04 Ekim 2020 08:32
Fotoğraf: İlyas Tekin
Çineli Maden İşçisi Halil Özen’in ölüm haberi bütün gün içimde bir sıkıntı yumağı olarak dolandı durdu. Böyle anlardan kaçışı yoktur insanın. Ansızın ve davetsiz gelir keder hep! İnce ince sızar ve yüreğinin başköşesine gelip kurulur!
Daha kırk yaşındaydı Halil. Bir yıl adeta can çekişmiş, ölümlerin en acılı olanıyla yüzleşmiş, nefes alamayarak, boğularak ölmüştü!..
Cenazesinde onunla birlikte çalışan ve onun kaderini paylaşan silikozis hastası işçi arkadaşları omuzladı tabutunu. Her nefes alışta solukları kesilen, ciğerleri yanan bir grup işçi, omuzlarında arkadaşlarının ölüsü ile Çine’nin sokaklarından ağır ağır geçip gitti mezarlığa. Cenazede Halil’in işçi arkadaşlarının, akrabalarının, tanıdıklarının yanı sıra onu hasta eden maden işletmesinin müdürleri de vardı. Ellerinde ucu imameli, Oltu taşı tespihler ile artık kanıksadıkları bu işçi cenazelerinde üzüntülü görünmeye çalışarak daha çok da ‘Bir an önce bitse de gitsek’ diye tedirgin tedirgin kımıldanıp durdular.
Cenaze kalktıktan bir gün sonra akşam Çine’deki arkadaşımı Ahmet Uslu’yu aradım. “N’oldu dün akşam gidebildin mi taziyeye” diye sordum. “Gittim. Çok yoksullar…” dedi. Fısıltı gibi çıkan sesindeki o acılı tını duygu durumunu yeterince anlatıyordu.
“Aklıma takıldı sabahtan bu yana. Hani şu geçen sene bizim sokağına kadar gittiğimiz ama görüşemediğimiz ev miydi Halil’in evi?” diye sordum.
“Evet. Geçen yıl kışın gitmiştik seninle. Yanımızda silikozis hastası Ahmet de vardı. Biz arabada beklemiştik. Ahmet, Halil’in evine gitmiş, başı önde dönmüştü. ‘Görüşmek istemiyorum’ diye haber göndermişti Halil. Daha o zaman bile kötüydü durumu, oksijen tüpüne bağlı yatalak bir halde evden dışarı çıkamıyordu.”
Ciğerleri bitmiş, patron tarafından sudan bir gerekçe ile kapı önüne konmuş, evde oksijen tüpüyle nefes alan biri niye çekinir ki konuşmaktan diye kızmıştım açıkçası. Çoğu Çine’nin köylerinden gelen bu işçilerin ne kadar yoksul, yalnız ve sahipsiz olduklarını biliyordum. Çaresizliği öğrenmişlerdi ve cellatlarına kızmıyorlar, kızamıyorlar, hâlâ onlardan umar bekliyorlardı…
Ben bunları düşünürken “O gün bizimle konuşmamasının nedeni başkaymış” dedi Ahmet Uslu. “İşin içinde başka şeyler de varmış.”
“Ne gibi?” diye sordum. Meraklanmıştım.
“Dün Halil’in eşiyle epey konuştuk. Daha otuzlarında genç bir kadın. Sıkı dur şimdi, o da şu an aynı iş yerinde çalışıyor!..”
“Nasıl yani, eşinin hasta olup çıkarıldığı şirkette mi çalışıyormuş kadın da?”.
“Yok, sonradan girmiş” dedi ve anlattı;
“Halil’in ciğer filmleri kötü gelip işten çıkarılırken patron, “Eğer dava falan açmazsan hakkını gözetiriz, merak etme. Hatta hemen yarından itibaren senin yerine eşin gelsin çalışmaya başlasın” demiş. İşte kadın da can bedeli gibi eşinin yerine işe girmiş. Yaklaşık bir yıldır da orada çalışıyormuş.”
“Vay arkadaş yaa!” sözcükleri kendiliğinden çıktı ağzımdan. “İşi biliyor bu patronlar. İnsanları nasıl susturacaklarının ustası olmuşlar” diye söylendim telefonda.
“Aynen öyle” dedi. “Eşi ağlayarak anlattı bunları. Üç tane çocukları var, birisi de engelliymiş. Kocası bir yılı aşkındır silikozisle boğuşuyordu. O hastane senin, o sağlık ocağı benim sürekli taşınıp durmuşlar bir yerlere. Ciğerlerindeki silikozis oranı ile ilgili raporunu da düşük vermişler, nasıl olduysa. Bu nedenle malulen emekli de olamamış” dedi.
Halil oksijen tüpü olmadan nefes dahi alamazken raporunda nasıl olur da silikozis oranı düşük verilir ki, diye geçti aklımdan.
Ahmet Uslu devam ediyordu konuşmasına; “Kadın, ‘Mecburum çalışmaya abi’ dedi. Evin geçimi benim omuzlarımdaydı artık. Ne yapabilirdim ki başka?’. “Haklısın bacım” dedim.
Evdeki yoksulluğu, üç küçük çocuğun nasıl içli içli gözyaşı döktüklerini anlattı.
“Peki şimdi ne yapacaklar, dava açacaklar mı?” diye sordum.
“Acıları çok taze henüz, onlar da bilmiyorlar. Dava açsalar mahkeme masrafını karşılayacak durumları bile yok. Hadi açtılar diyelim, kadını anında işten çıkarırlar. Aynı şirket geçen yıl yine silikozisten ölen işçinin ailesini bir ev alarak susturmuştu. Şimdi gene öyle yaparlar belki” dedi.
Duyduklarım göğsümü tıkamıştı adeta. Telefonu kapadıktan sonra balkona çıktım. Gündüzkü sıcağın aksine serin bir sonbahar gecesi vardı dışarıda. Kırk yaşında kara toprakla buluşan Halil’i düşündüm. Üç küçük çocuğunu ve eşinin can bedeli olarak onun ölümüne neden olan işyerine girmek zorunda kalan karısını…
Böyle gitmemeli bu devran! Böyle bitmemeli insan öyküleri…
https://www.evrensel.net/yazi/87277/can-bedeli
- Enerji ve maden şirketlerine ‘yol temizliği’ yasası
25 Ekim 2020 03:05 - Bozcaada’dan bozkıra
18 Ekim 2020 07:05 - Geleceğin adalet sağlayıcıları için bir baş ucu kitabı: Altın Ölüm
11 Ekim 2020 08:39 - Elmacı
27 Eylül 2020 07:00 - Hasan Aga’nın zeytini
20 Eylül 2020 08:43 - Bataklık ve başlangıç
13 Eylül 2020 08:14 - Delilik hali
06 Eylül 2020 08:32 - Zafer Bayramı!..
30 Ağustos 2020 06:45 - Kuruyan göllerin ağıdı
23 Ağustos 2020 07:10 - 'Efe Dayı'nın haberi
16 Ağustos 2020 07:21 - Anılar, ağaçlar ve yaşam...
09 Ağustos 2020 08:43 - Ömür törpüsü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder