10 Mayıs 2020 04:36
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Bugün tam on bir yıl oldu. Namıdiğer Kasaba’ya, Turgutlu’ya
televizyon programı çekimine gitmiştik. Turgutlu Ovası’nda bahar her yanı
yeşile boyamıştı. Kent merkezinde buluştuğumuz arkadaşlarla iki araca doluşup
Çaldağı’ya doğru yola koyulduk. Yol, Çaldağı’ya çıkmadan önce uzunca bir süre
Turgutlu Ovası’nda ilerliyordu. Yolun bir yanında insan boyunu geçen üzüm
asmaları, gergin ince teller boyunca sıra sıra diziliydi. Diğer yanı ise
domates, biber, bamya, börülce tarlalarıydı.
Madenin deneme üretimi yaptığı tesislerin çevresinden
çekimler yaptık. Ovanın ortasındaydı madenin deneme tesisleri. Kahverengi
toprağın üstüne kondurulmuş betondan, demirden ve plastikten çirkin yapılar,
kötü kokan atık havuzları dizilmişti yan yana. İçinden sülfürik asitle nikeli alınıp
bir yana yığılan toprak, içine akıtılan zehri kusmuştu yer yer. Posaların bir
yanı bu nedenle kükürtümsü beyaz bir hale gelmiş, kirli yeşile, maviye çalan
bir renge bürünmüştü.
Çaldağı’ya giden ve biraz ilerledikten sonra tatlı bir
eğimle ormanlarla kaplı dağa doğru tırmanışa geçen dar asfalt yolun tam yanına
kurulmuştu tesisler. Tesislerin karşısında ise taze yaprakları yel vurdukça
dalgalanan üzüm asmaları tellerle topraktan yukarıya doğru kaldırılmıştı. Bağın
toprağı sürülmüş, otları ayıklanmış ama gelin görün ki yıllardır bu topraklara
emek verip terini akıtan köylü dokunsan ağlayacak kadar dertliydi.
“Atamdan, babamdan kalan bu beş dönümlük bağ benim tek geçin
kapım. İki yıl oldu bu tesisleri tam bağımın karşısına kurdular. Birinci yıl
toz, bu yıl da asit vurdu bağı. Yapraklar tozdan, asitten hastalanıyor,
lekelenip çürüyor. İlçe tarıma, kaymakamlığa, valiliğe dilekçe yazdım, şirketin
müdürlerine gittim yalvardım, yakardım ama hiçbir fayda bulamadım.”
Yanımıza gelen, çekimlerimize katılan bütün köylüler de
benzer şeylerden şikayetlendiler. Öfkelerini, hayal kırıklıklarını,
çocuklarının geleceğinden duydukları endişeleri anlattılar. Ömrünün kırk yılını
bu işlere adayan, MTA’dan emekli bir jeoloji mühendisinin söyledikleri ise
onların endişelerinin ne kadar da haklı olduğunu ortaya koyuyordu;
“Bu deneme tesisi bile buraya bu madenin yapılmasının nasıl
bir facia olacağının en somut kanıtı. Çaldağı’ya maden kurulursa eğer iki
milyonun üzerinde ağaç kesilecek. Bir asit fabrikası kurulacak dağın yamacına
ve üretilen on sekiz milyon ton asit dağdan çıkarılan cevherin
ayrıştırılmasında kullanılacak. Asit sisi oluşacak zamanla bu sülfürik asit
yüzünden. Asit sisi tüm dağı, ovayı, bağları, bahçeleri kaplayacak. Bir ölüm
sisi halinde çökecek yaşamın üzerine ve Turgutlu Ovası bir daha asla eskisi
gibi olmayacak...”
Dönüşte, Irlamaz Çayı’nın kenarında programın son
çekimlerini yaparken gün de öğle sonunu bulmuştu. Buram buram bir sıcakta,
yapış yapış terin içine batıp çıkmıştık güneşin alnında. Irlamaz Çayı’nın bir avuç
kalmış suyu kirli yeşil renkte akıyordu önümüzden. Maden üretime geçerse bu
suyu da çekip alacaktı.
Çayın kenarındaki küçük bir kulübeden yaşlıca bir kadın bizi
soluklanmamız için evine buyur etti. Hiç düşünmeden kabul ettik daveti.
Sıcaktan, bazen insanı boğacak derecede bunaltan, üzerimizdeki elbiseleri yapış
yapış eden nemden, çay kenarında bir anda üzerimize çokuşan sineklerden adeta
kaçarcasına evin önündeki gölgeliğe koştuk. Tek katlı küçük kulübenin önü, iki
yandan uzun sırıklara sardırılmış asmalarla küçük bir sundurma haline
getirilmiş, böylece giriş kapısı gölgelenmişti. Sundurmanın altı 40 dereceyi
bulan sıcaktan sonra bize serince bir yayla kadar ferahlatıcı geldi! Yaşlı
kadının cam sürahide getirdiği sudan bardaklarca içip birazcık hararetimizi
söndürebildik.
Teyzenin kucağında küçük, dört beş yaşlarında bir kız çocuğu
vardı. Sarı saçlı zeytin gözlü dünya güzeli bir çocuk. Başını kadının göğsüne
yaslamış, arada zeytin gözleriyle bize bakıyordu.
“Torunum” dedi teyze. “Annesiz yavrum!” diye okşadı
saçlarını. Bunu söylerken öyle bir çıktı ki sesi, soramadık “neden” diye...
“Babası ırgat gider. Ovada, tarlalarda çalışır tüm gün.
Kaçıp geldik memleketten. Barınamadık köyümüzde.”
“Niye, ne oldu?” diyemedik...
“Bu kulübeye sığındık. Beş yıl oldu. Şu sinekler olmasa, şu
sıcak, şu yapış yapış nem, şükür geçinip gideceğiz. Kızın okul yaşı gelince ne
yapacağız, ne edeceğiz bilemem gari” dedi içindeki soluğu “ooffff” diye
bırakırken...
En yakın köy birkaç kilometre uzaklıktaydı bulunduğumuz
yere. Tarlalar, Irlamaz Çayı, gün doğusunda sessiz sakin ovaya bakan
Çaldağı’dan başkaca bir şeyi görmüyorlardı. Evden yüz metre ileride, çayın
üzerindeki köprüden geçen bir traktörün sesi, kurbağalar, usul usul şırlayan
su, kokusu, hızı her daim değişen rüzgarlar, sinek vızıltısı, sarı sıcak,
geceleri sere serpe doğan ay, aç bir tilkinin inleyişi ve köpeklerin
havlamaları... Tüm dünyaları buydu...
Sarı saçlı “annesiz” küçük kız, kafası hep ninesinin göğsüne
yaslı bir şekilde, başı önde sessizce dinledi konuşmaları. Bu yaşta içine
gömülmüştü çocuk! Ne yaşadığını ne hissettiğini bilmek olanaksızdı. Zeytin
gözlerinde her an boşalacak bir kederin parıltısı geziniyordu.
Geldiğimiz yoldan dönerken, ertesi gün anneler günü olduğu
aklıma geldi. “Annesiz” küçük kızı düşündüm yol boyu. Zeytin gözlerinden
süzülen keder de bizimle birlikte geldi...
Reklam
Her anneler gününde Irlamaz Çayı kenarında ninesinin
bağrına başını yaslayıp, dalıp giden o annesiz, zeytin gözlü küçük kız gelir
aklıma. “Şimdi ne haldedir acaba?” diye sorarım kendi kendime. “Annesiz” küçük
kızın kederli bakışlarından içime yerleşen yangın, külünden harlayıp tutuşur
her seferinde...
Tüm annelerimizin anneler günü kutlu olsun...
DİĞER YAZILARI
Kırlangıç yuvası
24 Mayıs 2020 04:31
24 Mayıs 2020 04:31
Avcı
eline düşmüş yaralı bir turnadır Seyfe Gölü
17 Mayıs 2020 04:24
17 Mayıs 2020 04:24
Yeşili
kirleten yaşamı yok eder...
03 Mayıs 2020 03:53
03 Mayıs 2020 03:53
Sıvacı kuş ve
kozalak
26 Nisan 2020 00:45
26 Nisan 2020 00:45
“Oy
göresim geldi Berçenek seni”
19 Nisan 2020 04:01
19 Nisan 2020 04:01
Yarım
ciğerle yaşayanlar kenti: Zonguldak
12 Nisan 2020 04:39
12 Nisan 2020 04:39
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder