16 Şubat 2013 Cumartesi

Söyleşi: Hayat Dergi Haziran 2011 (Arşiv)


ANADOLU'NUN 'ALTIN'DAKİ TEHLİKE / KIŞLADAĞ'A AĞIT

Çokça söylenen bir sözdür; “Sayısız uygarlığa beşiklik etmiş Anadolu…” Evet kültürel, sosyal, tarihsel ve doğal olarak oldukça zengindir Anadolu. Zenginlik sadece üstünde değil altındadır da aynı zamanda ve bu zenginlik halkın ve doğanın başına türlü melanetler getirmektedir.
Evrensel Gazetesi Muhabiri ve Çepeçevre Hayat Programı’nın yapımcısı Özer Akdemir’in uzun yıllar boyu bıkmadan usanmadan takip ettiği çevre mücadelelerine ilişkin yazdığı “Anadolu’nun ‘Altın’daki Tehlike-Kışladağ’a Ağıt” kitabı, Evrensel Basım Yayın’dan çıktı. Hayat Dergi okurları için Özer Akdemir’le bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Emine Uyar

Ülkemizde altın madenciliği, Bergama ile birlikte gündeme geldi. Kitabında Bergama’da yaşananlara da yer vermekle birlikte, asıl konu olarak Kışladağ’ı seçtin. Neydi sana “Kışladağ’a Ağıt’ı” yazdıran?

Ülkemizdeki altın madenciliği aslında ilk olarak Bergama’dan önce Havran Küçükdere’de gündeme geldi. Bugün Kışladağ’da altın üreten, İzmir Efemçukuru’nda üretim için gün sayan TÜPRAG şirketi, Bergama altın madeninden önce Küçükdere’de altın madenciliğine soyunmuştu. Bu ilk girişim gerek Küçükderelilerin kararlı mücadelesi, gerekse o dönem bazı milletvekilleri ve meslek örgütlerinin çabaları ile çıkan Zeytincilik Kanunu nedeniyle Küçükdere’de geri tepti. Maden izin alamadı. İşte Bergama süreci bu olaydan sonra gündeme geldi ama ülke genelinde, hatta dünyada ses getiren bir mücadele olması bakımından Bergama, Küçükdere’deki bu ilk direnişi birçok bakımdan geride bıraktı. Ancak şu kadarını da söylemeliyim ki; Bergama mücadelesinin başlangıcında Küçükderelilerin ve o direnişi örgütleyen kişilerin çabaları büyüktür. Hatta biraz garip, biraz komik gelebilir ama Bergama’daki altın madenine karşı ilk eylemleri Küçükdereliler yapmıştır. Bergama süreci bu bakımdan, başlangıcından günümüze uzanan çizgisiyle çok ilginç ve binlerce ayrıntısı olan bir olay.
Sorunun yanıtı biraz da yukarıdaki son cümlede gizli. 1986’larda başlayan Bergama sürecinin bir gazeteci olarak izlemeye başlamam 2000’li yılların ortalarından itibaren oldu. İzmir’e geldikten sonra Bergama köylülerinin mücadelesini, eylemlerini Evrensel’e haber yapmak için o köylere gide gele Bergama sürecini izlemeye başladım. Bugün Bergama köylülerinin direnişindeki evrelere bakacak olursak 2000’lerde başlayan bu süreç mücadelenin gerileme dönemlerine denk gelmekte. Bir gazeteci olarak başlangıcını, gelişimini ve doruğa ulaştığı zamanları izleyemediğim Bergama sürecinin ancak son dönemine, duraklama ve sönümlenme dönemine tanıklık ettim. Mücadelenin gerilemesi ve zamanla sönümlenmesi kendiliğinden bir seyirde olmadı. Temeli MGK’larda atılan bir Milli Güvenlik Stratejisi çerçevesinde geliştirilen Psikolojik Harp Harekâtı ile Bergama köylü mücadelesi geriletildi. İşin içinde MGK Genel sekreterliği vardı, asker vardı, siyasal iktidar vardı, medya ayağı vardı. “İstihbarat tarihçisi” olmakla övünen ve muhtemelen bu hevesi nedeniyle hala “çözülemeyen” bir “faili meçhul”e kurban giderek “ipi çekilen” bir akademisyen, bugün Ergenekon’la adı anılan mafya babaları, tetikçileri vardı… Son derece ilginç, kişileri, olayları, sonuçları ile bu dönemi anlamaya dönük yeni bir kitap çalışmam tamamlanmış durumda. Basılabilirse, “Kuyudaki Taş” adını vermeyi düşündüğüm bu kitabın, sadece Bergama’nın bu son dönemine değil, günümüzün en önemli tartışma konularına, Ergenekon’a, Gülen Cemaatine ve AKP ile iyice palazlanan “İslami sermayeye” de göndermelerde bulunan bir çalışma olduğunu düşünüyorum.
Neden Kışladağ sorusuna gelirsek; Bunun ilk gerekçesi olarak Bergama’nın aksine Kışladağ altın madeni ve madene karşı verilen mücadelenin başlangıcından günümüze içinde olma, izleme olanağı bulmam diyebiliriz. Kışladağ’a daha ilk kazma vurulmadan, altın madeni henüz kâğıt üzerinde bir proje iken defalarca yöreye ve köylerine gittim. Bir zamanlar genç fidanlarla, ormanlarla kaplı Kışladağ’a ilk kepçe darbesinin vurulduğu gün de oradaydım. Bugün, bitki örtüsü sıyrılmış, üzerine siyanür püskürtülen tepelerle kaplanmış, bağrında yüzlerce metrelik devasa bir çukurun her gün büyüdüğü Kışladağ’ı da görme, kaydetme hüznünü yaşayan bir gazeteci olarak, Anadolu’nun ‘altın’daki tehlikeyi anlatmaya ilk olarak Kışladağ’dan başlamanın doğru olacağını düşündüm. Bugün ülkemizin onlarca yerinde yapılmak istenen altın madenciliğine karşı direniş türküleri söyleyebilmenin yolunun Kışladağ’ın Ağıt’ını bilmekten geçtiğini düşünüyorum. 

Kitabın Kışladağ Altın Madenine ilişkin kapsamlı ve ayrıntılı bir çalışma olarak duruyor. Bölgeye kaç kez gittin hatırlıyor musun? Kitap ne kadarlık bir süreyi kapsıyor?  

Bölgeye kaç kere gittiğimi inan saymaya kalkışsam başaramam. Çok gittik ama. Özellikle EGEÇEP, Elele Hareketi ve İnay Vicdan Hareketi üyeleri ile onlarca kez İzmir’e hiç de yakın olmayan (yaklaşık 4 saat) Kışladağ’a ve köylerine gitmişizdir. Kiminde bir halk toplantısı için, kiminde bir eylem, kiminde bir köylünün düğünü için. Bin yılın son günü (30 Aralık 1999) Eşme’de, altıncı şirketin müdürünün yöre köylerinin muhtarlarıyla yaptığı toplantı ile başlayan Kışladağ sürecinde 2010’un sonbahar aylarındaki gelişmelere kadar yaşananlar anlatılıyor kitapta. Yaklaşık 10-11 yıllık bir süreç yani. 

Ülkenin en ücra köşelerinde, köylerinde kasabalarında, dağlarında altın madenlerine karşı süren köylü hareketi, senin ve senin gibi bir kaç gazetecinin haberleri ile kamuoyuna duyuruldu. Bu mücadelelerin basında yaygın olarak yer almamasının nedenleri neler? Bir de Kışladağ’ın son durumu nasıl?

Bunun nedeninin işçi-emekçilerin yaşam mücadelelerinin, emek ve özgürlük mücadelelerinin basında kendisine yer bulamaması ile aynı nedene dayandığını düşünüyorum. Hani bir reklam vardı, “tamamen duygusal” derken parmakları ile para işareti yapılıyordu. Burada da olayın tam adını koyarsak “tamamen sınıfsal”…
Altın madenciliği olsun, termik santraller, HES’ler, nükleer, balık çiftlikleri…. Onlarca çevresel sorunun temelinde kapitalist yağma ve talan hırsının yattığı tüm açıklığı ile ortada. “Gölgesini satamadığı ağacı kesen Kapitalizm”, kendi bindiği dalı kesmekte de hiç bir sakınca görmüyor. Küresel ısınma, ozon tabakasındaki delik, artan doğal felaketler, onlarca hayvan ve bitkinin neslinin her geçen gün tükenmesi… İşte Kapitalizm’in bu sınır tanımaz kâr güdüsü nedeniyle. Gelecekte yaşanabilecek bir dünyanın ancak Kapitalizm’in bir sistem olarak ortadan kalktığı bir dünya olabileceğini düşünüyorum. Kapitalizmin “kendini ıslah” edebileceğini, “sürdürülebilir” bir hal alabileceğini olasılık dışı buluyorum. Kapitalizm yaşamın düşmanıdır, sürdürülemez. Sermaye sistemi, kendine karşı yönelen tehditlerin, en azından kendisinin başında bulunduğu yaygın medya eliyle halka duyurulmasına izin vermez. Özünde sınıf mücadelesinin bir parçası olan, Kapitalizme karşı gelişen bu çevreci halk hareketlerinin basında kendisine çok fazla yer bulamamasının nedeni işte bu “tamamen sınıfsal” olgu yüzünden…
  
Altını saf bir element olmasıyla bilirdik, ayrıştırıcı(!) bir element olduğunu da senin kitabından öğrendik. Gerçek sendikacılarla, turuncu sendikacıları(!), gerçek çevrecilerle sahtelerini, bilim adamlarının ne kadar bilim adamı olduğunu ve halkçı sunucuların(!) ne kadar halkçı olduğunu… Sen neler söylersin bu konuda?

            Aslında bu tür olaylar, ilişkiler yaşamımızın hemen her döneminde bir şekilde karşımızda dururlar.  İlk bakıldığında görülmeyen, anlaşılamayan hatta farklı anlaşılabilen olay ve olguların gerçeklikle ilişkisini anlayabilmek için bazı etkenlerin oluşması lazım. Ülkemizdeki altın madenciliği de toplumsal yaşamda bu farklı görüntülerin gerçeğini gösteren işlev gördü diyebiliriz.
Belirttiğiniz gibi, emek-sermaye çelişkisinde emeği temsil etmesi gereken emek örgütlerinin nasıl uluslar arası sermayeden yana çıktıklarını gördük bu süreçte. Çevreciliği, “kendi ve çevresi” olarak algılayan, bu mücadeleyi bir anlamda ranta dönüştürmek isteyen kişi ve kurumlarla tanıştık. Yine, beyninin ışığını sermayenin hizmetine sunan sözde bilim insanlarını, onların utanıp sıkılmadan yazdıkları, baştan sona sahtelik, kandırma ve göz boyamayı hedefleyen “bilimsel raporlarını” okuduk. Bir dönem “Anadolu’nun yol hikâyelerini anlatmakla” övünen, Nazım’ın şiirlerini dilinden düşürmeyen, “parayı bulduğunda” ise “profesyonel sunucu” olarak kendi yolunun türküsünü söyleyen “sahte solcuları, yeni AKP yalakalarını da tanıdık altın mücadelesi içinde.
Daha da benzer onlarcasını göreceğiz, inanın. Ama belki de bundan sonra göreceklerimizden çok azı, bir İl Sağlık Müdürü’nün siyanür zehirlenmesi iddialarına karşı “kanlarda arsenik çıkmamıştır” yönlü ‘komik’ olmaktan öte açıklamalar yapması kadar derin anlamlarla yüklü olacaktır. Ya da, bir ABD Elçisinin “bizim altın madeni için gerekli ruhsatları verin” yönlü “emrine” başüstüne diyecek kadar milliyetçi, ulusal bağımsızlıkçı Bakanlarla tanışabilmenin gururunu da altın madenciliği sayesinde yaşadık! İşin bu yönünden bakınca, bu bile az şeyler değil gibime geliyor!...

Şu an ülkemizdeki altın madenlerinin durumları hakkında bilgi verir misin kısaca?

Şu anda ülkenin dört bir yanı kelimenin tam anlamıyla söylüyorum bir “Altın’a hücum”u yaşıyor. Kovboy filmlerinde bir dönemin “Vahşi Batısında” izlediğimiz altına hücum filmlerinin gerçekleri günümüzde Anadolu topraklarında çekiliyor. Vahşi batıdakiler kendi ülkelerini siyanürlü atıklarla kirletmek yerine, ‘şeriflerini kafaladıkları’ ülkelere gidip, oranın altınlarını araklamayı, tüm kirliliklerini de orada bırakıp kaçmayı daha akılcı buluyorlar.
Kıbrıs Lefke’de olan işte tam böyle bir şey. Amerikan CMC şirketi bakır ve altın madenlerini aldığı adayı, Türkiye’nin Kıbrıs harekâtını bahane edip apar topar kaçtıklarında arkalarında dünyanın en büyük çevre felaketini bıraktıklarını biliyorlardı elbette. Şimdi ara ki bulasın bu şirketi…
Orta sınıf Kanadalı’ların Toronto borsasına yatırdıkları paraları sermaye yapıp ülkemize giren TÜPRAG Şirketi Kışladağ’ın yanı sıra, ülkenin üçüncü büyük ili İzmir’in içme suyu havzasında altın madeni işletmek için gün sayıyor. Koca kentin içme suyu kirlenecekmiş, kimin umurunda…
Erzincan İliç’te Fırat nehrine 200 metre uzaklıkta dev bir siyanürlü altın madeni, sessiz sedasız çalışıyor. Buradan hiçbir ses çıkmıyor. Ne bir dava açıldı, ne bir karşı çıkan aykırı ses duyuldu. Bir ara Erzincan Savcısı’nın talimatı ile madenden gelen “kötü kokularla” ilgili soruşturma açılması ile basının gündemine gelir gibi oldu, savcının (İlhan Cihaner) başına gelmeyen kalmadı. Dünyanın en büyük maden tekellerinden Rio Tinto’nun bu madenin üretime geçmesinden kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan’ın hısımlarından Çalık’lara madenin %20’sini adeta “buyur” etmesi ve bunu da “Türkiye’de ilerideki yapacağımız yatırımlar için stratejik bir ortaklık” olarak açıklaması bu “kötü kokuların” yoğunlaşmasına neden olsa da,  işler tıkır tıkır yürüyor.
Kazdağları’nda, Niğde Ulubey’de, Gümüşhane’de, Eskişehir Kaymaz’da, daha onlarca yerde altına hücum sürüyor. 
           
Şimdiye kadar hayatlarında geçim mücadelesinden başka mücadele bilmeyen köylüler, topraklarını, sularını korumak için çeşitli yollarla seslerini duyurmaya çalışıyor. Çevre mücadelesinin geçmişi ve bugününe dair neler söylersin?

            Evet, bir zamanlar genelde orta sınıf aydınları tarafından yapılan, “ülkenin onca sorunu varken çiçek-böcekle uğraşıyorlar” diye küçümsenen çevre mücadeleleri artık tabanını halka indirdi. Çünkü sorunlar öylesine bir hal aldı ki, neredeyse “bana değmeyen yılan bin yaşasın” özdeyişi tarih oldu.  Çevresel sorunları bir yılan olarak tanımlarsak eğer, yılanın değmediği hemen hemen kimse kalmadı.  Öyle ki bu yılan sınıf, cinsiyet, yaş, ırk ayrımı da gözetmeden herkesin kentine, mahallesine, köyüne, deresine, havasına, suyuna, evinin içine kadar sokuldu. Bugün büyükşehirlerde hava kirliliğinden etkilenmemek olası mı? Ya da içme sularındaki arsenikten kaçmak, baz istasyonlarının yaydığı radyasyondan korunmak, termik santrallerin, GDO’lu besinlerin, kirletici sanayilerin etkisinden uzaklaşmak…
Sorunlar bu kadar genişleyince ve halk yaşam alanlarına yönelen temelinde Kapitalist sömürünün olduğu çevresel sorunlara karşı işin başa düştüğünü ister istemez bir anlamda fark ediyorlar. Bu noktada hukukun da kendilerini çok fazla koruyamadığını, sermaye düzeninde hukukun da sermayenin ihtiyaçları temelinde şekillendiğini ve gerektiğinde bir gecede değiştiğini, “hukuk devleti” denilen sistemde her şeyin üstünde denen mahkeme kararlarının askıya alındığını yaşayıp gördü. İşte Bergama köylülerinin, Eşmelilerin, Ulukışlalıların, Yuvarlakçay Köylülerinin ve dereleri için mücadele eden Karadenizlilerin hukuk alanını da boş bırakmadan, yollara dökülmesi, aylarca çadırlarda dereleri beklemesi, köylerde gece nöbetlerine başlaması çevreci halk direnişlerinin yeni bir aşamaya geldiğinin göstergeleri. Bu direnişler, özü itibariyle iş, ekmek ve özgürlük mücadelelerinin birer parçasıdır ki sınıf hareketinin önündeki en önemli engellerden birisi olan birleşik mücadele sorunu çevre direnişlerinin de en yakıcı sorunu durumunda.    

Kitabında bütün ayrıntılarıyla ele aldığın gibi altın madeni şirketleri uluslar arası güçlü tekeller ve Hükümetler tarafından da korunup kollanıyorlar. Önlerine çıkan engeller gerektiğinde yasa çıkartılıp ortadan kaldırılıyor. Bu şirketlere karşı mücadelenin başarılı olabilmesi sence nasıl mümkün olabilir ve bir örnek var mı?

Genelde ‘taktiksel bir gereksinim’ olarak kendilerine taşeron bir yerli ortak bulan bu çok uluslu maden tekellerinin, gelmiş geçmiş hükümetler tarafından korunup kollandığı su götürmez bir gerçeklik. Hükümetler bu şirketlerin önündeki bütün engelleri temizlemekte günümüze kadar adeta birbiriyle yarış ettiler. Şirketlere vergi indirimleri, teşvikler, devlet payının düşürülmesi, işçilerin sigorta primleri konusunu üstlenme gibi onlarca kalemde getirilen kolaylıklar, yatırımların önünde engel olarak görülen yasa ve yönetmeliklerin ihtiyaç duyuldukça değiştirilmesi noktasına kadar geldi. Yaşam alanlarını korumak için mücadeleye başlayan halk, siyasal erkin emrindeki güvenlik güçleri tarafından dövüldü, yasal soruşturmalara maruz kaldı, hapse atıldılar. Bir zamanlar ülkenin en önemli yönetim aygıtı olan MGK tarafından bu direnişlerin başını çekenler “dış güçlerin ajanı” olarak damgalanmak istendi.
Tüm bu karşı propaganda ve baskılara rağmen Artvin’liler altıncıları topraklarından kovdular. Niğde Ulukışlalılar hala karalı bir şekilde direniyorlar. Yine Manisa Turgutlu halkı İngiliz Nikel şirketini şu an için püskürttü. Yuvarlakçaylılar derelerinde HES yapmak isteyen Afken Holdingi aylarca çadırlarda direnerek topraklarından attılar. Karadeniz de Fındıklılılar Arılı ve Çağlayan Derelerine hala kazma vurdurmadı…
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Karşıdaki güç ne kadar büyük olursa olsun halkın kararlı direnişi karşısında yenilmeye mahkum olduklarını çok iyi biliyorlar. O nedenle girmekte zorlandıkları yerlere başka yöntemlerle, iftiralarla, halk arasında bölünme yaratarak, ya da bir süre bekleyip uygun anı kollayarak girmeyi planlıyorlar. Örneğin, bundan 25 yıl önce büyük bir direnişle püskürtülen Aliağa’daki termik santralciler, aradan 25 yıl geçtikten sonra koşulların uygun olduğuna karar verip yeniden harekete geçtiler. 40 yıldır varlığı bilinen İzmir Karşıyaka Arapdağı’ndaki altın madenini çalıştırmak için geçtiğimiz aylarda çalışmaların başlaması tesadüf olması gerek…
Mücadelenin gelişim seyri şunu gösteriyor; bu saldırıları durdurmanın tek yolu halkın örgütlü, kararlı mücadelesi. Kendi yerellerinde sıkışıp kaldığı için yalnızlığı içerisinde sönümlendirilmek istenen direnişlerin birleştirilmesinin, Anadolu’nun gözden ırak kırlarında tek tek yanan ateşlerin büyütülmesinin, tüm ülkeyi, hatta dünyayı tehdit eden Kapitalist barbarlığa karşı mücadelede önemli bir ivme yaratacağını düşünüyorum.  

Bundan sonraki projelerinden bahseder misin? Çepeçevre Hayat’ın yeni bölümlerinde izleyicileri neler bekliyor mesela?

Anadolu’nun ‘altın’daki tehlike sadece Kışladağ’la sınırlı değil. Ülkenin onlarca yerinde altına hücum yaşanırken, buna karşı verilen önemli bir halk mücadelesi de var. Sadece madenler değil, dereler, ormanlar, havanın, kültürel varlıkların korunması mücadelesi de her geçen gün büyüyerek sürüyor. Her şey zıttıyla var ve saldırı büyüdükçe, direniş de büyüyor…
Gerek gazeteci kimliği ile gerekse Hayat Televizyonu Çepeçevre Program yapımcısı olarak bu direnişleri olanağımız ölçüsünde izlemeye, uzaktan değil, direnişlerin içerisinden mücadeleyi yansıtmaya çalışan bir anlayışla hareket ediyoruz. Bunu yaparken, yine olanak buldukça ülke dışındaki gelişmeleri de izleyicilerimize yansıtmaya çalışıyoruz. Kıbrıs Lefke’daki terk edilmiş maden alanı, Bulgaristan’daki altın madeni karşıtı mücadele, Gürcistan Batum’un kumsalları, tarihsel dokusu ve birkaç kilometre ötedeki Karadeniz Otoyolu katliamını da bu çerçevede ekranlara taşıma olanağı bulduk.
Son olarak 1 aylık bir Küba gezisini yeni bitirdik. Küba’nın bir ucundan, diğerine görme olanağı bulduk. Havana’yı neredeyse sokak sokak dolaştık. İşin garip yanı Küba’da da bir altın madeni çıktı karşımıza. Hem de dünya kültür mirası olarak korunan Nacional Park’ın bir iki kilometre uzağında Kanadalılara ait bir maden. Önümüzdeki günlerde, bir iki bölüm halinde bu Küba izlenimlerimizi taşıyacağız Çepeçevre Yaşam’a…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...