26 Mart 2017 Pazar

Ömrümüz sular gibi…

'Bunun içindeki su bizim her şeyimiz. Buralara tutunma sebebimiz. Yaşam kaynağımız dedi.'
Özer AKDEMİR
Ömrümüz sular gibi…
Tepenin yamacından aşağısına doğru uzanıyordu boru. Bilek kalınlığındaydı. Kara bir yılana benziyordu. Bazı yerde çamların gölgelediği toprağa giriyor, 10 metre sonra tekrar dışarı çıkıp aşağıya kıvrılarak akıp gidiyordu. 
Ödemiş’in Horzum Alayaka köyü muhtarı Erol Adıgüzel ayağıyla bastı borunun üzerine; “Bunun içindeki su bizim her şeyimiz. Buralara tutunma sebebimiz. Yaşam kaynağımız” dedi. “Hayvancılık yapıyoruz. Kestane, ceviz, elma... Bu sularla suluyoruz bahçelerimizi, bağımızı. Köye de buradan gidiyor su. Bu kadarcık su sadece bizi değil bu dağdaki domuzun, tilkinin, kirpinin, yılkı atların da yaşam kaynağı. İşte bu suları istiyorlar bizden!”
Sırtını iktidara dayamış bir şirket Bozdağların güney yamacındaki köylerin sularına 30 yıllığına gelip konmuş. Binlerce yıldır yatağında usul usul akan, ağacı, meyveyi, çiçeği, kurdu, kuşu, dağın yamacına serpilmiş köylerdeki insanları besleyen suları “artık bu su benim” diyerek  borularla bir depoya akıtıyordu. Oradan şişeleyip satacaktı. Bozdağın bağrında yaşayanların ne yiyip içeceği, neyle geçineceği, köylünün kestanesini, cevizini neyle sulayacağı hiç önemli değildi şirket için. O suyla kaç şişe doldurduğuna, o gün kaç lira kazandığına bakacaktı. Gerisinin hiçbir önemi yoktu...
“Yağma yok” dedi Fadime Başkurt. Elini beline götürmüş, başını dikleştirmiş, gözleriyle meydan okuyordu. Ümmü Girgin mavi çiçekli eşarbını düzeltip konuştu. “Bizim çocuklarımız var. İki tane. İkisini de okutuyorum. Sadece hayvanlarımızla, kestaneliğimizle. Başka bir şeyimiz yok. Kestane ağaçlarımız kurudu. Su olmayınca hayat olur mu?” dedi. 
Alayaka köyünde, kadın-erkek, çoluk çocuk, işleri güçleri bırakıp toplanmışlardı ilkokulun önüne. Kadınlar, okulun kapısında biriken erkeklerden biraz uzakta duruyorlardı. Eşarplarının ucuyla ağızlarını örterek konuşuyorlardı ama hepsinin gözlerinde aynı kararlılık okunuyordu. Her an avına atlamaya hazırlanan bir atmaca gibiydiler. Konuşmaların ardından, tek sıra olup yürüdüler köyün çıkışına doğru. Sloganlara öfkeli sözler karışıyordu; “Gelsinler bakalım sularımızı almaya. Sonuna kadar direneceğiz, vermeyeceğiz. Hayvanlarımız, arılarımız, meyvelerimiz var. Çocuklarımız var, geriden gelen. Su bizim ömrümüz. Ömrümüz sular gibi…”
***
Rize Fındıklı’da, Arılı Deresi boyunda durdurdular arabamızı. İki genç, aracın içindekilere baktılar, şüpheci, meraklı, biraz öfkeli. Kafasını uzatıp “Biziz gençler” dedi Çevre Platformu Sözcüsü Hüseyin Acar, “yabancı değil”. Yayla yolunda gün aşırı motosikletle devriye gezen gençlerin yüzü ışıdı. “Tamamdır Hüseyin abi, asayiş berkemal” deyip gülerek uzaklaştılar motosikletleriyle. 
Az ötede, çam ağacının tepesine bal kovanlarını koyan arıcı Yaşar’a, çamın gövdesine iki metre yükseğe kadar sardıkları metal levhaların ne olduklarını sordum gülerek; “Bunlarda mı HES’ciler için?” 
“Yok” dedi sertçe, “Ayılar için bunlar. Ağaca tırmanıp balı yemesinler diye. Ha bu ayılara kurban olsun HES’ciler. Ayılar buranın gerçek sahibi. Biz onların konuklarıyız. Yine de ekmek derdi, geçim belası. Ballarımızı ayılardan korumak zorundayız. HES’ciler kimin nesi peki? Ne ayının, ne arının, ne çamın dostu onlar. Bu Arılı deresini, bu Çağlayan deresini HES’le dizginledi mi ne arı olur buralarda, ne ayı artık”. 
Bastonuna dayanıp ağız dolusu gülüşüyle bizi buyur eden nene dedi ki; “Gelin uşaklar karayemiş yiyin, fındık, ceviz, bal...” Aşağıda, sık çamların ötesinden sesi gelen, orman güllerinin içinden ucu görünen ırmağı gösterdi. “Yaşım 70’i geçti. Bu derenin kıyısında doğdum, büyüdüm. Gelin oldum. Çocuklarımı bu derenin sularıyla yıkadım. Balığımı verdi dere, suyumu, neşemi. Çok göz yaşımı akıttım bu sulara, alın terimle karıştı dere. Şimdi diyorlar ki ‘dere sizin neyinize. Biz derenizi alacağız. Sen istersen öl! Senden bize ne ki’! Dere bizim kanımız, dere bizim canımız, dere bizim alın terimiz?” Bastonunu, az ötede yolun kenarına park edip olan biteni gözleyen jandarma minibüsüne uzatarak; “Bu devlet işi değil. Bizi ezen insanlar var, sırtımızdan kazananlar. Fakirler ölsün, zenginler yürüsün. Böyle bir dava var midur?”
***
“Buradan taş yuvarlansa Fırat’a düşer” dedi avukat Mehmet. Erzincan İliç’te, Çöpler köyünün yamacındaydık. Tam karşımızda, Fırat’ın en büyük kollarından Karasu’ya 400-500 metre uzaktaki altın madeninin işletmeleri vardı. Sabahın erken bir saatinde, işçilerin gündüz mesaisinden önce gitmiştik, dikkat çekmeyelim diye. Madenin siyanürlü tesislerini tam karşıdan gören tepede havayı şüpheli şüpheli kokladı TMMOB yönetim kurulu üyesi Cemalettin Küçük; “Bakın işte! Acı badem kokusu” dedi. “Hidrojen siyanür var havada. Hemen gidelim buradan”...
***
Kayseri-Nevşehir il sınırının tam üzerindeydi Himmetdede altın madeni. Kıvrıla kıvrıla yeri delen açık ocak Nevşehir sınırları içerisinde, siyanürlü liç alanı Kayseri tarafında kalıyordu. Erdemler Un Fabrikası’nı altın madenin tesislerinden sadece bir tel örgü ayırıyordu. Fabrika ile maden işletmeleri arasındaki mesafe “sıfır”, siyanürün kullanıldığı liç alanı arasındaki uzaklık ise 30-40 metre kadardı. “Çok su lazım bunlara, nerden alıyorlar?” sorusuna “yeraltından” diye yanıt verdi Mustafa Erdem. “Onlarca kuyuları var arazide. Saatte 216 bin litre su çekiyorlar yeraltından”. Madenin bir saatte çektiği su günlük 108 bin insanın içme suyuna eşitti! 
Tek damla suyun hesabının yapıldığı bozkırda, dağdaki alıç ağacı, güneşin alnında pişen kenger, tarladaki buğday sapları, yol kenarında biten çakır dikenler susuzluktan kırılırken altın madeni bütün sularını çekip zehirliyordu!

“Ömrümüz sular gibi, ömrümüz rüzgar gibi, ömrümüz dağlar gibi, geçti ömrümüz”...
26 Mart 2017

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...