11 Temmuz 2019 Perşembe

“Her zaman son sözü doğa söyler” (Ege Telgraf_Mazlum Vesek'le söyleşi)

11 Temmuz 2019


Gazeteci-yazar Özer Akdemir’in “Doğa ve Direniş Öyküleri” kitabı dört bir yanda süren çevreci eylemleri edebi bir dille aktaran bir ilk kitap niteliğinde

Özer Akdemir, İzmir’in ve Türkiye’nin en uzun soluklu doğa-çevre muhabirlerinden. Yıllarca Evrensel gazetesi ve bazı kültür sanat dergilerinde konuyla ilgili haberlerinin yanı sıra, mücadelenin sürdüğü bölgelerle ilgili öyküleri yayımlandı. Akdemir, Türk edebiyatının daha önce örneği olmayan bir kitabıyla okuyucu karşısına çıktı. “Doğa ve Direniş Öyküleri”, Türkiye’nin farklı bölgelerinde, hem kentlerde hem de köylerde süren doğa mücadelesini anlatan öykülerden oluşuyor. İzmir’in de geniş bir yer tuttuğu kitabı ve öyküleriyle ilgili Akdemir’le söyleştik. Akdemir, doğanın her zaman son sözü söylediğini belirterek, “Dünyayı yönetenler ekosistemi yok ederek bindikleri dalı kesiyorlar ancak o dalın en ucunda, en tehlikeli yerinde bizler, emeğiyle geçinenler, yoksullar var hep. Bu böyle gitmez!” dedi.

Resim

- Siz doğa adına mücadele veren demokratik kitle kuruluşlarında da yer alıyorsunuz. Aynı zamanda gazetecisiniz. Bu öykülerin yazarı olarak, daha çok hangi kimliğinizin belirleyici olduğunu düşünüyorsunuz?

Ben her iki kimliğimin de (gazeteci ve ekoloji aktivisti) iç içe geçmesinden son derece memnunum. İkisinin birbirini beslediğini düşünüyorum. Bir ekoloji örgütünde mücadele ederken, ekoloji mücadelesine emek verirken aslında haberin de içinde oluyorsunuz. İlk haberler size geliyor ve hatta bazen haberin ana kaynağı siz olabiliyorsunuz. Gazetecinin toplumsal olayları haberleştirirken olayın aktarılması ile yetinemeyeceğini, onun da tüm yurttaşlar gibi olayın bir tarafında olması gerektiği inancındayım. Bu açıdan baktığımızda yaşamı koruma mücadelesinde doğadan, yaşamdan, emekten, kültürden yana bir duruşu olmalı gazetecinin de. Öte yandan bir gazeteci olarak habercilik tekniği ve sınırları içerisinde haberini yaptığım bu öyküleri eko kurgu türünde yazarken okurun öyküdeki insanlara empati duymasını, oradaki dağın dumanını, o kuşun çaresizliğini görmesini, hissetmesini istedim. Bir yanda hemen hemen tüm öykülere sinmiş olan hüznün, ama öte yandan bu hüznün de beslediği bir isyanın, direncin, öfkenin okura dokunmasını ve hatta ona da bulaşmasını düşledim…

-Öykülerinize önyargılıydım; ancak öykülerin, edebi tür olarak öykü olabilmekteki başarısı karşısında yanıldığımı gördüm. Yalnız, kitabın adının “gazeteci” Özer Akdemir refleksi taşıdığını söylememe izin verin. Kitabın adı, bir gazetenin dosya konusu havası veriyor ki, bu işin edebi kısmını zedeliyor. Öykülerde kitaba pekala isim olabilecek çok güzel bir anlatı zenginliği varken neden bu adı tercih ettiniz?

Kitabın adı konusunda yayıncım da sizinle aynı görüşteydi. Onun daha çok satış odaklı yaklaştığını düşündüm ki bu da son derece normaldi. Yine de benim “ama bu öykülerin hepsinde direniş var” diyerek direnmem doğru muydu? Açıkçası sizin de eleştirinizden sonra bu konuyu tekrar düşünmeye başladım. Sanırım bendeki temel kaygıyı anlatabilirsem kitabın adı neden böyle oldu biraz daha anlaşılabilir. Öyküleri yazarken ekolojik alanda var olan mücadeleyi, direnişi yansıtırken bir mesajı da taşıması gerektiğini düşündüm hep. Sadece güzel, keyifle okunan, insanı düşündüren, bazen geren, çoğu zaman hüzünlendiren öyküler olarak akıllarda kalsın istemedim. Doğayla barışık, insan onuruna yaraşır yeni bir yaşamın mümkün olabileceği düşüne ve bunu elde edebilmek için mücadele edilmesinin gerekliliğine dair de bir sözü olsun istedim. Yine de ikinci kitap (evet, devamı var öykülerin) bu eleştirilerin de ışığında çok büyük olasılıkla başka bir adla çıkacak. Ama ikinci ad olarak “Doğa ve Direniş Öyküleri” de kalsın istiyorum.

Resim

– Bu bir sataşma sorusu! “Bu Mezarda Bir Garip Var” adlı öykünüz kitapta en beğendiğim öykülerden biri. İç Anadolu’da, daha özelde memleketiniz Hacıbektaş civarında geçen bu öykünün güzelliği karşısında, bir iltimas söz konusu mu diye düşündüm. Bağışlayın,  bu işin latife kısmı. Ancak, doğa öyküleri peşinde koşarken gezdiğiniz bölgelerin direniş-tutumunda belirgin farklılıkları kısaca aktarırsanız sevinirim.

Açıkçası kitapta benim en çok içime sinen öykü, sizin de beğendiğiniz “Bu mezarda bir garip var” oldu. Öyküyü ben yazmadım sanki. O kendini bana yazdırdı. Öyle akıp gitti yani. İnsan, en çok çocukluğunun geçtiği yerleri, arada yıllar, yollar da olsa memleketini anlatmak istiyor ve deneyince de başarıyor galiba. O özlem hiç dinmez çünkü.

Farklı coğrafyalarda direnişlerin de farklılaştığı çok doğru bir gözlem. “İnsan yaşadığı yere benzer” evet, insanların mücadeleleri de yaşadığı yere benziyor. Benim naçizane gözlemlerime göre; Ege’li hemen heyecan yapmaz, sakindir. Sıcakkanlı ve vakarlı bir duruşu vardır. Öfkelense de pek belli etme taraftarı değildir bunu. Karadenizli tam tersidir. Hemen parlar! Bunu sözle de eylemle de gösterir. Doğu Güneydoğu yüzyılların yoksulluğunun, ezilmişliğinin, mazlumluğunun izlerini taşır her hareketinde. Bu onu direniş ustası da yapmıştır aynı zamanda. İç Anadolu insanı sabır taşıdır, dert küpüdür. Doldur doldurabildiğin kadar! Ömrü oruç geçse bayram görmese de bunun nedenini sorgulamaya yanaşmaz. Evet, bu davranış örüntülerini öykülere de yansıtmaya çaba gösterdim.
-Bir de şu “Bozkırda Bir Selanikli” meselesi… Nazım Hikmet de Atatürk de sarı saçlı, mavi gözlü özellikleriyle en çok tanınan iki Selanikli. Yalnız, bu öyküde iki Selanikli’den hangisi olduğunu sarih bir şekilde yazmıyorsunuz. Sır değilse o Selanikli’yi merak ediyorum. Tabii, benim bilmediğim bir başka Selanikli ise o da olabilir…

Açıkçası siz yazana kadar öyküdeki “Sarı saçlı mavi gözlü”nün Nazım Hikmet olarak düşünülebileceği hiç aklıma gelmemişti. Ve evet o öyküdeki gencin bana gizli gizli gösterdiği fotoğrafın Atatürk olabileceği de aklımın ucundan geçmemişti. Ben bir Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ahmet Kaya ya da Yılmaz Güney fotoğrafı ile karşılaşacağımı sanıyordum. 90 yıl önce Selanik’ten göç edip Anadolu bozkırına yerleşenlerin, ülkenin kurucusu hemşerilerine bu kadar yabancılaşabileceği, onun fotoğrafını gizleyebilecekleri gerçeğiyle yüz yüze gelmek çok ilginç bir deneyim oldu benim açımdan.

- Siz, öykülerin yazarı olarak, direnenlerin tarafında olduğunuzu ortaya koyuyorsunuz. İşin tarafı olmak meselesi, sizin sahadaki gözlemlerinizi kısıtlamadı mı? Karşı tarafı daha yakından tanıma konusunda bir kısıtlama yaşadığınızı hissettiniz mi?

Gazetecinin yaşam mücadelesinde tarafsız olma lüksü yoktur bence. Olayların, olguların içinde yer alırsanız, saha gazeteciliği yaparsanız her iki tarafı da yakından tanıyabilirsiniz ki zaten bu tanıklığınız sizi “taraf” olmaya zorlar. Tabii vicdanınızı, meslek etiğinizi ve içinizdeki insanı bir tarafta unutmamışsanız! Karşı tarafı anlama meselesine gelince; mümkün olduğu kadar onların (sermayenin, şirketlerin diyelim) etkinliklerine katılmaya, onların meseleye bakış açısını da anlamaya çaba gösteriyorum. Ama evet, ‘taraf’ olmam bu noktada objektifliğime zeval getiriyor. Bu da son derece doğal. Öykülere de bu tarafgirliğin yansıması beni çok rahatsız etmez açıkçası. Samimi duygu ve düşüncelerimi yansıtmaya çaba gösteriyorum öykülerde.

- Öykülerdeki deyimler, atasözleri, yöresel ağız açıkçası anlatıya güç veren hususlardan. Peki, aktardığınız diyaloglar ve yöreye ait söyleyişleri kayda alma yönteminiz nasıldı? Yoksa günü gününe yazarak mı oldu?

Öykülerde anlatılan olayların bir çoğunu güncel çevre sorunları ve mücadeleleri içerikli haftalık televizyon programı olarak yaptık. Bu olayları ayrıca çalıştığım gazete için haberleştirdim. Geriye olayın televizyon programlarına yansıtamadığınız, haberlerinizde yazamadığınız arka planını, sizde bıraktığı duygu ve düşünceleri edebi bir dille yazmak kalıyordu. Ben de bunu yapmaya çalıştım öykülerle. 

- “Karga ve Koku” öykünüzde İzmir’in içinde bulunan iki çimento fabrikasından söz ediyorsunuz. Öyküde, anlatıyorsunuz; ancak bu meselenin yarattığı sıkıntıyı anlatır mısınız?

Bu aslında bizleri yönetenlerin aymazlığının en çarpıcı örneklerinden birisi. Ülkenin üçüncü büyük kentinin ortasında harıl harıl çalışan, çalışırken de doğaya, yüz binlerce insana, tüm canlılara büyük zararlar verdiği bilimsel olarak kanıtlanan iki “ucube” var karşımızda. Bu çimento fabrikaları nedeniyle yılda kaç insanın hatsa olduğu, kentin çeperindeki yüz binlerce ağacın, tarihsel ve sosyal dokunun yok edildiğinin ciddi bir araştırılması yapılsa olayın vahameti daha da açık görülecektir. İki tane uluslararası çimento tekelinin çıkarı için göz göre göre sağlığımızla oynuyorlar, doğamızı yok ediyorlar. Kentin ortasında taammüden cinayet işleniyor, hem de her gün!..
Öykü de bir başka dokunup geçtiğim konu da son 10-15 yılda pıtrak gibi çoğalarak kent yaşamına giren AVM’ler oldu. Sömürü çarkının, her şeyi metalaştıran sistemin, “hep tüketim, daha çok tüketim” kültürünün kendisini yeniden üretme fabrikaları gibi AVM’ler de. Bana göre çimento fabrikalarından daha masum değiller!..

- Öykülerinizde tabii ki hayvanlar da önemli bir yer tutuyor. Son dönemlerde özellikle haber bültenlerinde görece bir duyarlılık gördüğümü söyleyebilirim. Siz bir karşılaştırma yapacak olursanız, bu konuda gazetecilik anlamında bir ilerleme kaydetmiş olduğumuzu söyleyebilir misiniz?

Evet, gözleminize katılıyorum. Dünyanın yalnız bize ait olmadığı, insanlığın diğer canlı türleri ile bu ekosistemi paylaştığı gerçeği toplumda her geçen gün daha da bilince çıkarılıyor. Bu son derece sevindirici bir şey elbette. İzmir’de paytonların yasaklanması bunun en son ve güzel örneklerinden birisi oldu. 

- Kitabınızın, Türkiye’nin her tarafında süren doğa-çevre mücadelelerinin görünürlüğüne bir katkı sunmasını bekliyor musunuz?

Tüm özlemim bu açıkçası. Ancak bunun için kitabı yazıp ortaya çıkarmak ve bu özlemin gerçekleşmesini beklemekten daha çok şey yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu öykülerin geçtiği yerlerde yapılacak söyleşiler, imza etkinlikleri vs eylem-etkinliklerle kitaptaki öyküleri ve mücadeleleri direnişlerle buluşturmak gerekiyor. Yoksa son derece dar bir okur kitlesiyle yetinmek durumunda kalıyorsunuz ki bu da hem ortaya konan emeklere hem de ekoloji mücadelelerine haksızlık gibi geliyor bana.

- Eh, ben epeyce sormuşum. Sorularım ve tabii ki söyleşi kitaptan uzun olmayacak! Sizin özellikle belirtmek istediğiniz bir konu var mı? Son söz sizin….


Bir gazeteciden öte bir baba, bir eş, bir insan olarak çocuklarımızın emanetini koruma kaygısını son yıllarda daha çok taşıyorum. Dünyayı yönetenler ekosistemi yok ederek bindikleri dalı kesiyorlar ancak o dalın en ucunda, en tehlikeli yerinde bizler, emeğiyle geçinenler, yoksullar var hep. Bu böyle gitmez! Doğayla, kazanırsak kaybedeceğimiz bir savaşın içindeyiz ne yazık ki. Unutmayalım ki her zaman son sözü doğa söyler!..

Resim

https://www.egetelgraf.com/her-zaman-son-sozu-doga-soyler/

https://ekolojibirligi.org/her-zaman-son-sozu-doga-soyler/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...