Özer AKDEMİR
Gazeteci de zamanla kan ve ölü görmeye alışmış bir doktor
serinkanlılığı ile yapmaya başlar mesleğini. En sıcak olayların, çatışmaların,
hareketin ‘o an’ını, gerçekliğini yakalamanın başka yolu yoktur çünkü. Onlarca
metre yükseklikte bir kalasın üzerinde çalışan inşaat işçisi ya da yerin
derinliklerinde bilinmezliğe kazma sallayan madenci gibi işine yoğunlaşmalıdır.
Aksi tutum, bazen işin, haberin atlanmasını bazen de yaşamla bağın kopmasını bile
getirebilir.
Yine de her insanda olduğu gibi gazetecilerin meslek
yaşamında da unutamadıkları anlar vardır. Tüm ‘profesyonel iş anlayışına’,
duyguları kontrol altına almış soğukkanlı yaklaşıma rağmen, bazı anlar
‘unutulmaz’. Bellek o anı, olayı korur ve en olmadık yerde birden aklınıza
geliverir.
Kaza geçirmiş birinin yaşadıklarına benzer gazetecinin o
andaki yaşadıkları. Anın sıcaklığı ile çok anlaşılmaz etkisi. Zaman
geçtikçe anlarsınız duygularınızda yarattığı depremi.
İşte bir gazetecinin o unutamadığı anlardan birisini Alman
ve Fransız Televizyonlarına belgesel program çeken meslektaşım Halil Gülbeyaz
anlattı geçen yıl. Türkiye’deki altın işletmeciliği ve buna karşı verilen halk
direnişinin ilk dönemlerini ele alan 15’e yakın belgesel çekmişti Halil.
“Unutamıyorum” dediği olayı ise Kütahya Eti Gümüş tesisleri yakınındaki
Dulkadir Köyünde yaşamış.
700 yıllık Dulkadir köyü, siyanürle üretim yapan Eti Gümüş
Tesislerinin bölgeye gelmesinin ardından başlayan kanserler nedeniyle 10-15 yıl
içerisinde boşalmış. Halil, Dulkadir’e bu durumu çekmek için gitmiş. Sonrasını
unutamıyor işte;
“Gittiğimde kanserli bir avuç insan gördüm orada. Beyninde
tümör olduğu için dengesini zor sağlayan, gelini ve oğlu ölmüş yaşlı bir amca
iki tane torunuyla yanıma geldi. ‘Bende öleceğim. Bunlara kim bakacak” diye
gösterdi çocukları. Amcaya o kadar çok üzüldüm ki!.. Hiç unutamıyorum.
Yanımızdaki bütün paralarımızı onlara bıraktık çıktık köyden. Gerçekten o kadar
acıklı bir durumdaydılar.”
Bir gün sonra, Halil ve o zamanlar Radikal’de çalışan
gazeteci İbrahim Günel tekrar gitmek istedikleri köyün girişinden geri
dönmüşler. “Köye doğru gidiyorduk ki eski muhtar bizi durdurdu. “Aman gidin,
kaybolun” dedi. Ne olduğunu sorduk. “Siz gittikten sonra jandarma bastı burayı.
Her yerde sizi arıyorlar”.
O zaman olayın aslında tahmin ettiklerinden daha vahim
olduğunu anlamış iki gazeteci. Halil, köylülerin kobay olarak kullanıldığını
anlatıyordu yıllar sonra; “Bir takım testler, kan tahlilleri yapılıyordu. O
insanları gözden çıkartmışlardı bence artık ve onların anatomik reaksiyonlarını
ölçüyorlardı sadece”.
Aradan 20 yıl geçti. Dulkadir’in kalan son evleri de
geçtiğimiz yıl şirket tarafından satın alınıp yıkıldı. 700 yıllık köy haritadan
silindi. Kerpiçten taştan evleri, tozlu sokak aralarında fısıldayan rüzgarları,
kendi toprağının koynunda ebedi uykusuna yatan ölüleri ve masmavi göğünde dönen
ebabilleriyle…
Anadolu’da daha kaç köy böyle haritadan silinecek? Daha kaç
anne, baba, dede çocuklarının, torunlarının geleceğinin ellerinden alınmasına
göz yaşı dökecek. Daha kaç unutamayacağımız anlarla yüzleşmek zorunda kalacağız
biz. Hepimiz… Daha kaç…
http://www.canakkaledesin.com/unutulmayan/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder