'Bunun içindeki su bizim her şeyimiz. Buralara tutunma sebebimiz. Yaşam
kaynağımız dedi.'
Özer AKDEMİR
Tepenin yamacından aşağısına doğru uzanıyordu boru. Bilek
kalınlığındaydı. Kara bir yılana benziyordu. Bazı yerde çamların gölgelediği
toprağa giriyor, 10 metre
sonra tekrar dışarı çıkıp aşağıya kıvrılarak akıp gidiyordu.
Ödemiş’in Horzum Alayaka köyü muhtarı Erol Adıgüzel ayağıyla
bastı borunun üzerine; “Bunun içindeki su bizim her şeyimiz. Buralara tutunma
sebebimiz. Yaşam kaynağımız” dedi. “Hayvancılık yapıyoruz. Kestane, ceviz,
elma... Bu sularla suluyoruz bahçelerimizi, bağımızı. Köye de buradan gidiyor
su. Bu kadarcık su sadece bizi değil bu dağdaki domuzun, tilkinin, kirpinin,
yılkı atların da yaşam kaynağı. İşte bu suları istiyorlar bizden!”
Sırtını iktidara dayamış bir şirket Bozdağların güney
yamacındaki köylerin sularına 30 yıllığına gelip konmuş. Binlerce yıldır
yatağında usul usul akan, ağacı, meyveyi, çiçeği, kurdu, kuşu, dağın yamacına
serpilmiş köylerdeki insanları besleyen suları “artık bu su benim” diyerek
borularla bir depoya akıtıyordu. Oradan şişeleyip satacaktı. Bozdağın
bağrında yaşayanların ne yiyip içeceği, neyle geçineceği, köylünün kestanesini,
cevizini neyle sulayacağı hiç önemli değildi şirket için. O suyla kaç şişe
doldurduğuna, o gün kaç lira kazandığına bakacaktı. Gerisinin hiçbir önemi
yoktu...
“Yağma yok” dedi Fadime Başkurt. Elini beline götürmüş,
başını dikleştirmiş, gözleriyle meydan okuyordu. Ümmü Girgin mavi çiçekli
eşarbını düzeltip konuştu. “Bizim çocuklarımız var. İki tane. İkisini de
okutuyorum. Sadece hayvanlarımızla, kestaneliğimizle. Başka bir şeyimiz yok.
Kestane ağaçlarımız kurudu. Su olmayınca hayat olur mu?” dedi.
Alayaka köyünde, kadın-erkek, çoluk çocuk, işleri güçleri
bırakıp toplanmışlardı ilkokulun önüne. Kadınlar, okulun kapısında biriken
erkeklerden biraz uzakta duruyorlardı. Eşarplarının ucuyla ağızlarını örterek
konuşuyorlardı ama hepsinin gözlerinde aynı kararlılık okunuyordu. Her an avına
atlamaya hazırlanan bir atmaca gibiydiler. Konuşmaların ardından, tek sıra olup
yürüdüler köyün çıkışına doğru. Sloganlara öfkeli sözler karışıyordu;
“Gelsinler bakalım sularımızı almaya. Sonuna kadar direneceğiz, vermeyeceğiz.
Hayvanlarımız, arılarımız, meyvelerimiz var. Çocuklarımız var, geriden gelen.
Su bizim ömrümüz. Ömrümüz sular gibi…”
***
Rize Fındıklı’da, Arılı Deresi boyunda durdurdular
arabamızı. İki genç, aracın içindekilere baktılar, şüpheci, meraklı, biraz
öfkeli. Kafasını uzatıp “Biziz gençler” dedi Çevre Platformu Sözcüsü Hüseyin
Acar, “yabancı değil”. Yayla yolunda gün aşırı motosikletle devriye gezen
gençlerin yüzü ışıdı. “Tamamdır Hüseyin abi, asayiş berkemal” deyip gülerek
uzaklaştılar motosikletleriyle.
Az ötede, çam ağacının tepesine bal kovanlarını koyan arıcı
Yaşar’a, çamın gövdesine iki metre yükseğe kadar sardıkları metal levhaların ne
olduklarını sordum gülerek; “Bunlarda mı HES’ciler için?”
“Yok” dedi sertçe, “Ayılar için bunlar. Ağaca tırmanıp balı
yemesinler diye. Ha bu ayılara kurban olsun HES’ciler. Ayılar buranın gerçek
sahibi. Biz onların konuklarıyız. Yine de ekmek derdi, geçim belası.
Ballarımızı ayılardan korumak zorundayız. HES’ciler kimin nesi peki? Ne ayının,
ne arının, ne çamın dostu onlar. Bu Arılı deresini, bu Çağlayan deresini HES’le
dizginledi mi ne arı olur buralarda, ne ayı artık”.
Bastonuna dayanıp ağız dolusu gülüşüyle bizi buyur eden nene
dedi ki; “Gelin uşaklar karayemiş yiyin, fındık, ceviz, bal...” Aşağıda, sık
çamların ötesinden sesi gelen, orman güllerinin içinden ucu görünen ırmağı
gösterdi. “Yaşım 70’i geçti. Bu derenin kıyısında doğdum, büyüdüm. Gelin oldum.
Çocuklarımı bu derenin sularıyla yıkadım. Balığımı verdi dere, suyumu, neşemi.
Çok göz yaşımı akıttım bu sulara, alın terimle karıştı dere. Şimdi diyorlar ki
‘dere sizin neyinize. Biz derenizi alacağız. Sen istersen öl! Senden bize ne
ki’! Dere bizim kanımız, dere bizim canımız, dere bizim alın terimiz?”
Bastonunu, az ötede yolun kenarına park edip olan biteni gözleyen jandarma
minibüsüne uzatarak; “Bu devlet işi değil. Bizi ezen insanlar var, sırtımızdan
kazananlar. Fakirler ölsün, zenginler yürüsün. Böyle bir dava var midur?”
***
“Buradan taş yuvarlansa Fırat’a düşer” dedi avukat Mehmet.
Erzincan İliç’te, Çöpler köyünün yamacındaydık. Tam karşımızda, Fırat’ın en
büyük kollarından Karasu’ya 400-500 metre uzaktaki altın madeninin işletmeleri
vardı. Sabahın erken bir saatinde, işçilerin gündüz mesaisinden önce gitmiştik,
dikkat çekmeyelim diye. Madenin siyanürlü tesislerini tam karşıdan gören tepede
havayı şüpheli şüpheli kokladı TMMOB yönetim kurulu üyesi Cemalettin Küçük;
“Bakın işte! Acı badem kokusu” dedi. “Hidrojen siyanür var havada. Hemen
gidelim buradan”...
***
Kayseri-Nevşehir il sınırının tam üzerindeydi Himmetdede
altın madeni. Kıvrıla kıvrıla yeri delen açık ocak Nevşehir sınırları
içerisinde, siyanürlü liç alanı Kayseri tarafında kalıyordu. Erdemler Un
Fabrikası’nı altın madenin tesislerinden sadece bir tel örgü ayırıyordu.
Fabrika ile maden işletmeleri arasındaki mesafe “sıfır”, siyanürün kullanıldığı
liç alanı arasındaki uzaklık ise 30-40 metre kadardı. “Çok su lazım bunlara, nerden
alıyorlar?” sorusuna “yeraltından” diye yanıt verdi Mustafa Erdem. “Onlarca
kuyuları var arazide. Saatte 216 bin litre su çekiyorlar yeraltından”. Madenin
bir saatte çektiği su günlük 108 bin insanın içme suyuna eşitti!
Tek damla suyun hesabının yapıldığı bozkırda, dağdaki alıç
ağacı, güneşin alnında pişen kenger, tarladaki buğday sapları, yol kenarında
biten çakır dikenler susuzluktan kırılırken altın madeni bütün sularını çekip
zehirliyordu!
“Ömrümüz sular gibi, ömrümüz rüzgar gibi, ömrümüz dağlar
gibi, geçti ömrümüz”...
26 Mart 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder