4 Aralık 2012 Salı

Bilimcinin zor tercihi… (Arşiv Haber)



Özer Akdemir
Hatay Erzin’de kurulması planlanan 4’ü kömüre biri doğalgaza dayalı termik santral projesi için düzenlenen ÇED Raporlarında termik santral kurulması planlanan toprakların “6-7. sınıf tarı

m arazileri” olduğu bilgisi yer aldı. Yıllık 400 bin ton narenciye üretilen bir yere için “7. sınıf tarım arazisi” raporu vermek için başta akıl ve mantığın süzgecinden geçmesi gereken “bilim”in bir tarafa bırakılmasının yanı sıra, vicdanın sesinin de susturulmuş olması gerekiyor. Son olarak Hatay Erzin’de yaşadığımız bu örneği aslında ülkenin onlarca yerinde, birçok maden ve sanayi tesisi için istenen raporlarda görmek mümkün.

Alfons tipi üzümleri ile dünyaca ünlü, İzmir’in içme suyu havzasındaki Efemçukuru köyünde altın madenciliğine yeşil ışık yakan bilirkişi sıfatlı ziraat mühendisi ve peyzaj mimarı hocaların raporundaki “4. sınıf tarım toprağı” ya da “çok az bir alan tarım alanı” notlarını da bu örnekler arasında sayabiliriz.

Kula_Sandal’da tarım arazilerinin üzerine yapılan tehlikeli atık bertaraf tesislerine, Bergama Ovacık’da tarlaların üzerine kondurulan ikinci siyanür atık barajına, Alplerden sonra ikinci büyük oksijen deposu olan Kazdağları’na, “Ekolojik hassas bölge” diye nitelenecek derecede önemine vurgu yapılan Kozak’ta ki altın madenciliğine geçit veren raporlar da imzası bulunan ‘bilimci’leri, yukarıdaki kategoriye sokmak gerekiyor. Ülkemizde uygulanan neo liberal politikaların üniversite-sektör ilişkisini getirdiği nokta burası işte...

Filipinler ve biz

Bir dönem Filipin Hükümeti Fortune Dergisine verdiği ilan da şirketlere şöyle sesleniyordu“... Sizin gibi şirketleri çekebilmek için ... dağlarımızı düzledik, ormanlarımızı traşladık, nehirlerimizin yollarını değiştirdik, şehirlerimizi kaydırdık ... tüm bunlar sizin için, şirketleriniz için, burada Filipinler’de daha kolay, daha kârlı iş yapabilmeniz için ...”

Ülkemizde uygulanan politikalar da yukarı da Filipin Hükümetinin reklamını yaptığı uygulamalardan farklı değil aslında.

Son bir yıl içerisinde başta maden yasası olmak üzere sanayi sektörünün önündeki pürüzleri gidermeye dönük 11 yasa da değişiklik yapıldı. Şu an TBMM’de bulunan Tabiat ve Biyo Çeşitliliği Koruma Kanunu doğal-tarihi-kültürel SİT korumasındaki tüm alanların bu statülerinin tekrar gözden geçirilmesini öngörüyor. 2000 yılından beri Mecliste bekleyen yasa İkizdere’de HES yapımına onay vermeyen Danıştay kararının mürekkebi kurumadan TBMM’ye sunuldu. Kapitalist talan ve yağma, el değememiş neresi varsa oraya yöneliyor. Su, hava, toprak uluslararası şirketlerin denetimine açılırken, kültür ve doğa varlıkları bu yasa sayesinde ranta çevrilecek. Yasanın ardındaki görünmeyen gerçek bu kadar açık.

Aranıyor: Görüşsüz bilim adamı!

Peki üniversiteler bu uygulanan politikaların neresindeler. Son 2-3 yıldır mahkemelerde bilirkişilik müessesesi ile ilgili bir olgu gelişti. Bir alanda (maden, sanayi vb) istenen bilirkişi raporu için o alanda daha önce olumlu-olumsuz görüş beyan etmemiş bilimcilerden bir heyet oluşturulmasından bahsediyoruz. Efemçukuru Altın Madeni ile ilgili hazırlanan ilk bilirkişi raporunda, bölgede altın madenciliğinin sakıncalarını ortaya koyan Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) öğretim üyesi Prof. Dr. Şevki Filiz’in bilirkişiliğine altın madencisi TÜPRAG şirketinin itirazı sonrasında ortaya çıktı bu hukuksal durum. Danıştay 8. Dairesinin bu bilirkişi raporunu “bilirkişi raporunda imzası bulunan Prof. Dr. Şevki Filiz’in daha önce Bergama Ovacık Altın Madeni ile ilgili olumsuz söylem ve etkinlikler içerisinde bulunduğu…” gerekçesine dayandırması yolu açtı. Oluşturulan yeni bilirkişi heyetinde, madenle ilgili olumlu görüş bildiren Prof. Dr. Aydın Güney’in 1991 tarihli “Ovacık Altın Madeni Çevresel Etki Değerlendirme Raporu”nda imzası bulunduğu ortaya çıkınca bu sefer altın madenine karşı çıkanlar Güney’in bilirkişiliğine itiraz ettiler. İş artık, hem de yargı kararıyla “görüş beyan etmemiş hoca bulma” noktasına kadar geldi.

Kamuoyunda yıllarca tartışılan bir altın madeni ile ilgili, herkesin görüş ileri sürdüğü bir ortamda bilim insanlarının görüş beyan etmemesi istenmekteydi! Bilim insanını sadece üniversite de öğretim üyeliği yapan, öğrencilerine ders anlatan bir kişi olarak gören, onun toplumu aydınlatma, uyarma gibi işlevlerini yok sayan anlayışın bir ürünüydü gelinen nokta. Altın madencilerinin “kara listesinde” olan ve bu alanınla ilgili bilirkişilik yaptırılmayan Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ümit Erdem’in buna karşı tepkisi şöyle; “Bir bilim insanı konuşmazsa bilim insanı olamaz. Tabii ki ‘bilirkişi olurum birkaç kuruş kazanırım’ düşüncesi ile değişik platformlarda birikimimizi kullanamazsak halkımıza ihanet etmiş oluruz… Ya bizi bilirkişi yapmasınlar, ya da ‘bilim adamları konuşmasın’ diye yasa çıkarsınlar. Dünyanın hiçbir yerinde görülmez böyle bir şey. Bilimin mantığına ters bir kere. Bilim adamı bulguları yorumlayarak halkı yönlendirmek zorundadır…Bilirkişinin görevi budur. Bu öngörülerimi halka sunmak benim görevim. Özellikle vurguluyorum bu benim görevim…”

İş bu noktaya dayanınca, bilirkişi heyetleri yatırımın yapılmak istendiği yerlerden değil, yörenin dışındaki üniversitelerdeki öğretim üyelerinden oluşturulmaya başlandı. Hatay Erzin’deki termik santraller için İstanbul’dan öğretim üyelerinin gelip, bir gün de bölgenin tarımını, yer altı - yerüstü sularını, bitki örtüsünü, tarihi ve sosyal yapısını inceleyip (!) raporlar hazırlaması gibi garip durumlar ortaya çıktı. Yıllardır bölgede çalışmalar yapan Çukurova Üniversitesi (ÇÜ), Mustafa Kemal Üniversitesinden (MKÜ) öğretim üyeleri bu heyetlere giremedi. Bu durumun başlıca iki sakıncası vardı; birincisi dışardan gelen bu bilim insanları alanı tanımadan rapor yazmak durumunda kalıyorlardı ki, bu bilimsel hata yapma oranını önemli ölçüde arttırıyordu. İkincisi bu öğretim üyeleri raporunu yazıp, geldiği yere gidiyordu. Bölgede yapılacak riskli bir yatırımdan hiçbir şekilde etkilenmeyecekleri uzaklıktaki yerlere. Ne bu yatırım (termik santral gibi) kendilerine bir etki edecek, ne de altına attıkları imzanın yarın ortaya çıkaracağı sorunlar karşısında hesabını sorabilecek kişilerle yüz yüze gelebileceklerdi.

Bilirkişi ücretleri

Son dönemde bilirkişilik olayının önemli bir maddi yönü de ortaya çıktı. İdare mahkemeleri bilirkişi heyetlerine hatırı sayılır ücretler ödenmesi kararını vermeye başladılar. Öyle ki birkaç saatlik bir inceleme karşılığı heyetteki bilimciler toplam 4-5 bin lirayı bulan bilirkişilik ücretleri almaya başladılar. İdare Mahkemeleri yüksek bilirkişi ücretlerini “az olunca rapor yazacak bilimci bulamamak” gibi gerekçelerle açıklıyorlardı! Üniversiteler ve bilimciler arasında da bu durum artık önemli bir kazanç kapısı halinde görmeye başlanmıştı. Olan her zamanki gibi topraklarını, yaşam alanlarını korumak için dev sermayeli şirketlere karşı hukukun yardımına koşan emekçi halka oluyor. Şirketlere dava açan çoğu köylü ve yoksul halk kesiminden vatandaşlar bir de binlerce liralık bilirkişi ücretlerini nasıl ödeyeceklerini kara kara düşünmek durumunda kalıyorlar.

Yok ederken desteklemek

Büyük şirketlerin bilime, kültüre ne kadar değer verdiklerini gösterir haberler birçok kez karşımıza çıkmıştır. Önemli bir sermaye grubunun bir üniversiteye bağışı, herhangi bir kültürel değerin korunmasına dönük çabaları, bir antik kentin kazısının üstlenilmesi (sponsorluğu) gibi…

Çanakkale Biga’da Parion antik kenti sınırları içine termik santral kuran İÇDAŞ Şirketi, aynı zamanda kazıların sponsorluğunu da yapıyor. Kyme antik kentinin üzerine curuflarını, döken tesislerini kuran demirçelik fabrikaları kazıları da finanse etmekte. Ne karşılığında? Antik kentlere büyük zararları dokunacağı biline biline, kendi faaliyetlerine ses çıkarılmaması, herhangi bir davaya konu edilmemesi bu karşılık. Bilim bunun neresinde peki? Bilimsel ahlak, vicdan, yurtseverlik neresinde?

Kapitalizmin üniversiteleri

Dünyada da benzer haberler sahibinin sesi sermaye medyası tarafından sürekli pompalanır. Dünya devi petrol tekeli Exxon-Mobil’in geçtiğimiz yıl üniversitelere 16 milyon dolar kaynak aktardığını görürüz bilânçolarında. Aslında yaygın kanı küresel ısınmanın insanlığı tehdit etmediği doğrultusunda bilimsel (!) yayınların yapılması verilen payın çok daha fazla olduğu yönündedir. Tıpkı, sigara tekellerinin sigaranın sağlığa zararları noktasında kuşku yaratması için Almanya üniversitelerine kaynak aktardığının 2006 yılında ortaya çıkarılması gibi. İşte kurulu düzenin “üniversite-sanayi” işbirliğinin geldi nokta burası.

Bir bilim adamı olarak araştırma yaptığınız konuda kaynak ihtiyacınız sanayiciler tarafından karşılanabilir. Yeter ki bu sanayi dalının canlı yaşamına, havaya, toprağa, suya olumsuz etkileri noktasında üç maymunu oynayın.

Bilim insanlığının bedeli

Bunu reddederseniz, bilim insanlığının gereğini yaparsanız neler olur? Aşağıda bunun birkaç örneği var:

Erzin’deki “Tarım-Çevre-Sanayi Paneli”nde, “Üniversite hocaları arasında aynı konuda neden farklı şeyler söylüyor?” sorusuna MKÜ Ziraat Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Aytekin Yılmaz’ın yanıtı şöyle oldu; “Rapor yazdırmak isteyenler kendilerine yakın kimseleri çağırırlar. Elbette toplumun her yerinde olduğu gibi üniversitelerde de bölünmüşlük vardır. Üniversitelerde bu bölünmüşlük daha fazla. Belki inanmayacaksınız, bizim gibi düşünen insanların üniversitelerde var olma ve yaşama şansı son derece düşüktür.

Çok büyük sıkıntı ve acılar yaşayarak biz o mekanlarda beynimizin özgürlüğünü satmadan yaşamaya çalışıyoruz. Bunun da bedeli çok ağır oluyor. Bazen size, bazen eşinize, bazen de üç yaşındaki çocuğunuza ödetiyorlar. Ben bu bedeli ödemiş birisi olarak bunu söylüyorum. Ben üç yaşındaki çocuğundan acı çektirilerek öç alınan bir öğretim üyesiyim. Benim 3 yaşındaki çocuğumu özgür irademle üniversite yönetimine müdahale ettiğim için okuldan attılar. Bunu her mücadelenin bir bedeli olduğunu bilmeniz gerektiği için söylüyorum”.

Bilimin kaç doğrusu olur?

Stanford Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde doktora çalışması yaparken, 2001-2003 yılları arasında Bergama’daki altın madeni civarındaki köylerde iki yıl boyunca köylülerle yaşayan Dr. Nejat Dinç, “Bilimin Bergama Tartışmasındaki Rolü Hukuk ve İhtiyat Prensibi Üzerine İnceleme Raporu” adlı çalışmasının bir yerinde de yukarıdaki sorunun yanıtına değinir. Raporun, ‘Bergama, Çevre ve Bilim’ başlıklı bölümünde, Bergama sürecinin, başından bu yana çevre tartışması olarak düşünülse de, aslında bir bilim tartışması olduğunu söyleyen Dinç, tartışmanın ana ekseninin madenle ilgili iki ayrı tarafta bulunan bilim insanları ile teknik uzmanların yaptıkları açıklamalar, yayınladıkları bildiriler ve hazırladıkları raporlar etrafında geliştiğini dile getirir.

“Bergama köylerindeki etnografik saha çalışmam sırasında köylüler bu karmaşayı sıklıkla söyledikleri şu sözlerle dile getirdiler; “…Biri öyle dedi, biri böyle dedi. Bizim de kafalarımız karıştı. Zararlı mı zararsız mı bilemedik. Oysa bilimin bir tane doğrusu olması gerekmez mi?”

Dr. Nejat Dinç köylülerin bu sözleri üzerine gelinen durumun değerlendirmesini ise şu sözlerle yapar:

“Esasında buradaki sorun bilimsel topluluğun bir konsensüse varamaması değil, kamuoyunun bu topluluktan “tek ve mutlak doğru”yu vermesini beklemesi, bunun yanında da bilimsel topluluğun ve “teknik uzman”ların kendilerini bu tek ve mutlak doğrunun, mutlak ve tartışılmaz otoritesi olarak sunma çabasıdır. Bir başka deyişle sorun, bilimsel bilgiyi ve teknik uzmanları toplumsal hayatın içinde nasıl konumlandırdığımız, onlara nasıl bir iktidar atfettiğimiz ve onların bu iktidarı nasıl kullandığı sorunudur.”

Bergama deneyimleri

Bilim insanlarının şirketlerle bu içli-dışlığının kamuoyu önünde ilk tartışıldığı konu belki de Danıştay’ın “siyanürle yapılan altın madenciliğinde kamu yararı yoktur” gerekçeli kesinleşmiş kararının ardından zamanın hükümeti tarafından TÜBİTAK bünyesinde bir grup bilim insanına hazırlattırılan rapor oldu denebilir. Bu bilim adamlarının rapor öncesi, ceplerine harçlıkları da konularak eşleriyle birlikte “inceleme gezisi” adı altında ABD’ye götürüldüğü basına yansımıştı. Altın Madeninde 10 yıl Kamu İlişkileri Müdürlüğü yapan Hasan Gökvardar’ın konuyla ilgili söyledikleri Evrensel Gazetesi’nin 28.01.2003 tarihli sayısında şöyle yeraldı; “Raporu hazırlayan bilim adamları aileleriyle birlikte, o dönem DSP milletvekilleri Erol Al, Hasan Özgöbek’in de olduğu bir heyet halinde ABD’ye gönderildiler. Giderleri tamamen şirket karşıladı. Dönüşte de o bildik maden lehine rapor yazıldı. Bunları üzülerek söylüyorum.”

Son pişmanlık

Eurogold Şirketinin 500 bin dolar vererek Prof. Dr. Orhan Uslu Başkanlığı’nda Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi ve Çevre Mühendisliği bölümlerine yaptırdığı ÇED raporu, o süreçte en çok tartışılan raporlardan birisiydi. Özetle “siyanürle altın elde etmek zararsız” diyen rapora ÇED heyetindeki bir grup bilim insanı imza koymamıştı. Bu ÇED Raporu’nun nasıl hazırlandığına ilişkin Ege Üniversitesi Kimya Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Emür Henden’in anlatımlarına bakalım: “…ÇED’in yönetiminde bulunan Prof. Dr. Orhan Uslu’nun bilim ekibinden hiçbir tanesi o ÇED’deki verileri toplayacak kapasitede değildir. Laboratuarlarının donanımının onu yapması mümkün değil. Daha sonra Eurogold firmasının o zamanki başkanı ve bir ekip tartışmaya geldiler benimle. Uzun süre tartıştık. Bu raporun yetersiz olduğunu onlar da kabul ettiler. ‘Peki, veriler nasıl oldu, Orhan Bey nasıl buldu bu verileri’ dediğimizde, ‘Orhan Bey’e biz verdik’ dediler”.

Prof. Dr. Orhan Uslu daha sonradan, 26-27 Haziran 1997’de siyanürle altın madenciliğinin kabul edilemez olduğunu belirten bir belgeye imzasını koyarken daha önce hazırladığı ÇED’le ilgili şunları söylemektedir; “Şimdiki bilgim olsaydı olumlu rapor yazmazdım. Şimdi öğrendiklerimi o zaman bilmiyordum” demiştir.

Lefke’deki yalan

Bergama altın madeni ve köylü direnişi birçok konuda olduğu gibi bilim-şirket ilişkileri konusunda da önemli deneyimlerle doludur. 27 Şubat 1997’de Bergama’dan Lefkeye giderek oradaki maden atık alanındaki “dehşet görüntüleri” gözleriyle gören grubun hemen ardından bu sefer başka bir grup daha Lefkeye gider. 15 Mart 1997’de yapılan bu Lefke gezisinde Yurt Madenciliğini Geliştirme Vakfı önderliğinde bir grup Prof. ve Dr. unvanlı “bilim insanı” vardır. Bu ‘bilim insanlarının’ gezilerinin ardından hazırladıkların rapor özetle “Lefke de kendine özgü bir madencilik yapılmış, Bergama’yla hiçbir biçimde benzeştirilemez” demektedir. Lefke’de “bir miktar” siyanürün kullanıldığını da itiraf etmek durumunda kalan rapor, çevrede herhangi bir siyanür kirliliğinden bahsedilemeyeceğini ileri sürmektedir. CMC Şirketinin atıkları ile ilgili önemli araştırmaları olan Lefke’li Enver Bıldır bu raporu bakın nasıl yorumluyor; “…bu madenden siyanür liçi ile altın… üretimi yapılmadığını ima ediyorlar. Babalarımız, dedelerimiz CMC’nin altın madenlerinde çalışıyorlardı, yoksa öyle mi sanıyorlardı? …Bir miktar siyanür kullanmak ne demek, bir miktar diye bir bilimsel tanımlama mı var?”.

Bilimin de sınıfı vardır

Son söz; sınıflı toplumlarda bilimin de sınıfı var. Bilim insanları bilgilerini toplumun yararına ya da sermaye sisteminin çıkarına sunmak tercihi ile karşı karşıyalar. Toplum yararına kullananlar bedellerini ödüyorlar. Bu bedellerden birkaçını yazının içerisinde vermeye çalıştık.

Bugün ülkemizde onlarca yerde, çevresel sorunlardan kaynaklı direnişler var. İnsanların yaşam alanlarına, evlerinin içine kadar girdi çevresel tehditler. Havası, suyu, toprağı, çocuklarının geleceği tehdit altında olanların direnmekten başka çareleri de yok. Şimdi bu çevreci halk hareketlerinin en acil sorunu, parça parça olan bu direnişlerin mücadele birliğini yaratmanın yol, yöntem ve araçlarının ortaya çıkarılmasıdır. Saldırılar ancak, diğer çevre direnişleriyle birleşebilirse, ortak mücadele edip 'iri ve diri' olunabilirse göğüslenebilir. Bilim insanı, bu konuda da bir ayrımın eşiğinde. Ya halktan, direnişten, yaşamdan yana olacak, ya da kendisine bahşedilen kısa gün karlarının peşinde, kendi kuyusunu da kazan sistemin değirmenine su taşıyacak.

1 - (Özer Akdemir, Görüşsüz bilim adamı aranıyor! 3 Mart 2007 Evrensel)
2 - Bir YDD (Yeni Dünya Düzeni) Masalı: Üniversite Sanayi işbirliği, Tahir Öngür, Jeoloji Yüksek Mühendisi. Sol, 28 Ekim 2007)
3 - Hayat Televizyonu Çepeçevre Yaşam Programı çekimleri. Aralık 2010
4 - Özer Akdemir, Anadolu’nun ‘altın’daki Tehlike / Kışladağ’a Ağıt, Evrensel Basım Yayın Nisan 2011)
5 - Sadece Evrensel mi Bergamalı? Evrensel, 28.01.2003
6 - Ö. Akdemir, (Anadolu’nun ‘altın’daki Tehlike / Kışladağ’a Ağıt).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...