Bahçesini insan boyunu geçen otlar bürümüş. Köşedeki Atatürk
büstü paslanmış, kaidesinin betonu çatlamış. Kapıları, pencereleri çürümüş.
Çatısı çöktü çökecek. Boyası akmış yağmurdan yaştan. Demir bahçe kapısı kilit
tutmaz olmuş yorgunluktan. Geçmişin olanca özlemlerini yüklenmiş de sayrı
gövdesine, doyamamış, gözü arkada kalmış, murat alamamış ama kırgın, ama sitem
yüklü, son demlerini yaşayan ihtiyarlara dönmüş, göçüp gitmek üzere bu
dünyadan.
Bir zamanlar cıvıl cıvıl çocuk seslerinin yankılandığı
koridorlar, sınıflar uğursuz bir karanlığa bürünmüş. Hayalet hikayelerinin
anlatıldığı evler gibi ürkütücü bir sessizlik kaplamış tüm odalarını. Örümcek
ağları, çatısından sızan yağmur sularının sararttığı köşeleri kaplamış.
Lavabolar parçalanmış. Muslukları sökülmüş, kapı kulpları çalınmış. Odanın
birinde tozdan, kirden, pislikten sararmış evraklar, kitaplar, defterler,
haritalar üst üste. İnsan vücudundaki organlarını gösteren tablolar, İstiklal
Marşı, Onuncu Yıl Nutku, Gençliğe Hitabelerin çerçevesi-camı kırılmış tabloları
duvar diplerine gelişi güzel atılmış.
Sınıfta sıraların çoğu gitmiş, belki yakılmış, belki
çalınmış. Kalan bir iki sıranın sağı solu çürümüş, kırılmış. Kara tahtada beyaz
tebeşirle yazılmış ders notları duruyor hala. Sağ üst köşede ise son ders
gününün tarihi yazılı kalmış; 19.10.1990.
Unutulmuşluğun, terk edilmişliğin bütün izlerini görmek
mümkün. Anadolu’da on binlerce köy okulundan sadece birisi var karşımızda.
***
Önce tarımı bitirdiler yavaş yavaş. Tütünü, pamuğu, sebzeyi.
Mazota, gübreye, traktöre, elektriğe zam üstüne zam yapılırken, domatesin,
biberin, kaysını, üzümün, çileğin fiyatları hep aynı kaldı. Tütüne kota
uyguladılar, haşhaş zaten yıllarca yasaktı. Bakırçay’ın, Çukurova’nın,
Menderes’in verimli ovalarının pamuğu da aynı kaderi paylaşmak üzere. Onlarca
uygarlığa analık yapan, onları doyuran, giydiren, barındıran Anadolu artık
kendine yetemez bir hale getirildi. Adı “Anadolu Sofrası” olan poşetlerin
içinde Hindistan’dan, Rusya’dan, Arjantin’den, İspanyadan gelen bakliyatlar var
artık. Yılda dört mevsimi yaşayan kadim topraklar üzerinde yaşayan köylüleri
bile beslemekten aciz hale getirildi. Nehirler açık kanalizasyon gibi, dağlar
maden-taş ocaklarından delik deşik. Ovalar sanayinin, enerji tekellerinin
talanı altında inim inim inliyor.
***
Önce köy okullarını kapattılar. “Tasarruf” dediler,
“yeterince öğrenci yok” dediler, “Böylesi daha iyi devlet bütün köylerden
öğrencileri belli merkezlerdeki okullara ücretsiz taşıyacak, eğitim daha
kaliteli olacak” dediler. Birer ikişer kapattılar okulları. Öğretmenleri
merkezlere topladılar. Küçücük çocukları her gün kilometrelerce taşıdılar.
Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar bilginin, aydınlığın yayıldığı köy
okullarının büyük bir bölümü harabe haline geldi birkaç yılda. Her biri
üniversite eğitimi almış, bilgiyle donanmış, düşünen, üreten, paylaşan köy
okulu öğretmenleri gidince köylerin “akil insanları”da gitmiş oldu. Yıllarca
eğitimden, bilgiden, kültürden, çağdaş bir gelecek düşünden yoksun bırakılan
köyler yeniden yarım yamalak din bilgisi olan, hurafelerden beslenen ve çoğu
tartışmalı dinsel öğretilerden öte pek bir şeyi öğrenme ve öğretmeye ne isteği,
ne mecali olan cami hocalarına kaldı. Tüm dünyada hala örnek olarak gösterilen
köy enstitülerinin kapatılması ile Hasan Ali Yüceller, Tonguçlar, Başaranlarla
başlayan kırdaki aydınlık hareketi, köy okullarının kapatılmasıyla en son
darbesini yedi.
Üreten köylü karnını doyuramaz, çoluk çocuğunun geleceğine
umutla bakamaz hale geldi. Köyde kalan çocuklar taşımalı eğitimlerle
hırpalandı, topraklarından, tarlasından, bağından bahçesinden koparıldı. Başı
sıkışan herkesin danıştığı öğretmenler bir daha dönmemek üzere giden göçmen
kuşlar gibi terk ettiler köyleri. Okulların ışığı söndü. Birer mezbele haline
geldi.
***
Dünyadaki eğitim seviyesinde her yıl geriye gidişimizin
nedenini uzaklarda aramanın manası yok. Köy okullarının haline bakmak yeterli.
Her yıl yeniden değiştirilen eğitim sistemi işin sadece bir boyutu. Müfredatın
sürekli gerici fikirlere ağırlık verecek şekilde değiştirilmesi de öyle.
Bilimsellik yerine dinsel öğelerin öne çıkarılması, bu içerikte yeni dersler
konması da işin bir diğer yönü.
Şimdi “Tarımı köylünün elinden almak gerek. Meraları
bütün halkın malı yaparak mahfettik” diyen, son on yılda palazlanmış bir
holding patronunu onaylayan bakanlar çağından geçiyoruz. Şimdi tarımı, zeytini,
meraları halkın, köylünün elinden alıp şirketlere peşkeş çekmenin telaşesine
düşmüş bir siyasi iktidarın devr-i yağma günlerindeyiz. Anadolu’daki binlerce
köy okulu kapatıldı, harabe haline getirildi. O yüzden “uyansın dedikçe uykuya
dalıyor Anadolu”. Yüzlerce yıldan sonra uyandığı uykusuna yeniden daldırılıyor.
Gel de Ali Çağan’ın şiirine hak verme. Gel de bu şiire türkü yakıp, hüznü
bağlama tellerine döken Musa Eroğlu’nu dinleme…
Uyansın dedikçe uykuya daldın
Yanar Anadolu’m sana yanarım
Uygarlık yolunda hep geri kaldın
Yanar Anadolu’m sana yanarım
Yanar Anadolu’m sana yanarım
Uygarlık yolunda hep geri kaldın
Yanar Anadolu’m sana yanarım
Dostluk köprülerin yıkılır oldu
Zalimin zulmüne bakılır oldu
Ozanın, yazanın yakılır oldu
Yanar Anadolu’m sana yanarım
Zalimin zulmüne bakılır oldu
Ozanın, yazanın yakılır oldu
Yanar Anadolu’m sana yanarım
Çağan Ali’m direnmektir her demin
Kaptan sürememiş su almış gemin
Tek çaren başına geçmen dümenin
Yanar Anadolu’m sana yanarım
Kaptan sürememiş su almış gemin
Tek çaren başına geçmen dümenin
Yanar Anadolu’m sana yanarım
02 Temmuz 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder