Gazeteci-yazar Özer Akdemir’in “Doğa ve Direniş Öyküleri”
kitabı dört bir yanda süren çevreci eylemleri edebi bir dille aktaran bir ilk
kitap niteliğinde
Özer Akdemir, İzmir’in ve Türkiye’nin en uzun soluklu
doğa-çevre muhabirlerinden. Yıllarca Evrensel gazetesi ve bazı kültür sanat
dergilerinde konuyla ilgili haberlerinin yanı sıra, mücadelenin sürdüğü
bölgelerle ilgili öyküleri yayımlandı. Akdemir, Türk edebiyatının daha önce
örneği olmayan bir kitabıyla okuyucu karşısına çıktı. “Doğa ve Direniş
Öyküleri”, Türkiye’nin farklı bölgelerinde, hem kentlerde hem de köylerde süren
doğa mücadelesini anlatan öykülerden oluşuyor. İzmir’in de geniş bir yer
tuttuğu kitabı ve öyküleriyle ilgili Akdemir’le söyleştik. Akdemir, doğanın her
zaman son sözü söylediğini belirterek, “Dünyayı yönetenler ekosistemi yok
ederek bindikleri dalı kesiyorlar ancak o dalın en ucunda, en tehlikeli yerinde
bizler, emeğiyle geçinenler, yoksullar var hep. Bu böyle gitmez!” dedi.
- Siz doğa adına mücadele veren demokratik kitle
kuruluşlarında da yer alıyorsunuz. Aynı zamanda gazetecisiniz. Bu öykülerin
yazarı olarak, daha çok hangi kimliğinizin belirleyici olduğunu düşünüyorsunuz?
Ben her iki kimliğimin de (gazeteci ve ekoloji aktivisti) iç
içe geçmesinden son derece memnunum. İkisinin birbirini beslediğini
düşünüyorum. Bir ekoloji örgütünde mücadele ederken, ekoloji mücadelesine emek
verirken aslında haberin de içinde oluyorsunuz. İlk haberler size geliyor ve
hatta bazen haberin ana kaynağı siz olabiliyorsunuz. Gazetecinin toplumsal
olayları haberleştirirken olayın aktarılması ile yetinemeyeceğini, onun da tüm
yurttaşlar gibi olayın bir tarafında olması gerektiği inancındayım. Bu açıdan
baktığımızda yaşamı koruma mücadelesinde doğadan, yaşamdan, emekten, kültürden
yana bir duruşu olmalı gazetecinin de. Öte yandan bir gazeteci olarak
habercilik tekniği ve sınırları içerisinde haberini yaptığım bu öyküleri eko
kurgu türünde yazarken okurun öyküdeki insanlara empati duymasını, oradaki
dağın dumanını, o kuşun çaresizliğini görmesini, hissetmesini istedim. Bir
yanda hemen hemen tüm öykülere sinmiş olan hüznün, ama öte yandan bu hüznün de
beslediği bir isyanın, direncin, öfkenin okura dokunmasını ve hatta ona da
bulaşmasını düşledim…
-Öykülerinize önyargılıydım; ancak öykülerin, edebi tür
olarak öykü olabilmekteki başarısı karşısında yanıldığımı gördüm. Yalnız,
kitabın adının “gazeteci” Özer Akdemir refleksi taşıdığını söylememe izin
verin. Kitabın adı, bir gazetenin dosya konusu havası veriyor ki, bu işin edebi
kısmını zedeliyor. Öykülerde kitaba pekala isim olabilecek çok güzel bir anlatı
zenginliği varken neden bu adı tercih ettiniz?
Kitabın adı konusunda yayıncım da sizinle aynı görüşteydi.
Onun daha çok satış odaklı yaklaştığını düşündüm ki bu da son derece normaldi.
Yine de benim “ama bu öykülerin hepsinde direniş var” diyerek direnmem doğru
muydu? Açıkçası sizin de eleştirinizden sonra bu konuyu tekrar düşünmeye
başladım. Sanırım bendeki temel kaygıyı anlatabilirsem kitabın adı neden böyle
oldu biraz daha anlaşılabilir. Öyküleri yazarken ekolojik alanda var olan
mücadeleyi, direnişi yansıtırken bir mesajı da taşıması gerektiğini düşündüm
hep. Sadece güzel, keyifle okunan, insanı düşündüren, bazen geren, çoğu zaman
hüzünlendiren öyküler olarak akıllarda kalsın istemedim. Doğayla barışık, insan
onuruna yaraşır yeni bir yaşamın mümkün olabileceği düşüne ve bunu elde
edebilmek için mücadele edilmesinin gerekliliğine dair de bir sözü olsun
istedim. Yine de ikinci kitap (evet, devamı var öykülerin) bu eleştirilerin de
ışığında çok büyük olasılıkla başka bir adla çıkacak. Ama ikinci ad olarak
“Doğa ve Direniş Öyküleri” de kalsın istiyorum.
– Bu bir sataşma sorusu! “Bu Mezarda Bir Garip Var” adlı
öykünüz kitapta en beğendiğim öykülerden biri. İç Anadolu’da, daha özelde
memleketiniz Hacıbektaş civarında geçen bu öykünün güzelliği karşısında, bir
iltimas söz konusu mu diye düşündüm. Bağışlayın, bu işin latife kısmı.
Ancak, doğa öyküleri peşinde koşarken gezdiğiniz bölgelerin direniş-tutumunda
belirgin farklılıkları kısaca aktarırsanız sevinirim.
Açıkçası kitapta benim en çok içime sinen öykü, sizin de
beğendiğiniz “Bu mezarda bir garip var” oldu. Öyküyü ben yazmadım sanki. O
kendini bana yazdırdı. Öyle akıp gitti yani. İnsan, en çok çocukluğunun geçtiği
yerleri, arada yıllar, yollar da olsa memleketini anlatmak istiyor ve deneyince
de başarıyor galiba. O özlem hiç dinmez çünkü.
Farklı coğrafyalarda direnişlerin de farklılaştığı çok doğru
bir gözlem. “İnsan yaşadığı yere benzer” evet, insanların mücadeleleri de
yaşadığı yere benziyor. Benim naçizane gözlemlerime göre; Ege’li hemen heyecan
yapmaz, sakindir. Sıcakkanlı ve vakarlı bir duruşu vardır. Öfkelense de pek
belli etme taraftarı değildir bunu. Karadenizli tam tersidir. Hemen parlar!
Bunu sözle de eylemle de gösterir. Doğu Güneydoğu yüzyılların yoksulluğunun,
ezilmişliğinin, mazlumluğunun izlerini taşır her hareketinde. Bu onu direniş
ustası da yapmıştır aynı zamanda. İç Anadolu insanı sabır taşıdır, dert
küpüdür. Doldur doldurabildiğin kadar! Ömrü oruç geçse bayram görmese de bunun
nedenini sorgulamaya yanaşmaz. Evet, bu davranış örüntülerini öykülere de
yansıtmaya çaba gösterdim.
-Bir de şu “Bozkırda Bir Selanikli” meselesi… Nazım Hikmet
de Atatürk de sarı saçlı, mavi gözlü özellikleriyle en çok tanınan iki
Selanikli. Yalnız, bu öyküde iki Selanikli’den hangisi olduğunu sarih bir
şekilde yazmıyorsunuz. Sır değilse o Selanikli’yi merak ediyorum. Tabii, benim
bilmediğim bir başka Selanikli ise o da olabilir…
Açıkçası siz yazana kadar öyküdeki “Sarı saçlı mavi
gözlü”nün Nazım Hikmet olarak düşünülebileceği hiç aklıma gelmemişti. Ve evet o
öyküdeki gencin bana gizli gizli gösterdiği fotoğrafın Atatürk olabileceği de
aklımın ucundan geçmemişti. Ben bir Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ahmet Kaya ya da
Yılmaz Güney fotoğrafı ile karşılaşacağımı sanıyordum. 90 yıl önce Selanik’ten
göç edip Anadolu bozkırına yerleşenlerin, ülkenin kurucusu hemşerilerine bu kadar
yabancılaşabileceği, onun fotoğrafını gizleyebilecekleri gerçeğiyle yüz yüze
gelmek çok ilginç bir deneyim oldu benim açımdan.
- Siz, öykülerin yazarı olarak, direnenlerin tarafında
olduğunuzu ortaya koyuyorsunuz. İşin tarafı olmak meselesi, sizin sahadaki
gözlemlerinizi kısıtlamadı mı? Karşı tarafı daha yakından tanıma konusunda bir
kısıtlama yaşadığınızı hissettiniz mi?
Gazetecinin yaşam mücadelesinde tarafsız olma lüksü yoktur
bence. Olayların, olguların içinde yer alırsanız, saha gazeteciliği yaparsanız
her iki tarafı da yakından tanıyabilirsiniz ki zaten bu tanıklığınız sizi
“taraf” olmaya zorlar. Tabii vicdanınızı, meslek etiğinizi ve içinizdeki insanı
bir tarafta unutmamışsanız! Karşı tarafı anlama meselesine gelince; mümkün
olduğu kadar onların (sermayenin, şirketlerin diyelim) etkinliklerine
katılmaya, onların meseleye bakış açısını da anlamaya çaba gösteriyorum. Ama
evet, ‘taraf’ olmam bu noktada objektifliğime zeval getiriyor. Bu da son derece
doğal. Öykülere de bu tarafgirliğin yansıması beni çok rahatsız etmez açıkçası.
Samimi duygu ve düşüncelerimi yansıtmaya çaba gösteriyorum öykülerde.
- Öykülerdeki deyimler, atasözleri, yöresel ağız açıkçası
anlatıya güç veren hususlardan. Peki, aktardığınız diyaloglar ve yöreye ait
söyleyişleri kayda alma yönteminiz nasıldı? Yoksa günü gününe yazarak mı oldu?
Öykülerde anlatılan olayların bir çoğunu güncel çevre
sorunları ve mücadeleleri içerikli haftalık televizyon programı olarak yaptık.
Bu olayları ayrıca çalıştığım gazete için haberleştirdim. Geriye olayın
televizyon programlarına yansıtamadığınız, haberlerinizde yazamadığınız arka
planını, sizde bıraktığı duygu ve düşünceleri edebi bir dille yazmak kalıyordu.
Ben de bunu yapmaya çalıştım öykülerle.
- “Karga ve Koku” öykünüzde İzmir’in içinde bulunan iki çimento
fabrikasından söz ediyorsunuz. Öyküde, anlatıyorsunuz; ancak bu meselenin
yarattığı sıkıntıyı anlatır mısınız?
Bu aslında bizleri yönetenlerin aymazlığının en çarpıcı
örneklerinden birisi. Ülkenin üçüncü büyük kentinin ortasında harıl harıl
çalışan, çalışırken de doğaya, yüz binlerce insana, tüm canlılara büyük
zararlar verdiği bilimsel olarak kanıtlanan iki “ucube” var karşımızda. Bu
çimento fabrikaları nedeniyle yılda kaç insanın hatsa olduğu, kentin
çeperindeki yüz binlerce ağacın, tarihsel ve sosyal dokunun yok edildiğinin
ciddi bir araştırılması yapılsa olayın vahameti daha da açık görülecektir. İki
tane uluslararası çimento tekelinin çıkarı için göz göre göre sağlığımızla
oynuyorlar, doğamızı yok ediyorlar. Kentin ortasında taammüden cinayet işleniyor,
hem de her gün!..
Öykü de bir başka dokunup geçtiğim konu da son 10-15 yılda
pıtrak gibi çoğalarak kent yaşamına giren AVM’ler oldu. Sömürü çarkının, her
şeyi metalaştıran sistemin, “hep tüketim, daha çok tüketim” kültürünün
kendisini yeniden üretme fabrikaları gibi AVM’ler de. Bana göre çimento
fabrikalarından daha masum değiller!..
- Öykülerinizde tabii ki hayvanlar da önemli bir yer tutuyor.
Son dönemlerde özellikle haber bültenlerinde görece bir duyarlılık gördüğümü
söyleyebilirim. Siz bir karşılaştırma yapacak olursanız, bu konuda gazetecilik
anlamında bir ilerleme kaydetmiş olduğumuzu söyleyebilir misiniz?
Evet, gözleminize katılıyorum. Dünyanın yalnız bize ait
olmadığı, insanlığın diğer canlı türleri ile bu ekosistemi paylaştığı gerçeği
toplumda her geçen gün daha da bilince çıkarılıyor. Bu son derece sevindirici
bir şey elbette. İzmir’de paytonların yasaklanması bunun en son ve güzel
örneklerinden birisi oldu.
- Kitabınızın, Türkiye’nin her tarafında süren doğa-çevre
mücadelelerinin görünürlüğüne bir katkı sunmasını bekliyor musunuz?
Tüm özlemim bu açıkçası. Ancak bunun için kitabı yazıp
ortaya çıkarmak ve bu özlemin gerçekleşmesini beklemekten daha çok şey yapmamız
gerektiğini düşünüyorum. Bu öykülerin geçtiği yerlerde yapılacak söyleşiler,
imza etkinlikleri vs eylem-etkinliklerle kitaptaki öyküleri ve mücadeleleri
direnişlerle buluşturmak gerekiyor. Yoksa son derece dar bir okur kitlesiyle
yetinmek durumunda kalıyorsunuz ki bu da hem ortaya konan emeklere hem de
ekoloji mücadelelerine haksızlık gibi geliyor bana.
- Eh, ben epeyce sormuşum. Sorularım ve tabii ki söyleşi
kitaptan uzun olmayacak! Sizin özellikle belirtmek istediğiniz bir konu var mı?
Son söz sizin….
Bir gazeteciden öte bir baba, bir eş, bir insan olarak
çocuklarımızın emanetini koruma kaygısını son yıllarda daha çok taşıyorum.
Dünyayı yönetenler ekosistemi yok ederek bindikleri dalı kesiyorlar ancak o
dalın en ucunda, en tehlikeli yerinde bizler, emeğiyle geçinenler, yoksullar
var hep. Bu böyle gitmez! Doğayla, kazanırsak kaybedeceğimiz bir savaşın
içindeyiz ne yazık ki. Unutmayalım ki her zaman son sözü doğa söyler!..
https://www.egetelgraf.com/her-zaman-son-sozu-doga-soyler/
https://ekolojibirligi.org/her-zaman-son-sozu-doga-soyler/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder