28 Temmuz 2019 08:32
Madran Dağı’nın doruğuna yakın bir çeşmenin başına
serdiğimiz sofraya bağdaş kurup oturmuşken “Yarın seni benim köye götüreceğim”
dedi Cabbar abi. Sorar gözlerle baktım yüzüne. Cabbar abinin köyü sıska birkaç
çam ağacının gölgelediği soframızdan bin kilometre ötede, Binboğa Dağlarına
yaslanmış Kayseri Pınarbaşı ilçesinin bir köyü idi. Güldü, açıkladı kafamdaki
soruyu. “İlk öğretmenlik atamamın yapıldığı yerdi bu köy. Gençliğimin en
civcivli zamanlarıydı. Bir yanda devrimcilik, bir yanda bekarlık, bir yanda
gençlik…”
Cabbar abinin 5-6 yıl kadar öğretmenlik yaptığını, 12 Eylül
ile birlikte cezaevi günlerinin başladığını biliyordum. Cezaevinden sonra da çok
sevdiği mesleğinden koparılmış, ancak o kısacık meslek yaşamını hiç
unutmamıştı. Uzun yıllar süren işsizlik, kumaşçılık, kahvecilik, tekstil
işçiliği, kitap pazarlamacılığı gibi işlerin ardından emekli olmuştu. Bir iki
dönemdir ise kurucuları içinde bulunduğu Emek Partisinin İzmir il başkanlığını
yapıyordu.
SAZ ÇALDIK, TÜRKÜLER SÖYLEDİK…
Akşamın ilk yıldızları görünene kadar Madran’da oturduk.
Kekik kokuları içerisinde soğuk sularla karıştırıp beyazlattık içkimizi. Akşam
serinliği içimizi ürpertmeye başladığında Kavşit köyünde, bir sulama barajını
tepeden gören, geniş bahçeli, içinde türlü türlü sebze, meyve, çiçeklerinin
yetiştiği bir köy evine gittik. Sabahın ilk ışıkları dağın koyu maviliğini
yavaşça ağartmaya başladığı saatlere kadar oturduk. Saz çaldık, türküler
söyledik…
Sabah birkaç saatlik uykunun ardından hemen bir şeyler
atıştırıp Gerga Antik Kenti’nde aldık soluğu. Çine’nin kuzey batısında,
dağların arasında unutulmuş, tarihi, gizi belli olmayan Gerga’yı dolaştık bir
zaman. Onu biraz da biz anlamaya, çözmeye çalıştık. Öğleye doğru Çineli
arkadaşlarımızla vedalaşıp “Cabbar abinin köyü”ne doğru yola koyulduk.
***
ANILARINA DOĞRU YOLCULUK
Aydın’ın kuş uçmaz kervan geçmez bu dağ köyüne tırmanırken
aslında Cabbar abinin anılarına doğru yolculuk yapıyorduk. Ara ara gençliğinin
baharında öğretmen olarak atandığı köye gidişini, köylülerin kendisini
karşılayışını, öğrencilerini anlatıyor ama çoğunlukla derin bir suskunluk
içinde etrafını izliyordu. Döne kıvrıla tırmandıkça arada çıplak tepelerin
üzerinde öbek öbek evlerden oluşan köy görüş açımıza giriyordu. Köye
yaklaştıkça ağaçların türü de azalıyordu. Zeytinden, incire, türlü meyve
ağaçlarından kızılçamlara kadar yol boyu bize eşlik eden ağaçlar artık iyice
seyrekleşmişti. Çıplak tepeler, çakıllı kumlu topraklar, gittikçe yükselen
güneşin alnında masmavi gökyüzü ile ufukta birleşiyordu. Gökte maviliğin
üzerine gelişi güzel serpilmiş pamuk demetleri gibi birkaç beyaz bulut
süzülüyordu.
Yol kenarında tek başına duran asırlık bir ardıç ağacına
gelince arabayı durdurdu Cabbar abi. Köyün ilk evlerine birkaç yüz metre
kalmıştı. Hiçbir şey demedi, kapıyı açtı ve çıktı. Ardından gitmedim. Hiç
inmedim arabadan. Beni, hatta bugünü unutmuş gibiydi. Anıların içine dalmış,
elleri cebinde ardıç ağacının gölgesinden aşağıda pus çökmüş ovayı
seyrediyordu. Epey bir zaman sürdü bu esriklik hali. Neden sonra bana döndü,
hâlâ arabanın içinde, pencereyi açmış ona bakıyordum. Yüzü ışıldadı, güldü, el
etti gel diye. Yanına vardım. Bulunduğumuz tepenin sarp yamaçları aşağıya doğru
sayısı gittikçe artan kızılçamlarla örtülüydü. Tepenin eteğinden derin yarın
içinden ince çizgi halinde birbirine geçmiş ağaçlar ovaya doğru uzuyordu. Bu,
orada bir suyun aktığını gösteriyordu. İnce yeşil çizgi ovanın yeşiline, sisine
karışıp kayboluyordu bir süre sonra.
“Bu ağacın altında ne günlerim geçti bir bilsen” dedi ovaya
doğru bakarak. Bir insanın sesi yıllarca öteden gelir mi? Cabbar abinin sesi
anıların olanca ağırlığını yüklenmiş, geçmişi arıyor, anıyordu. Sesteki özlem
buğu buğu tepeden, ardıç ağacının dallarına, oradan beyaz bulutlarla süslü
gökyüzüne ağıyordu…
***
‘CABBAR ÖĞRETMEN, HOŞ
GELDİN’
Köyde hepi topu iki saat kadar kaldık. Tek göz odası bulanan
sınıfını, dersliğe bitişik yine iki küçük odacıktan ibaret olan yaşadığı evi
gösterdi. Dersliğin yanındaki evin sekisine oturup merakla bize bakan, derin
yüz çizgileri birbirine karışmış, bir tutam ak saçı başörtüsünden fırlamış ihtiyar
bir kadın hemen tanıdı onu “Cabbar Öğretmen, sen misin? Hoş geldin” dedi.
Unutulmamak hoşuna gitti Cabbar abinin ancak her gittiğimiz evden, her
geçtiğimiz sokaktan, her yudumladığımız çaydan üstüne üstüne gelip, boğazından
yukarı tırmanan özleme, anılara çok fazla dayanamadı. Sürekli nemlenen
gözlerini daha fazla saklamak, arada gizli gizli göz ucunu kurulamak zor geldi
bir süre sonra ve gün daha tepedeyken, usulca “Gidelim mi artık?” dedi...
Dönüşte, biraz da bu yoğun özlem duygusunu dağıtmak için
Avşar fıkraları anlattı ardı ardına. Dik bayırdan aşağıya bir kuş gibi inen
arabamızın içi bu sefer kahkahalarla doldu taştı. Gözlerimiz yaşardı gülmekten,
ensemizin kökü ağrıdı. Aydın tünellerini geçip İzmir’e doğru yol alırken
radyoda “Kalktı göç eyledi Avşar elleri” türküsü çalmaya başlayınca keyfimiz
iyice yerine geldi. Dadaloğlu’nun bu türküsünün hemen ardından “Sarıkamış
Ağıdı” gelince bizim sohbet de Avşar ağıtlarına doğru kaydı gitti.
Yaşar Kemal’in yıllar önce derlediği ağıtların belki yüz
katı ağıdı bilen bibisini anlattı Cabbar abi. Her ölüye gidip ağıt yakan bibisi
yörenin en ünlü ağıtçısıymış. Ağıtçıların binlerce acı öyküyü bildiğini,
söyledikleri her ağıtla birlikte o hüznü tekrar tekrar yaşadıklarını, ağlaya
ağlaya helak olduklarını söyledi.
***
Pazar yazılarının en düzenli okurlarından birisiydi. Hemen
her pazar arar, yazıda geçen birisini, bir olayı, bir bitkiyi ya da kuşu
sorardı. Bu onun “Yazını okudum, beğendim” deme biçimiydi. Anadolu’nun tüm
güzel yürekli insanları gibi övgüyü ve yergiyi karşısındakinin gözüne sokmadan
yapmayı bilirdi.
‘YAŞAR KEMAL BİLE
DUYMAMIŞTIR’
Cabbar abiyi en son yaklaşık 15 gün önce gördüm. Bir parti
toplantısı için gelmişken büroya uğramıştı. Sağlığı il başkanlığını daha fazla
yürütmesine olanak tanımamış ama bu onu mücadeleden geri de bırakmamıştı.
Büroya geldiğinde her zaman yaptığı gibi masanın üzerindeki kalemleri teker
teker alıp inceledi. Onun en belirgin huylarından birisiydi bu. Hoşuna giden
kalemleri alır biriktirir, sonra topladığı bu kalemleri tekrar getirir bize
verirdi.
“Tam senlik bir şey var bende. Öyle bir Avşar ağıdı buldum
ki, hiç duymamışsındır. Yaşar Kemal bile duymamıştır” dedi. Ağıt bir teyp
kasetindeymiş. Tek sorun kaseti dinleyip çözmek dedi ki bu dünyanın en zor
işiydi aslında. Ağıttaki sözleri anlamak için o yöreli olmak bile
yetmeyebiliyordu çoğu zaman. “Abi, ancak birlikte dinlersek çözebiliriz. Ben
sözlerini çıkaramam sen olmazsan” dedim. O kaseti getirecek, ben bir teyp
bulacak ve ağıdı yazıya dökecektik, en kısa zamanda.
Olmadı!..
Cabbar abi, 10 günlük izinden dönüşümü bekleyemedi. Ani bir
beyin kanaması sonrası arkasında anıları ve ağıtları bırakarak göçüp gitti
aramızdan. Bir kasette çözülmeyi bekleyen Avşar ağıdı Cabbar abinin ağıdı oldu
artık!..
https://www.evrensel.net/yazi/84438/avsar-agidi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder