamura attı kendini. Görkemli kuyruğunun ucundan burnuna kadar, zayıflıktan kemikleri sayılan ince gövdesinin her yanını çamura buladı. Kokusunun köpekler tarafından alınmaması içindi bu önlem.
Sonra yeniden buğday tarlasının içine daldı. Kulağı kirişte, gözleri, burnu ile tüm sesleri, kokuları hissetmeye çalışarak ilerledi köye. Can telaşıydı bu. Sadece kendi canı değil yavrularının canı da onun bu dikkatine bağlıydı.
Köyün ilk evlerinin yanı başına geldiğinde köpek havlamalarının kendisine yaklaştığını duydu. Küçük yüreğinin çılgınca vuruşunu susturmaya, "kaç, hemen kaç!" diyen içindeki sesi yatıştırmaya uğraştı bir süre. Dibine yattığı bahçe duvarının koyu gölgesine sığındı.
Bu can pazarında saatlerce dolandı yiyecek bulmak için. Bir yandan yakalanma korkusu, öbür tarafta yuvasında açlıktan uyumaya çalışan yavrularının inleyişleri... Analık içgüdüsü tüm diğer duyguların önüne geçti. Evlerin etrafını, samanlıkların arasını, tarlaları, bahçeleri dolaştı durdu. Ağzı sıkıca kilitlenmiş kümeslerde tavuklar, horozlar onu hissettiklerinde tedirgin tedirgin ötmeye başlıyorlardı. Onların bu korkudan kendinden geçen gıdaklamalarına aldırmadan kümese girmenin yollarını arıyor, toprağı eşeliyordu. Beton zemin üzerine yapılmış kümeslere giremedi tilki.
Bir köpek saklandığı fasulye çalısının dibine kadar yanaştı. Hırıldayarak kokladı etrafı. Bir şeyler hissediyor ama ne olduğunu anlayamıyor, kokusunu alamıyordu. Neyse ki yakından gelen başka bir köpeğin havlamasına dikildi kulakları. Bahçenin ucundaki armut ağacının köküne işeyip uzaklaştı.
Sabahın habercisi ilk ışıklar gökyüzünde görünmeye başladığında, gitme vaktinin çoktan geldiğini anladı tilki. Elma ağacının dibine düşmüş elmaları kemirdi. Bostandaki keleklere, kabaklara diş vurdu. Bahçenin içinde çok oyalanmadan, açlıktan burulan boş mide ile yuvasının yolunu tuttu. Giderken tedbiri yine elden bırakmadı, sine sine uzaklaştı köyden.
***
Çeşmenin başına geldiğinde günün ilk kızıl ışıkları ufukta görünmeye başlamıştı. İki köyü birbirinden ayıran iki engin tepenin tam ortasında kalıyordu çeşme. Oluğundan tarlanın içine doğru buz gibi bir su akıyordu. Oluğun dibine uzanıp, soluklanırken dilini şaklatarak su içti bol bol. Açlığını suyla gidermeye çalıştı.
Rüzgar çeşmeden biraz uzaktaki iğde ağaçlarının olduğu yerden leş kokusunu burnuna getirdiğinde ok gibi fırladı yerinden. Adeta uçarak vardığı iğdenin altında bir alasakça leşinin boylu boyunca uzandığını gördü. Sevincinden ne yapacağını bilemedi bir süre. Leşin üzerindeki böcekleri pençeleriyle silkeledi. Alasakçayı ağzına aldığı gibi hızla tarlaların, üzerini otlar ve dikenler bürümüş kelilerin arasından bağlara doğru koştu.
Siz harika birisiniz.
YanıtlaSil