23 Aralık 2018 04:35
On Gözlü Köprü’nün hemen dibindeki Sidem Kafe’nin
ortaklarından Vedat Yavuz büyük bir hızla önünden akan Dicle’nin kıyısında
oturup kalmıştı. Toprak rengi suların üzerinden her türlü eşya, hayvan ölüsü,
kocaman ağaç dalları ve daha bir sürü şey sürüklenip gidiyordu. İki gün
öncesine kadar yağmurlu havalarda ahşap oturma gruplarının üzerine açtıkları
tenteyi bile geçmişti nehrin suları. Bakanın başını döndürecek bir hızla akan
suların 20-30 metre
içinde, neredeyse uçlarına kadar gömülmüş kavak ağaçlarını göstererek suyun
yüksekliğinin 10 metreyi aştığını söyledi. Doğal afet diyenlere söylendi yüksek
sesle “Ne doğal afeti! Yağmur kaç gündür yağıyor, bunun böyle olacağı belliydi.
Bu düpedüz insan hatası” dedi.
Kurtarılan masa, sandalye, tabure, hasır yastıklar,
küçük sedir kilimleri üst üste yağılmış, üzerine de yağmurdan etkilenmesin diye
plastik bir branda gerilmişti. Nehrin kenarındaki yüksekçe bir yerden tasasız
gamsız Dicle’yi izleyenlere gıpta ile baktı. Kimi az ötede, yolun karşısındaki
kafede oturmuş çayını yudumluyor, kimi çekilen güvenlik şeritlerine aldırmadan
suyun kıyısına gidip öz çekim yapıyordu.
Yatağını alabildiğince genişletmişti Dicle. Belki de iki gün
öncesinin iki katına çıkmıştı suyun kapladığı alan. Köprünün gözleri neredeyse
su tarafından yutulacak derecede küçülmüştü. Karşı kıyıda, epey uzakta görünen
tesislerde de bu taraftakine benzer kıpırdanmalar vardı. Yamacın hemen
üzerinde, kocaman harflerle yazılı “Dicle Vadisi”nin arkasında yeni yapılar,
yürüyüş yolları ve süs ağaçları göze çarpıyordu.
Nehrin o tarafında da manzaranın aynı olduğunu söyledi
Vedat. “Zararımız çok büyük” dedi. “Özene bezene büyüttüğümüz ağaçlarımız,
lokantanın önüne bağladığımız teknemiz, 17 tane çadırımız komple sele gitti.
Suyun içinde televizyon mu dersin, masa mı, halı mı, kilim mi ne ararsan
vardı.”
Oturduğu duvar dibinden usulca kalktı. “Dicle’nin öfkesine
gem vurulmaz” dedi yan taraftan birisi. O itiraz etti; “Dicle’nin ne suçu var!
Onu baraja hapsedenler böyle olacağını düşünmeliydi”.
Mardinkapı’daki minibüs duraklarına dönerken şoför,
Dicle’nin çok daha azgın aktığı zamanlardan bahsetti. Söylediğine göre sel
sularının On Gözlü Köprü’nün üzerinden aştığı bile olmuş. Sakalı döşüne inen,
şalvarlı, eli tespihli bir ihtiyar başıyla onayladı onu.
Mardinkapı’nın yanından surların üzerine çıktık. Yüksekten
tüm vadi boylu boyunca görülüyordu. Hewsel Bahçelerinin büyük bir kısmı sular
altındaydı. Ağaçların çoğu yarı gövdelerine kadar suya gömülmüştü.
Bir otomobilin rahatça üzerinden geçeceği genişlikteki
surların Dicle’ye bakan yüzünden kente doğru döndüğümüzde manzara daha da iç
karartıcıydı. Suriçi’de gürültücü kepçeler çalışıyordu. Yıkılan evlerin,
sokakların yerine hummalı bir şekilde, ikişer katlı, kare şeklinde binalar
yapılıyordu.
“Yeni Suriçi” diyorlardı hepsi birbirine benzeyen bu
yapılara. Suriçi’de yüzlerce yıllık dar sokaklar, baharat kokulu evlerin
pencerelerinden taşan çiçekler anılarda kalmıştı artık. Sur’da yaşayan
insanların, kedilerin, evlerin teraslarında beslenen güvercinlerin, güneş
gülüşlü çocukların sesleri tarih olmuştu. Bir savaş sonrası tarumarı, bir
bombardıman ertesi yıkımını yaşıyor gibiydi her taraf.
Paravanlarla gözlerden ırak tutmaya çalışılan bir kent ve
kültür talanı, bir insanlık suçu işleniyordu aslında. Birkaç yıl önce
kurşunlanan, roket atılan ardından da yakılan Kurşunlu Camii’nin çevresi
tamamen yıkılmıştı. Az ötede Surp Gragos Kilisesi de yapayalnız kalmıştı. Yıkım
Dört Ayaklı Minare’nin dibine kadar sokulmuş, manzara görülmesin diye üzeri
albenili reklam görselleri ile süslü tahta bir perdenin arkasına gizlenmişti.
Tahir Elçi’nin vurulduğu yerde, sütunun üzerindeki kurşun izleri hâlâ
duruyordu.
*
Bir gün sonra yapılan “Yerel seçimler ve ekoloji
çalıştayı”nda Dicle Barajı’nın kapaklarından birisinin kopması sonrası yaşanan
sel de gündemdeydi. Dicle ve Fırat üzerinde yapılan barajların yol açtığı
sorunlara değinildi. “Su bile savaş aracı olarak kullanılıyor” dedi birisi. Çok
şey konuşuldu; Hasankeyf’te 12 bin yıllık bir dünya kültür mirasının yok edilmesi,
göçler, kente yığılan köyler, asfalt ve beton kapitalizmi ve hepsinin üzerinde
yükselen “Ne yapılacaksa artık yapılmalı” eşiğindeki iklim krizi...
Kayyımın elinde esirdi Diyarbakır. Surların içinde yıkım,
dışında betona gömülen bir tarih vardı.
Dicle, özlemini giderdi iki gün boyunca. Kendinden alınanı
bağrına bastı, Hewsel’le kucaklaştı.
Tüm halklar gibi özgürlüğüne düşkündür sular da. Set çekildi
mi akışına, gem vuruldu mu sesine bir fırsatını arar ve bulur her zaman
kurtuluşu.
Yıkar bentlerini elbette yine, kentleri ve nehirleri kederli
ülke.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder