18 Ekim 2020 07:05
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Bozcaada Polente Tepesi’nden güneşin damla damla denizin içine gömülüşünü izliyoruz. Şarabını, birasını, mezesini kapıp gelen yüzlerce kişi uçurumun kıyısına sıralanmışlar. Kimi çıplak yere otun, tozun üzerine sere serpe uzanmış, kimi daha hazırlıklı. Seyyar masalarını, sandalyelerini açmış, masanın üzerini donatmış, bacak bacak üstüne atıp keyifle gün batımına karşı içkilerini yudumluyorlar.
Uçurumun ucunda biten sarı ölmez otu iyice kurumuş artık. Hoyrat ada rüzgarının önünde, dokunsan dağılacakmış gibi duran çiçekleri solmuş, yaprakları kurumuş, adıyla tezat bir şekilde, belki de ömrünün son günlerini yaşıyor gibi görünüyor. Oysa ölmez otu bu, öyle kolay ölmez!
Dalıyla koparıp aldığınızda diğer bütün bitkilerde olduğu gibi solup gitmez çiçekleri. Uzun zaman direnir ölüme. Küçük top top sarı çiçekleri iki ay, hatta üç ay ilk koparıldıkları gibi capcanlı görünürler. Adı da buradan gelir. Yaşamak için direnmesinden...
Uçurumun kenarında ölmek üzereymiş gibi görünen ölmez otları da ölmüyorlar aslında. Bütün bitkiler gibi bir hafızası, yaşam döngüsü var onun da. Yaşamak, neslini devam ettirmek için tohuma duruyor. Kuruyup geçen çiçeklerin yerlerinden bir süre sonra küçük filizler büyüyor ve ölmez otu yaşamaya devam ediyor.
Akşamüzeri kan portakalı renginde güneş. Ege’ye bir bıçak gibi hiç acele etmeden gömülüyor. Mavi deniz bıçağın değdiği yerden başlayarak kızıla boyanıyor. Turuncudan açık sarıya doğru genişleyen bir renk cümbüşü haline geliyor deniz.
Akşamüzeri çarşaf gibi kıpırtısız salınan denizden doğru ılık bir rüzgar yükseliyor. Rüzgar, denizden uzaklaştıkça serinliyor, sertleşiyor. Tepenin ucunda, şimdi girişi tel örgülerle çevrilerek yasaklanmış olan Polente Feneri’nin yanı başına dizilen RES’lerin kanatlarını iniltiye benzer bir sesle döndürüyor. Karşıda, Gökçeada’nın tepeleri eflatun sislerin ötesinden bir görünüp bir kayboluyor. Uçurumun dibinden gelen dalga sesleri arasında insanların neşeli sohbetleri, kadehlerin birbirine çarpmasından çıkan çınlamalar ve gece böcekleri...
Epey uzakta, burnun belki de öteki ucundan bir gitar sesi geliyor. Rüzgar bildik bir şarkının sözlerini yayıyor etrafa;
“Akdeniz akşamları bir başka oluyor.
Hele bir de aylardan temmuzsa,
bambaşka...”
Bozcaada’da güneş böyle batıyor...
Bozkırda, güneşin battığı Kırlangıç Dağı’nın üzerinde Bozcaada’dakilerin belki de üç dört katı büyüklüğe sahip onlarca RES görünüyordu.
Kırlangıç Dağı bütün bozkır dağları gibi uçsuz bucaksız bir ovaya bakar. Ovanın ortasında, etrafına höyüklerin serpildiği bir göl vardı eskiden. Birkaç yıl öncesine kadar yüz binlerce turnanın yurdu, konup göçtüğü Seyfe Gölü, şimdi kirli maviye çalan bir tuz beyazlığına bürünmüş durumda. Tuz, bir kefen gibi sarıp sarmalamış gölü. Ara sıra rüzgarın önünde göğe doğru yükselen toz direklerinden başka hiçbir şey görünmüyor. Toz direkleri şimdi bir tuz çölü haline gelen gölün üzerinde, sözleri kederli ama ritmi kıvrak bir türküye kaşık vurup oynayan köçekler gibi dönüyor, kıvrılıyor. Eskiden gölün buğusunu, su kuşlarının ve sazların sesini taşıyan yel bugün tuz taşıyor gittiği yere. Toz taşıyor, buğday tozu, iğde tozu. Çakırdiken, çürük yosun, susuzluktan çatlamış toprağın hüznü gibi kokuyor yel...
Kırlangıç Dağı’nın yassı tepesinin ardında kaybolan güneşin battığı yerde, turuncu bir çizgi kalıyor. Turuncu çizgi, için için yanan bir alev gibi kızıla kesiyor önce, sonra etrafında mor bir kuşak peydah oluyor. O mor kuşak gökyüzüne doğru genişledikçe ufukta, önce açık yeşil, tekrar mor ve turuncu, ardından yakut rengine dönüyor. Mor, akşam yıldızları birer ikişer göz kırpmaya başladığında, Kuzey Yıldızı’nın ışığına karışıp gittikçe koyulaşan bir lacivert haline geliyor...
Yeni biçilmiş buğday tarlalarına karanlık çökerken terlerini boyunlarına doladığı yağlıkla silen ırgatlar paydos ediyorlar. Traktörlere ölü gibi atıyorlar kendilerini. Römorka oturup ağrıyan sırtlarını kenarına dayıyorlar. Kimse konuşmuyor yol boyunca. Biri bir bozlak havalandırıyor usul usul;
“Gönül arz ediyor dostu görmeyi
Engel bırakmıyor buna ne dersin
Eller beğenmezken balı hurmayı
Evdeki tükenen una ne dersin”
Irgatlar, yüzlerine, boyunlarına, henüz teri kurumamış sırtlarına hücum eden akşam yelinden sarı yağlıklarını başlarına çekerek korunmaya çalışırken ölmez otuna benziyorlar...
Bozkırda güneş böyle batıyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder