ANADOLU'NUN
'ALTIN'DAKİ TEHLİKE / KIŞLADAĞ'A AĞIT
Çokça
söylenen bir sözdür; “Sayısız uygarlığa beşiklik etmiş Anadolu…” Evet kültürel,
sosyal, tarihsel ve doğal olarak oldukça zengindir Anadolu. Zenginlik sadece
üstünde değil altındadır da aynı zamanda ve bu zenginlik halkın ve doğanın
başına türlü melanetler getirmektedir.
Evrensel
Gazetesi Muhabiri ve Çepeçevre Hayat Programı’nın yapımcısı Özer Akdemir’in
uzun yıllar boyu bıkmadan usanmadan takip ettiği çevre mücadelelerine ilişkin
yazdığı “Anadolu’nun ‘Altın’daki Tehlike-Kışladağ’a Ağıt” kitabı, Evrensel
Basım Yayın’dan çıktı. Hayat Dergi okurları için Özer Akdemir’le bir söyleşi
gerçekleştirdik.
Emine Uyar
Ülkemizde altın
madenciliği, Bergama ile birlikte gündeme geldi. Kitabında Bergama’da yaşananlara
da yer vermekle birlikte, asıl konu olarak Kışladağ’ı seçtin. Neydi sana
“Kışladağ’a Ağıt’ı” yazdıran?
Ülkemizdeki
altın madenciliği aslında ilk olarak Bergama’dan önce Havran Küçükdere’de
gündeme geldi. Bugün Kışladağ’da altın üreten, İzmir Efemçukuru’nda üretim için
gün sayan TÜPRAG şirketi, Bergama altın madeninden önce Küçükdere’de altın
madenciliğine soyunmuştu. Bu ilk girişim gerek Küçükderelilerin kararlı
mücadelesi, gerekse o dönem bazı milletvekilleri ve meslek örgütlerinin
çabaları ile çıkan Zeytincilik Kanunu nedeniyle Küçükdere’de geri tepti. Maden
izin alamadı. İşte Bergama süreci bu olaydan sonra gündeme geldi ama ülke
genelinde, hatta dünyada ses getiren bir mücadele olması bakımından Bergama,
Küçükdere’deki bu ilk direnişi birçok bakımdan geride bıraktı. Ancak şu
kadarını da söylemeliyim ki; Bergama mücadelesinin başlangıcında
Küçükderelilerin ve o direnişi örgütleyen kişilerin çabaları büyüktür. Hatta
biraz garip, biraz komik gelebilir ama Bergama’daki altın madenine karşı ilk
eylemleri Küçükdereliler yapmıştır. Bergama süreci bu bakımdan, başlangıcından
günümüze uzanan çizgisiyle çok ilginç ve binlerce ayrıntısı olan bir olay.
Sorunun
yanıtı biraz da yukarıdaki son cümlede gizli. 1986’larda başlayan Bergama
sürecinin bir gazeteci olarak izlemeye başlamam 2000’li yılların ortalarından
itibaren oldu. İzmir’e geldikten sonra Bergama köylülerinin mücadelesini,
eylemlerini Evrensel’e haber yapmak için o köylere gide gele Bergama sürecini
izlemeye başladım. Bugün Bergama köylülerinin direnişindeki evrelere bakacak
olursak 2000’lerde başlayan bu süreç mücadelenin gerileme dönemlerine denk
gelmekte. Bir gazeteci olarak başlangıcını, gelişimini ve doruğa ulaştığı
zamanları izleyemediğim Bergama sürecinin ancak son dönemine, duraklama ve
sönümlenme dönemine tanıklık ettim. Mücadelenin gerilemesi ve zamanla
sönümlenmesi kendiliğinden bir seyirde olmadı. Temeli MGK’larda atılan bir
Milli Güvenlik Stratejisi çerçevesinde geliştirilen Psikolojik Harp Harekâtı
ile Bergama köylü mücadelesi geriletildi. İşin içinde MGK Genel sekreterliği
vardı, asker vardı, siyasal iktidar vardı, medya ayağı vardı. “İstihbarat
tarihçisi” olmakla övünen ve muhtemelen bu hevesi nedeniyle hala “çözülemeyen”
bir “faili meçhul”e kurban giderek “ipi çekilen” bir akademisyen, bugün
Ergenekon’la adı anılan mafya babaları, tetikçileri vardı… Son derece ilginç,
kişileri, olayları, sonuçları ile bu dönemi anlamaya dönük yeni bir kitap
çalışmam tamamlanmış durumda. Basılabilirse, “Kuyudaki Taş” adını vermeyi
düşündüğüm bu kitabın, sadece Bergama’nın bu son dönemine değil, günümüzün en
önemli tartışma konularına, Ergenekon’a, Gülen Cemaatine ve AKP ile iyice
palazlanan “İslami sermayeye” de göndermelerde bulunan bir çalışma olduğunu
düşünüyorum.
Neden
Kışladağ sorusuna gelirsek; Bunun ilk gerekçesi olarak Bergama’nın aksine
Kışladağ altın madeni ve madene karşı verilen mücadelenin başlangıcından
günümüze içinde olma, izleme olanağı bulmam diyebiliriz. Kışladağ’a daha ilk
kazma vurulmadan, altın madeni henüz kâğıt üzerinde bir proje iken defalarca
yöreye ve köylerine gittim. Bir zamanlar genç fidanlarla, ormanlarla kaplı
Kışladağ’a ilk kepçe darbesinin vurulduğu gün de oradaydım. Bugün, bitki örtüsü
sıyrılmış, üzerine siyanür püskürtülen tepelerle kaplanmış, bağrında yüzlerce
metrelik devasa bir çukurun her gün büyüdüğü Kışladağ’ı da görme, kaydetme
hüznünü yaşayan bir gazeteci olarak, Anadolu’nun ‘altın’daki tehlikeyi
anlatmaya ilk olarak Kışladağ’dan başlamanın doğru olacağını düşündüm. Bugün
ülkemizin onlarca yerinde yapılmak istenen altın madenciliğine karşı direniş
türküleri söyleyebilmenin yolunun Kışladağ’ın Ağıt’ını bilmekten geçtiğini
düşünüyorum.
Kitabın Kışladağ
Altın Madenine ilişkin kapsamlı ve ayrıntılı bir çalışma olarak duruyor.
Bölgeye kaç kez gittin hatırlıyor musun? Kitap ne kadarlık bir süreyi
kapsıyor?
Bölgeye
kaç kere gittiğimi inan saymaya kalkışsam başaramam. Çok gittik ama. Özellikle
EGEÇEP, Elele Hareketi ve İnay Vicdan Hareketi üyeleri ile onlarca kez İzmir’e
hiç de yakın olmayan (yaklaşık 4 saat) Kışladağ’a ve köylerine gitmişizdir.
Kiminde bir halk toplantısı için, kiminde bir eylem, kiminde bir köylünün
düğünü için. Bin yılın son günü (30 Aralık 1999) Eşme’de, altıncı şirketin
müdürünün yöre köylerinin muhtarlarıyla yaptığı toplantı ile başlayan Kışladağ
sürecinde 2010’un sonbahar aylarındaki gelişmelere kadar yaşananlar anlatılıyor
kitapta. Yaklaşık 10-11 yıllık bir süreç yani.
Ülkenin en ücra
köşelerinde, köylerinde kasabalarında, dağlarında altın madenlerine karşı süren
köylü hareketi, senin ve senin gibi bir kaç gazetecinin haberleri ile kamuoyuna
duyuruldu. Bu mücadelelerin basında yaygın olarak yer almamasının nedenleri
neler? Bir de Kışladağ’ın son durumu nasıl?
Bunun
nedeninin işçi-emekçilerin yaşam mücadelelerinin, emek ve özgürlük
mücadelelerinin basında kendisine yer bulamaması ile aynı nedene dayandığını
düşünüyorum. Hani bir reklam vardı, “tamamen duygusal” derken parmakları ile
para işareti yapılıyordu. Burada da olayın tam adını koyarsak “tamamen
sınıfsal”…
Altın
madenciliği olsun, termik santraller, HES’ler, nükleer, balık çiftlikleri….
Onlarca çevresel sorunun temelinde kapitalist yağma ve talan hırsının yattığı
tüm açıklığı ile ortada. “Gölgesini satamadığı ağacı kesen Kapitalizm”, kendi
bindiği dalı kesmekte de hiç bir sakınca görmüyor. Küresel ısınma, ozon
tabakasındaki delik, artan doğal felaketler, onlarca hayvan ve bitkinin
neslinin her geçen gün tükenmesi… İşte Kapitalizm’in bu sınır tanımaz kâr
güdüsü nedeniyle. Gelecekte yaşanabilecek bir dünyanın ancak Kapitalizm’in bir
sistem olarak ortadan kalktığı bir dünya olabileceğini düşünüyorum.
Kapitalizmin “kendini ıslah” edebileceğini, “sürdürülebilir” bir hal
alabileceğini olasılık dışı buluyorum. Kapitalizm yaşamın düşmanıdır,
sürdürülemez. Sermaye sistemi, kendine karşı yönelen tehditlerin, en azından
kendisinin başında bulunduğu yaygın medya eliyle halka duyurulmasına izin
vermez. Özünde sınıf mücadelesinin bir parçası olan, Kapitalizme karşı gelişen
bu çevreci halk hareketlerinin basında kendisine çok fazla yer bulamamasının
nedeni işte bu “tamamen sınıfsal” olgu yüzünden…
Altını saf bir
element olmasıyla bilirdik, ayrıştırıcı(!) bir element olduğunu da senin
kitabından öğrendik. Gerçek sendikacılarla, turuncu sendikacıları(!), gerçek
çevrecilerle sahtelerini, bilim adamlarının ne kadar bilim adamı olduğunu ve
halkçı sunucuların(!) ne kadar halkçı olduğunu… Sen neler söylersin bu konuda?
Aslında bu tür olaylar, ilişkiler
yaşamımızın hemen her döneminde bir şekilde karşımızda dururlar. İlk
bakıldığında görülmeyen, anlaşılamayan hatta farklı anlaşılabilen olay ve
olguların gerçeklikle ilişkisini anlayabilmek için bazı etkenlerin oluşması
lazım. Ülkemizdeki altın madenciliği de toplumsal yaşamda bu farklı
görüntülerin gerçeğini gösteren işlev gördü diyebiliriz.
Belirttiğiniz
gibi, emek-sermaye çelişkisinde emeği temsil etmesi gereken emek örgütlerinin
nasıl uluslar arası sermayeden yana çıktıklarını gördük bu süreçte.
Çevreciliği, “kendi ve çevresi” olarak algılayan, bu mücadeleyi bir anlamda
ranta dönüştürmek isteyen kişi ve kurumlarla tanıştık. Yine, beyninin ışığını
sermayenin hizmetine sunan sözde bilim insanlarını, onların utanıp sıkılmadan
yazdıkları, baştan sona sahtelik, kandırma ve göz boyamayı hedefleyen “bilimsel
raporlarını” okuduk. Bir dönem “Anadolu’nun yol hikâyelerini anlatmakla”
övünen, Nazım’ın şiirlerini dilinden düşürmeyen, “parayı bulduğunda” ise
“profesyonel sunucu” olarak kendi yolunun türküsünü söyleyen “sahte solcuları,
yeni AKP yalakalarını da tanıdık altın mücadelesi içinde.
Daha
da benzer onlarcasını göreceğiz, inanın. Ama belki de bundan sonra
göreceklerimizden çok azı, bir İl Sağlık Müdürü’nün siyanür zehirlenmesi
iddialarına karşı “kanlarda arsenik çıkmamıştır” yönlü ‘komik’ olmaktan öte
açıklamalar yapması kadar derin anlamlarla yüklü olacaktır. Ya da, bir ABD
Elçisinin “bizim altın madeni için gerekli ruhsatları verin” yönlü “emrine”
başüstüne diyecek kadar milliyetçi, ulusal bağımsızlıkçı Bakanlarla
tanışabilmenin gururunu da altın madenciliği sayesinde yaşadık! İşin bu
yönünden bakınca, bu bile az şeyler değil gibime geliyor!...
Şu an ülkemizdeki
altın madenlerinin durumları hakkında bilgi verir misin kısaca?
Şu
anda ülkenin dört bir yanı kelimenin tam anlamıyla söylüyorum bir “Altın’a
hücum”u yaşıyor. Kovboy filmlerinde bir dönemin “Vahşi Batısında” izlediğimiz
altına hücum filmlerinin gerçekleri günümüzde Anadolu topraklarında çekiliyor.
Vahşi batıdakiler kendi ülkelerini siyanürlü atıklarla kirletmek yerine,
‘şeriflerini kafaladıkları’ ülkelere gidip, oranın altınlarını araklamayı, tüm
kirliliklerini de orada bırakıp kaçmayı daha akılcı buluyorlar.
Kıbrıs
Lefke’de olan işte tam böyle bir şey. Amerikan CMC şirketi bakır ve altın
madenlerini aldığı adayı, Türkiye’nin Kıbrıs harekâtını bahane edip apar topar
kaçtıklarında arkalarında dünyanın en büyük çevre felaketini bıraktıklarını
biliyorlardı elbette. Şimdi ara ki bulasın bu şirketi…
Orta
sınıf Kanadalı’ların Toronto borsasına yatırdıkları paraları sermaye yapıp
ülkemize giren TÜPRAG Şirketi Kışladağ’ın yanı sıra, ülkenin üçüncü büyük ili
İzmir’in içme suyu havzasında altın madeni işletmek için gün sayıyor. Koca
kentin içme suyu kirlenecekmiş, kimin umurunda…
Erzincan
İliç’te Fırat nehrine 200
metre uzaklıkta dev bir siyanürlü altın madeni, sessiz
sedasız çalışıyor. Buradan hiçbir ses çıkmıyor. Ne bir dava açıldı, ne bir
karşı çıkan aykırı ses duyuldu. Bir ara Erzincan Savcısı’nın talimatı ile
madenden gelen “kötü kokularla” ilgili soruşturma açılması ile basının
gündemine gelir gibi oldu, savcının (İlhan Cihaner) başına gelmeyen kalmadı.
Dünyanın en büyük maden tekellerinden Rio Tinto’nun bu madenin üretime
geçmesinden kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan’ın hısımlarından Çalık’lara
madenin %20’sini adeta “buyur” etmesi ve bunu da “Türkiye’de ilerideki yapacağımız
yatırımlar için stratejik bir ortaklık” olarak açıklaması bu “kötü kokuların”
yoğunlaşmasına neden olsa da, işler tıkır tıkır yürüyor.
Kazdağları’nda,
Niğde Ulubey’de, Gümüşhane’de, Eskişehir Kaymaz’da, daha onlarca yerde altına
hücum sürüyor.
Şimdiye kadar
hayatlarında geçim mücadelesinden başka mücadele bilmeyen köylüler,
topraklarını, sularını korumak için çeşitli yollarla seslerini duyurmaya
çalışıyor. Çevre mücadelesinin geçmişi ve bugününe dair neler söylersin?
Evet, bir zamanlar genelde orta sınıf
aydınları tarafından yapılan, “ülkenin onca sorunu varken çiçek-böcekle
uğraşıyorlar” diye küçümsenen çevre mücadeleleri artık tabanını halka indirdi.
Çünkü sorunlar öylesine bir hal aldı ki, neredeyse “bana değmeyen yılan bin
yaşasın” özdeyişi tarih oldu. Çevresel sorunları bir yılan olarak
tanımlarsak eğer, yılanın değmediği hemen hemen kimse kalmadı. Öyle ki bu
yılan sınıf, cinsiyet, yaş, ırk ayrımı da gözetmeden herkesin kentine,
mahallesine, köyüne, deresine, havasına, suyuna, evinin içine kadar sokuldu.
Bugün büyükşehirlerde hava kirliliğinden etkilenmemek olası mı? Ya da içme
sularındaki arsenikten kaçmak, baz istasyonlarının yaydığı radyasyondan
korunmak, termik santrallerin, GDO’lu besinlerin, kirletici sanayilerin
etkisinden uzaklaşmak…
Sorunlar
bu kadar genişleyince ve halk yaşam alanlarına yönelen temelinde Kapitalist
sömürünün olduğu çevresel sorunlara karşı işin başa düştüğünü ister istemez bir
anlamda fark ediyorlar. Bu noktada hukukun da kendilerini çok fazla
koruyamadığını, sermaye düzeninde hukukun da sermayenin ihtiyaçları temelinde
şekillendiğini ve gerektiğinde bir gecede değiştiğini, “hukuk devleti” denilen
sistemde her şeyin üstünde denen mahkeme kararlarının askıya alındığını yaşayıp
gördü. İşte Bergama köylülerinin, Eşmelilerin, Ulukışlalıların, Yuvarlakçay
Köylülerinin ve dereleri için mücadele eden Karadenizlilerin hukuk alanını da
boş bırakmadan, yollara dökülmesi, aylarca çadırlarda dereleri beklemesi,
köylerde gece nöbetlerine başlaması çevreci halk direnişlerinin yeni bir
aşamaya geldiğinin göstergeleri. Bu direnişler, özü itibariyle iş, ekmek ve
özgürlük mücadelelerinin birer parçasıdır ki sınıf hareketinin önündeki en
önemli engellerden birisi olan birleşik mücadele sorunu çevre direnişlerinin de
en yakıcı sorunu durumunda.
Kitabında bütün
ayrıntılarıyla ele aldığın gibi altın madeni şirketleri uluslar arası güçlü
tekeller ve Hükümetler tarafından da korunup kollanıyorlar. Önlerine çıkan
engeller gerektiğinde yasa çıkartılıp ortadan kaldırılıyor. Bu şirketlere karşı
mücadelenin başarılı olabilmesi sence nasıl mümkün olabilir ve bir örnek var
mı?
Genelde
‘taktiksel bir gereksinim’ olarak kendilerine taşeron bir yerli ortak bulan bu
çok uluslu maden tekellerinin, gelmiş geçmiş hükümetler tarafından korunup
kollandığı su götürmez bir gerçeklik. Hükümetler bu şirketlerin önündeki bütün
engelleri temizlemekte günümüze kadar adeta birbiriyle yarış ettiler.
Şirketlere vergi indirimleri, teşvikler, devlet payının düşürülmesi, işçilerin
sigorta primleri konusunu üstlenme gibi onlarca kalemde getirilen kolaylıklar,
yatırımların önünde engel olarak görülen yasa ve yönetmeliklerin ihtiyaç
duyuldukça değiştirilmesi noktasına kadar geldi. Yaşam alanlarını korumak için
mücadeleye başlayan halk, siyasal erkin emrindeki güvenlik güçleri tarafından
dövüldü, yasal soruşturmalara maruz kaldı, hapse atıldılar. Bir zamanlar
ülkenin en önemli yönetim aygıtı olan MGK tarafından bu direnişlerin başını
çekenler “dış güçlerin ajanı” olarak damgalanmak istendi.
Tüm
bu karşı propaganda ve baskılara rağmen Artvin’liler altıncıları topraklarından
kovdular. Niğde Ulukışlalılar hala karalı bir şekilde direniyorlar. Yine Manisa
Turgutlu halkı İngiliz Nikel şirketini şu an için püskürttü. Yuvarlakçaylılar
derelerinde HES yapmak isteyen Afken Holdingi aylarca çadırlarda direnerek
topraklarından attılar. Karadeniz de Fındıklılılar Arılı ve Çağlayan Derelerine
hala kazma vurdurmadı…
Bu
örnekleri çoğaltmak mümkün. Karşıdaki güç ne kadar büyük olursa olsun halkın
kararlı direnişi karşısında yenilmeye mahkum olduklarını çok iyi biliyorlar. O
nedenle girmekte zorlandıkları yerlere başka yöntemlerle, iftiralarla, halk
arasında bölünme yaratarak, ya da bir süre bekleyip uygun anı kollayarak
girmeyi planlıyorlar. Örneğin, bundan 25 yıl önce büyük bir direnişle
püskürtülen Aliağa’daki termik santralciler, aradan 25 yıl geçtikten sonra
koşulların uygun olduğuna karar verip yeniden harekete geçtiler. 40 yıldır
varlığı bilinen İzmir Karşıyaka Arapdağı’ndaki altın madenini çalıştırmak için
geçtiğimiz aylarda çalışmaların başlaması tesadüf olması gerek…
Mücadelenin
gelişim seyri şunu gösteriyor; bu saldırıları durdurmanın tek yolu halkın
örgütlü, kararlı mücadelesi. Kendi yerellerinde sıkışıp kaldığı için yalnızlığı
içerisinde sönümlendirilmek istenen direnişlerin birleştirilmesinin,
Anadolu’nun gözden ırak kırlarında tek tek yanan ateşlerin büyütülmesinin, tüm
ülkeyi, hatta dünyayı tehdit eden Kapitalist barbarlığa karşı mücadelede önemli
bir ivme yaratacağını düşünüyorum.
Bundan sonraki
projelerinden bahseder misin? Çepeçevre Hayat’ın yeni bölümlerinde izleyicileri
neler bekliyor mesela?
Anadolu’nun
‘altın’daki tehlike sadece Kışladağ’la sınırlı değil. Ülkenin onlarca yerinde
altına hücum yaşanırken, buna karşı verilen önemli bir halk mücadelesi de var. Sadece
madenler değil, dereler, ormanlar, havanın, kültürel varlıkların korunması
mücadelesi de her geçen gün büyüyerek sürüyor. Her şey zıttıyla var ve saldırı
büyüdükçe, direniş de büyüyor…
Gerek
gazeteci kimliği ile gerekse Hayat Televizyonu Çepeçevre Program yapımcısı
olarak bu direnişleri olanağımız ölçüsünde izlemeye, uzaktan değil,
direnişlerin içerisinden mücadeleyi yansıtmaya çalışan bir anlayışla hareket
ediyoruz. Bunu yaparken, yine olanak buldukça ülke dışındaki gelişmeleri de
izleyicilerimize yansıtmaya çalışıyoruz. Kıbrıs Lefke’daki terk edilmiş maden
alanı, Bulgaristan’daki altın madeni karşıtı mücadele, Gürcistan Batum’un
kumsalları, tarihsel dokusu ve birkaç kilometre ötedeki Karadeniz Otoyolu
katliamını da bu çerçevede ekranlara taşıma olanağı bulduk.
Son
olarak 1 aylık bir Küba gezisini yeni bitirdik. Küba’nın bir ucundan, diğerine
görme olanağı bulduk. Havana’yı neredeyse sokak sokak dolaştık. İşin garip yanı
Küba’da da bir altın madeni çıktı karşımıza. Hem de dünya kültür mirası olarak korunan
Nacional Park’ın bir iki kilometre uzağında Kanadalılara ait bir maden.
Önümüzdeki günlerde, bir iki bölüm halinde bu Küba izlenimlerimizi taşıyacağız
Çepeçevre Yaşam’a…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder