21 Mart 2020 23:22
Sabaha kadar gözüne uyku girmedi Fikret’in. Yanı başında
dünya umurunda değilmişçesine uyuyan eşini uyandırmamaya çalışarak cep
telefonundan sürekli sosyal medyayı takip etti. Durum her geçen an daha da
kötüye gidiyordu! Telefonu tamamen kapatıp biraz uyumaya çalıştı. Sabaha iş
vardı ve uykusuz, yorgun bir iş günü kabusunu yaşamak istemiyordu.
Ağırdı işi, yüzlerce derecelik fırınların karşısında çalışıyordu
nihayetinde. Hata yapma şansı, lüksü yoktu. Gözlerinin önüne çalıştığı yıllar
içinde tanıklık ettiği iş kazaları geldi. Basit bir hata yapan, gerekli
ekipmanları kullanmayan ya da işyerindeki yetersiz önlemler nedeniyle
kazalanan, uzvunu kaybeden hatta yaşamını yitiren birçok iş arkadaşı olmuştu.
Uyuması, dinlenmesi gerekiyordu ama gel gör ki bu kadar stres altında vücudu
uykuyu reddediyordu...
Sabah her zamanki gibi saat altı da kalktı. Henüz sabah
ezanı okunmamıştı. Ezanın saatinin biraz ileri kaydırıldığı her aklına
geldiğinde Diyanete ateş püskürürdü.
Haberlerde virüsün Çin’in ardından İran’da, Irak’ta,
Yunanistan’da ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde görüldüğü, Türkiye’de ise henüz
tespit edilmediği söyleniyordu. Bu iktidarın hiçbir şeyine inanmamayı yıllar
önceden öğrenmişti ki yine halka yalan söylediklerine adı gibi emindi!
Günde binlerce insanın yurt dışından giriş çıkış yaptığı bir
ülkede, sınır kapılarında, hava limanlarında ateş ölçen termal kameralardan öte
bir önlemin alınmadığı ortada iken virüsün girmemesi daha baştan akla
aykırıydı. Nitekim, Türkiye’den farklı ülkelere giden yolcularda, o ülkelerdeki
daha sıkı kontroller nedeniyle tespit edilen virüslü hastaların sayısı da her
geçen gün artıyordu. Türkiye’de resmi olarak görülmediği söylenen virüs, ne
garip ki ülkeden dışarı gidenlerde hemencecik tespit edilebiliyordu! Bu bile
olayın trajikomik bir durum olduğunun kanıtıydı aslında. Çok açık ki halka yine
yalan söyleniyor, yine gerçekler gizleniyordu...
Her zamanki gibi ince belli bardakta çay, üç beş zeytin, iki
dilim peynir ve ekmekten oluşan (haftada iki kere yumurta girerdi bu listenin
içine) kahvaltısını ayaküstü yapıp evden çıktı. Camiden on beş dakika önce ezan
okunmuştu ama dışarısı hâlâ karanlık ve soğuktu. Ellerini kabanının ceplerine
sokup yakasını kaldırdı. Saat yedide servisin kendisini alacağı durağa yürüdü.
Durakta dört beş işçi daha vardı servis bekleyen. “Günaydın”laştılar ve son
günlerde tek konuştukları konuyu konuşmaya başladılar aralarında,
koronavirüsü...
“Abi, Türklerin geni bu virüsten bizi koruyormuş. Bir tane
profesör de kelle paça içmenin virüse karşı en iyi önlem olduğunu söyledi. Bak
şimdi canım çekti!» dedi İsmet. Aynı fabrikada çalışıyorlardı. İktidar
partisine üye bir “Reisçi”ydi. Maçları, yemek programlarını ve Osmanlının
kahramanlıklarını anlatan dizileri hiç kaçırmazdı. Son zamanlarda bu virüs
muhabbetlerinin konuşulduğu tartışma programlarını izlemeye başlamıştı.
“O tür programları izlersen öğreneceğin ancak o saçmalıklar
olur dedi” Halil. “Yok kelle paçaymış, yok Türk geniymiş!.. Bir de bunları
önünde prof. unvanı yazan kişiler söylemiyor mu?! Zaten tartışma programları da
hep aynı kişilerle yapılıyor. Virüsü de onlar değerlendiriyor, Suriye
politikasını ya da enflasyon oranını da. Memlekette hiçbir şey normal değil ki
bu programlar doğru düzgün olsun!” diye söylendi. İsmet kulak asmadı bu
söylenenlere. Müzmin muhalifti Halil zaten. Tartışmalarının bir yere
gitmeyeceğini yıllar içinde ikisi de öğrenmişti.
Fikret tartışmaya dahil olmadı. Zaten sabaha kadar bu virüs
yüzünden gözüne uyku girmemişti. Bir de şimdi sabah sabah bunun muhabbetini
yapmak istemiyordu.
İlerideki köşeden servisten önce ışığı ve sesi geldi. Eski
model 302 Mercedes yılların yorgunluğundan olsa gerek adeta ‘offf’layarak durdu
önlerinde. Açılan kapıda da elinde eldiven, ağzında maskeli biri duruyordu.
“Günaydın arkadaşlar, sırayla ve yavaş yavaş gelin. Ateşinizi ölçeceğiz” dedi
vardiya amiri Haydar. Sesinden tanımışlardı Haydar’ı.
Üç işçi bindi servise alınlarına tutulan bir cihazla
ateşleri ölçülerek. Otobüs birkaç duraktan da aynı şekilde işçileri alıp
yaklaşık 20 km
uzaklıktaki fabrikaya doğru yola çıktığında otobüsün tam ortasında ayakta
dikilen vardiya amiri Haydar koronavirüs ve işyerinde alınacak önlemlerden
bahsetti yüksek sesle. Artık bugünden itibaren servislere ateşleri ölçülerek
bineceklerdi. Ateşi olanlar servise alınmayacak, evlerine dönecekti. Evlerine
dönen işçilerin izin durumlarının ne olacağı ileride belli olacaktı. Ücretli
izinli sayılacaklardı muhtemelen ama hastalık uzarsa ne olacağı belli değildi
henüz. İşçilere temin edilir edilmez eldiven dağıtılacak, ileride maske
de verilecekti. Çay molalarında mutlaka ellerin sabunla yıkanması, arada
servislere konulan dezenfektandan sıkılması gerekiyordu. Yemekhaneye de gruplar
halinde gidilecekti. “Arkadaşlar” dedi vardiya amiri Haydar, “Bu virüsün şakası
yok! Bütün dünyada hızla yayılıyor ve tedavisi henüz bulunmadı. Ölüm oranı
yüzde 3 ama bu çok büyük bir oran. Allah göstermesin hepimizin çoluğu çocuğu
var. Birbirimizi korumamız lazım”.
İşçiler arasında tedirgin homurtular duyuluyordu Haydar usta
konuştukça. Her birinin kafasında onlarca soru dolanıyor, geleceğe dair
endişeli düşünceler birbirini kovalıyordu.
Yaklaşık bin işçinin çalıştığı fabrikaya geldiklerinde çok
bir değişiklik göremediler. Vardiya değişiminde arkadaşlarına sadece uzaktan
günaydın demekle yetindiler. Yine aynı soyunma salonuna girdiler 400-500 işçi.
Yan yana dolaplarda dip dibe, elleri bacakları birbirine değerek üstlerini
değiştirdiler. Bir işçide bile virüs varsa bu salonda diğer hepsine
bulaştırmaması mümkünü değildi.
Ünitelerde, bant başında ve fırınların olduğu bölümde yine
iç içe çalışıyorlardı. Fırınların olduğu yerdeki ısıya dayanıklı koruyucu
malzeme ve eldivenler dışında diğer birimlerde eldiven ve maske yoktu hâlâ.
Sorduklarında “fabrikasında tükenmiş, ilk fırsatta alacağız” diye yanıt
verildi. On beş dakikalık çay molalarında tuvalete mi gitsinler, çay mı
içsinler ellerini mi yıkasınlardı! Dezenfektan cihazı daha sabahtan bozulmuş,
basılan yeri kırılmıştı. Sigara içilen alanlar kapatılmış, tiryakiler artık o
kısacık aralarda bir de fabrika dışındaki açık alanlarda sigara içme telaşına
düşmüşlerdi.
Dönüş servisindeki televizyonda virüsün resmi olarak ülkede
görüldüğünü açıkladı Sağlık Bakanı. “Telaşa mahal yok, Allahın izniyle hep
birlikte bu belayı savuştaracağız” dedi. “14 kurala uyduk mu hastalığa
yakalanma riskimizi en aza indiririz” diyordu. Sağılıklı ve dengeli beslenmenin
öneminden bahsetti bir de...
Fikret, “Tüm bunları hangi parayla yapacağımızı da
söyleseler ya" diye düşündü izlerken. Servisten inip eve gitmeden önce
hemen durağın arkasındaki markete girdi. Markette un, konserve reyonları sanki
yağmalanmışçasına bomboştu. Kolonya almak istedi o rafın da boş olduğunu gördü.
Tuvalet kâğıdı, kuru fasulye, nohut, mercimek gibi kuru gıdalar ve sıvı sabun
alabildi. Tavuk bile kalmamıştı markette. İnsanlar sanki bir daha sokağa
çıkamayacaklar, sanki marketler kapatılacakmışçasına davranıyorlardı. Belki de
öyle olacaktı ileride, bilemiyordu.
Virüs tespit edilenlerin ve ölenlerin sayısı arttıkça
mağazalar bir bir kepenk indirdi. İnsanlar iyice evlerine çekilirken birçok
işyeri kapanıp, işçiler işten çıkarıldılar. Çalıştığı demir çelik fabrikasında
da her an işçi çıkarılabileceği ya da sokağa çıkma yasağı ile üretime ara
verilebileceği konuşuluyordu. Herkes diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi
hükümetten hastalığa karşı tedbir ve destek paketi açıklamasını bekliyordu.
Birçok ülkede işten çıkarmalar yasaklanmış, evlerine gönderilen işçiler ücretli
izinli sayılmıştı.
Okullar tatil edildiğinde üniversitede okuyan kızları da
geldi İstanbul’dan. Zorunlu olmadıkça evden çıkmıyorlardı ama fabrika çalışmaya
devam ediyordu. Cumhurbaşkanının açıkladığı önlem paketi ise işçiler için tam
bir hayal kırıklığı oldu. Ertesi gün servise binerken bu paket konuşuluyordu.
Bir süredir yemek programlarını ve Osmanlı dizelerini izlemeyi bırakan İsmet
bile hoşnutsuzluğunu gizlemiyordu artık. “Bir de ‘yüzün gülüyor’ dedi patronların
temsilcisine arkadaş. Şirketlerin kredilerini ve faiz ödemelerini üç ay sonraya
bırakıyor, yeni krediler için musluğu açıyor. Biz fakirlere “Sabredin, dua edin
dedi. Ha bir de kolonya dağıtılacakmış. O da yaşımız tutarsa!.. Zengine para
bize kolonya, bu ne yaa!...” Söylediklerindeki kafiye diğer arkadaşlarını da
güldürdü duraktaki. “Kolonyada yaşa takılanlardan mısın sende İsmet” dedi
gülerek Halil.
Servise yine ateşleri ölçülerek alındılar. Biraz önceki
sohbetteki yalancı neşe servise biner binmez kayboldu. Şimdi tüm işçiler kara kara
bu günleri nasıl geçireceklerini, hastalık kapmadan evlerine dönüp
dönemeyeceklerini ve eğer fabrika kapanırsa neyle geçineceklerini düşünmeye
başlamışlardı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder