Hüzünlü bir Karaburun öyküsü
Yılın ilk nergislerinin açtığı İzmir Karaburun’dan nesli
tükenmekte olan fokların ve balık çiftliklerinin öyküsünü Özer Akdemir kaleme
aldı.
Özer AKDEMİR
Eline sinen nergis kokusunu uzun uzun içine çekti. Yüzü
ışıdı yeniden. Bu ekmeğin kokusuydu. Bir yılın emeğinin boşa gitmeyeceğinin
işaretiydi boynunu topraktan uzatan nergisler. Deli bir poyraz esiyordu,
Bozdağ’dan doğru. Deli mi deli. İliklere işleyen, körpe fideleri üşüten bir
poyraz. Sarı kareli poşusunu iyice doladı boynuna. Kafasına sardı, kulaklarını,
başını örttü. Boynunu içine çekti biraz daha. Bu poyraz da yüzünü ışıttı.
Nergis’in en sevdiği rüzgar buydu işte. Lodosta hasta gibi yapraklarını büzen,
çiçekleri ölgünleşen nergis, poyrazda soğuğun inadına dimdik dikerdi başını
göğe. Göğsünü buz gibi esen rüzgara verir, sanki yeniden canlandırırdı.
Ocak sonunu gösteriyordu takvim. “Var daha” dedi önünde
uzanan nergis tarlasına bakarak. Şubatın sonuna kadar zamanı olduğunu
biliyordu. Aralık’ta başlardı Karaburun’da nergis mevsimi. Ülkenin zemheriyi
yaşadığı günlerde, karın boranın yolları kestiği mevsimde Ege’nin kıyıcığında
birer ikişer boy vermeye başlardı nergisler. Badembükü’nde çıkardı ilk. Kokusu taa
tepedeki Sazak köyünden duyulurdu.
Sazak, Sazaki… Ahhh more ahhh... Kan kırmızı üzümlerin,
sıvasız taş duvar ustalarının, ballı incirlerin, dumanlı şarapların, Ege’nin
şen balıkçılarının yurdu. Ahhh Sazak! Şimdi, geçmişine buzuki nameleri sinmiş,
sirtakilerin gölgesi düşmüş çatısız taş duvarları ile ölüm sessizliğine
gömülmüş kadersiz köy! 90 yıl önce, feryat figan terk edip yurdunu, denizin
ötesine giden sevgilisini, çocuğunu, babasını, yarini bekleyen sabırlı ana.
Ahhh Sazak, Sazaki…
Sonra Sarpıncık’ın dik eğimli tepelerinde biterdi birden
bire nergisler. Ahh Sarpıncık… Fenerin geçmişe bir ışık tutsa neler anlatırdın
bize neler. O güzel taş evlerin serinliğinde yaşanan sevdaları, göz pınarlarını
kurutan hasretleri, isyan ateşlerini sonra. Öfkenin baş eğmez gücünü, kılıcın
keskin parıltısı, topuzun gümbürtüsünü…Koyları, bükleri, keçi yollarını, orda
yiten canları, yoldaşları. Ayak yalın, namlu çıplak düşenleri. Dikişsiz ak
libasa sarılıp, yalınayak ölüme koşanları, anlatsa, anlatsan…Oysa şimdi ağzı
bağlı, dili lal kör bir ahraz gibi suskun, suskun, içine gömülmüşsün. Ahh
Sarpıncık, ahh Dede Sultan’ın, Börklüce’nin yurdu, ahhh…
Sonra Hamzabükü, Parlak Köyü, sonra Salman, Saip, Bozköy,
Bozdağın bağrına büzülmüş Yaylaköy. Koyunun, keçinin kuzuladığı zamanlarda,
nergislerin kokusuyla şenlenen kırlar. Baharı zemheride gelen koca Mimas…
Poyraz hızını azalttı. Gün Ege’de hızla devriliyor şimdi.
Poyraz soğuğuna akşamın alacası karışmak üzere. Başını kaldırıp baktı. Güneş
Ege’nin ötesinde batacak birazdan. Denize eğildikçe portakala, turunca çalıyor
rengi, bala kesiyor. Denizin üzeri alev alev yanıyor sanki. Son maviliklerin
arasında dalıp çıkan fok balığını o zaman görüyor. Kıyıdan uzakta değil.
Denizin ilerisinde biten kayalıkların dibinden başını uzatıp gülüyor sanki.
Dönüp köyüne doğru gitmeden önce el ediyor fok balığına…
***
Acele ediyor fok balığı. Mağaranın karanlık dehlizlerinde
bıraktığı yavrusuna bir an önce ulaşmak için dalıp çıkıyor denize. Levrek,
kefal, barbun, yılan balığı, ahtapot ne bulabilirse o günkü öğününde bir an
önce avlamak ve memeleri süt dolu olarak yavrusuna koşmanın telaşında.
Bazen, bir balıkçının ağından balık aldığı zaman da oluyor.
O zaman balıkçılar düşman belliyorlar onu. Kürek sallayanlar, ardından tüfek
patlatanlar, üzerine kayıklarını sürenler…
Kıyıdakilerde da çok vefa görmedi aslında fok. O yüzden
insanlardan uzakta, adaların, adacıkların el değmemiş koylarında, denize giren
kayalıklarında, mağaralarında yaşamaya, neslini devam ettirmeye çalışıyor.
Kırıla kırıla, avlana avlana tüm dünyada 600 fok balığı kaldılar ve hala
öldürülüyorlar. Hala kirletilen denizlerde kimse duymadan, görmeden ölüme,
kıyıma inat gülerek yitiyorlar….
Balık çiftlikleri binlerce yıllardır yaşam alanları olan
denizlere gelip kurulduğundan bu yana Ege’nin bir başka sürgünü oldu foklar.
Köşe bucak saklanıyorlar. Nesillerinin devamı, Egenin iki yakasındaki iki dost,
iki düşman, iki akraba, iki kanlı bıçaklı kardeş ülkenin elinde; Türkiye ve
Yunanistan.
Dün Sazak’tan, Sarpıncık’tan, Mimoza Koyundan, Badembükü’den
canlarını kurtarmak için Ege’nin sularının ötesindeki karaya, adalara doğru
yelken açanların ortak kaderini paylaşıyor foklar.
Koylara, büklere, ince taşlı kumlarla kaplı sahillere inen
beton binalar, insan kalabalıkları, öfkeli balıkçılar düşman onlara.
Tüm bunlardan öte, Akdeniz fokunu yeryüzünden silecek, bire
kadar kıracak ve o biri de tarihin tekerleği içinde nesli tükenen canlılar
içine yazacak olan son tehdit ise balık çiftlikleri. İlaçlı yemleri, daracık
bir alana sıkışmış yüz binlerce balığın pisliğinin kirlettiği denizi ve ağları
ile son cellatları, balık çiftlikleri.
***
Kaynarpınar açıklarında daldı fok. Dupduru deniz. Günün son
ışıkları ile ıpıl ıpıl. Aşağıda denizin dibindeki antik kentin yan yatmış
sütunlarının altından bir ahtapot yakalayıp yedi. Mağarasına, yavrusuna doğru
kulaç attı son sürat.
Gün Ege’ye gömüldü. Mimas saçını taradı tuzlu sularda. Orman
Perisi, güzeller güzeli Ekho Narkisos’a karşılıksız sevdasından eridi damla
damla. Narkisos sudaki suretine aşık tüketti ömrünün son demini. Nergis oldu,
kokusu ömre bedel, sardı bütün Karaburun’u…
Yüreğinize sağlık.bu kadar guzel anlatılabilirdi!ah benim güzel memleketim dağları RESler le talan denizi balık çiftlikleriyle talan edilen memleketim.
YanıtlaSil