19 Haziran 2017 02:58
Özer Akdemir, hukukçularla çevre katliamlarına ilişkin dava
süreçlerini ve çevre hukukunu konuştu.
Özer AKDEMİR
SORULAR:
1. Son gelinen aşamada ekoloji mücadelesinin hukuksal
süreçlerle bir kazanımı olabileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin, termik
santrallere, nükleer santrallere, köprü-otoyol inşaatlarına, altın
işletmeciliğine hatta taş ocaklarına yol veren, siyasi-ekonomik
“sürdürülebilirlik” çizgisini buralarda arayan siyasi iktidarın mahkemelerle
durdurulma olasılığı var mı?
2. Takip ettiğiniz, kazandığınız ama bir türlü yargı
kararlarını uygulatamadığınız, sonuçta da ekolojik yıkıma, doğa tahribatına ve
vatandaşların hak kaybına neden olan davalarınız var mı? Bir iki örnek verir
misiniz?
3. Şu anki yasalar ve adalet mekanizması ile ekolojik
tahribatı önlemek mümkün mü?
4. Eğer yanıtınız olumsuzsa, açılan her davanın, tıkanan,
iyice içinden çıkılamaz hale gelen sisteme olan güveni yeniden oluşturduğu, bir
anlamda ona kan taşıdığı görüşüne katılır mısınız?
5. Yurttaşlara bu koşullarda bile olsa “Hukuktan
tamamen vazgeçin” demek mümkün mü?
6. Yanıtınız olumlu ise hukuk mücadelesi yerine yaşam
alanlarının savunulması için neler yapılmalı sizce?
7. Sizce halk desteği ve kitlesel mücadele ile yargı
kararları arasında doğrudan bir bağlantı var mı?
8. Son olarak, hukuksal süreçler halkın kitlesel
mücadelesinin sönümlendirilmesi noktasında siyasi iktidar tarafından
kullanılıyor mu? Bergama, Gezi Parkı ve son olarak Artvin mücadelelerini bu
açıdan değerlendirilebilir misiniz?
AV. MEHMET HORUŞ
‘HUKUKSUZLAŞTIRMA’ İLE KARŞI KARŞIYAYIZ
Av. Mehmet Horuş (Ankara Barosu avukatlarından. Altın ve
nikel işletmeciliği, RES, HES gibi çok sayıda çevre davasının avukatı):
Yıllar önce Yumurtalık Lagünü’nün tabiat koruma alanı
olmaktan çıkarılması ile ilgili açılan bir davada; davacılar, davalarından
feragat ettiler ya da ettirildiler. Bakanlar Kurulu kararının iptali
isteniyordu. Danıştay, Seyhan-Ceyhan deltası göl lagünleri, sulak alan kıyı
kumulları, barındırdığı bitki ve hayvan türleri ile oluşturduğu kompleks yapısı
üzerinden bir değerlendirme yaptı. Ramsar Sözleşmesi uyarınca, sözleşmeyi
imzalayan her devletin, ülke toprakları içindeki sulak alanları “Uluslararası
Öneme Sahip Sulak Alanlar Listesi”ne eklemeyi taahhüt ettiğinin altını çizdi.
Neticede davacı davasından vazgeçse de “hukukun üstünlüğü” ve “idarenin
yargısal denetimi” ilkelerine dayanarak Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. O
günlerden yargı denetiminden muaf nükleer santral kurulmak istenen bu günlere
geldik.
Yaşadıklarımızın Türkiye’ye özgü boyutları muhakkak var. Ama
2009/7 genelgesi gibi yargı kararlarının baypas edilmesi veya acele
kamulaştırma şeklinde şirketlere tanınan el koyma ayrıcalıklarının ABD’de,
İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya’da benzer örnekleri olduğunu
görebiliyoruz. Hatta kamusal varlıkların sermayeye transfer mekanizması olarak
varlık fonuna benzer kurumlar pek çok ülkede hükümetler eliyle farklı isimler
altında getirildi. ‘Müşterekler’ konusundaki bu hükümet politikalarına karşı
Gezi direnişine benzer direnişlere dünyadan sayısız örneklere tanık
oluyoruz. Bu ülkelerde de ekoloji mücadelesi verenler, ekolojik yıkımın
hukukta yol açtığı tahribatları deneyimliyor. Hukuk, giderek adalet düşüncesinden
uzaklaşarak salt kanun koyucunun buyruğundan ibaret biçimsel kurallar haline
getiriliyor. Bu noktada da hukuktan geriye bir şey kalmıyor. Ancak, ekolojik
krizin bir veçhesi olarak hukuksal krizden bahsedebiliriz. Çünkü verili hukuk
sisteminin dönüşümünden ziyade “hukuksuzlaştırma” diyebileceğimiz müdahalelerle
karşı karşıyayız.
Örnek vermek gerekirse; HES projelerinin iptali kararlarının
en önemli gerekçesi olan kümülatif etki değerlendirme yapılmaması yerleşik
içtihat haline geldi. Bunun karşısında “hayır, kümülatif etki değerlendirmeye
gerek yok” veya “ekosistem parçalarına ayrılabilir” şeklinde bir karar yok. Ama
2009/7 genelgesi ile “mış gibi” yapılarak yargı kararlarının
işlevsizleştirilmesi yöntemine başvuruluyor. Bu, bir geriye gidiş değil,
kırılma yaratıyor. İbrahim Kaboğlu hocamızın sıklıkla ifade ettiği gibi; insan
haklarında geriye döndüremezlik ilkesi geçerlidir. Belki kısa vadede şirketler
lehine projelerin hayata geçirilmesi sağlanıyor. Ama hukukun geniş toplum
kesimleri nezdinde ortak iyiyi temsil etme iddiası erozyona uğruyor ve
inandırıcılığını kaybediyor.
EKOLOJİ MÜCADELESİNİN HUKUKİ BOYUTU SADECE DAVALAR DEĞİLDİR
Özetle, uzun yılların birikimi ile elde edilmiş hukuksal
kazanımlarımızla bu kazanımları ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir evrensel
hukuk standardının kabul etmeyeceği müdahaleleri aynı kefeye koymak doğru
değil. Mücadelenin bu evresinde bu müdahaleler, hak arama özgürlüğü ve adalete
erişim hakkını ortadan kaldıracak kadar ağır bir hal almış olabilir. Ama
ekolojinin diliyle söylersek; bu durum, hukuk sistemi açısından sürdürülebilir
değil. Modern hukuk siteminin egemenlik, mülkiyet, yurttaşlık, kamu yararı gibi
temel kavramlarının sorgulandığı ve doğanın hakları gibi yeni kavramlarının
tartışılmaya başlandığı ekolojik bir hukuk anlayışının yapı taşları
döşeniyor. Tarihsel anlamı içinde ekoloji mücadelesinin hukuki boyutunu
dar anlamda bir dava ya da avukatlık pratiğine indirgemek doğru değildir.
Başka vesilelerle ifade ettim ama tekrarlamakta fayda görüyorum: Derelerin
başında nöbet tutan kadınlar, verili hukuktan talepte bulunmak dışında aynı
zamanda doğayla uyumlu yeni bir hukuk sisteminin eyleyicileri, yaratıcıları,
kurucularıdır. Bundan sonrasını zihni, pozitivist ve normatif kalıplarla
cebelleşmekle meşgul olan avukatlar yerine, doğa ananın sözcüleriyle konuşmak
daha hayırlı olacaktır.
AV. EROL ÇİÇEK - TBB ÇEVRE VE KENT HUKUKU KOMİSYONU ÜYESİ
HUKUK MÜCADELENİN SADECE BİR YÖNÜDÜR
Av. Erol Çiçek (Bursa Barosuna bağlı. TBB Çevre ve Kent
Hukuku Komisyonu Üyesi. Birçok çevre davasının hukukçusu):
1 . Hukuksal süreçlerle sınırlı kazanımlar sağlanabilir.
Bunları abartmamakla birlikte, yeterli halk desteği sağlanabilirse ve dava
masrafları karşılanabiliyorsa, siyasi mücadelenin yanı sıra hukuksal mücadele
de sürdürülebilir. Mahkemelerin bugünkü durumunun da dünden çok daha kötü
olduğu bir başka gerçek.
2 . Gebze-Orhangazi İzmir otoyolu ÇED davası Bursa Orhangazi
Componenta ruhsat iptali nedeniyle (eski Döktaş) ek tesisinin yıkımı
3. Yasalar iyi hukukçuların elinde iyi uygulanabilir. Son
zamanlarda çok kötü yasa değişiklikleri yapıyorlar (Stratejik yatırım, zeytin
kanunu değişikliği gibi)
4. Olumsuz yönde “Ne yaparsak yapalım olmuyor” fikrinin
gelişmesine ve umutsuzluğa destek olduğu kesin.
5. Hukuk mücadelenin sadece bir yönüdür, değişik mücadele
yöntemlerinden biri olarak, vazgeçin demeye gerek yok, maddi ve toplumsal
gücünüz varsa, kullanılmaya devam edilebilir
6. Her şeyden önce, her konuda olduğu gibi, duyarlılık
yaratıp; halkı bilinçlendirmek gerekir. Bu başarılabilirse, gerisi bir şekilde
halledilebilir.
7. Doğrudan olmasa da, hakimler de insan olduğuna göre, bazı
şeylerden etkilenebilirler.
8. Hukuksal süreçlerin başarısız olmasının bıkkınlık,
yılgınlık yaratmak gibi olumsuz etkileri var. Bunlar yargıya ilgiyi doğal
olarak azaltır. Bahsettiğiniz mücadeleler bence başarılı olmuşlardır, bu tip mücadelelere
yeni bakış açıları yeni ve genç insanları daha fazla katıp; uzun soluklu olarak
değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum
MEVCUT YASALARLA SAĞLIKLI BİR ÇEVREDE YAŞANAMAZ
Av. Berrin Esin Kaya (İzmir Barosuna bağlı. EGEÇEP Hukuk
Komisyonu Üyesi. RES, jeotermal enerji santrali, termik santral, altın
işletmeciliği gibi birçok çevre davasının avukatı):
Sevdiğim bir atasözü var, “Cami ne kadar büyük olursa olsun,
imam bildiğini okur”. Çevre davaları ve sonuçları söz konusu olduğunda ilk
aklıma geliveren bu oluyor. Özellikle seçtiğim bir atasözü değil elbette.
Deneyimler bunu açıkça gösteriyor. Mahkeme kararları ne kadar iyi olursa olsun,
ekolojik dengeyi gözetirse gözetsin, sermaye kendisi vazgeçmedikten sonra
mahkeme kararları bu faaliyeti durdurmaya çoğu zaman yetmiyor. Çünkü, faaliyete
engel olacak her türlü hukuki engel yönetmelik değişikliği, genelgeler veya
cezasızlık süreçleriyle aşılıveriyor. Ve sonunda dava lehinize sonuçlansa bile,
başka güzel ve ünlü atasözü bizi gerçeklerle yüz yüze bırakıyor ki, “Atı alan
Üsküdar’ı geçmiş” oluyor. Örneğin termik santral kurulup çatır çatır çalışıp
zehrini üfürüyor kaygısızca üzerimize, örneğin altın madeni işletmesinin
faaliyetini bitirecek şekilde cevher çoktan yer altından çıkarılmış ve bilezik
küpe haline gelmiş. Tabii bu arada tüketilen sadece cevher olmamış, umut ve
mücadele yer altında boşalan cevherin yerine yerleşmiş.
Av. Berrin Esin Kaya - EGEÇEP Hukuk Komisyonu Üyesi
2010 referandumu ile başlayan ve tümüyle yeniden
yapılandırılan yargının bağımsızlığından söz edilmesi mümkün değil. Tüm ülkede
yaşanan hukuk pratiği bunu açık şekilde gösteriyor. Dolayısıyla, bu süreçte
çevre davalarında iktidarın politik tercihlerine ters düşecek hukuksal
kazanımların zor olacağını düşünüyorum. Kaldı ki, hukuki kazanım olsa dahi
ilkemizde 2009/7 genelgesi gibi her derde deva şeklinde bir genelge çıkartılıp
mahkeme kararlarının dolanılması, uygulanmasının önüne geçilmesi mümkün.
Mevcut yasalarla sağlıklı bir çevrede yaşamanın ekolojinin
korunmasının imkanı yok. Sadece ÇED yönetmeliğinde yapılan değişiklik sayısı
bile bize tablonun görülmesi için yeterli. Yanılmıyorsam son 17 yılda yaklaşık
18 kez değişiklik yapıldı. Ve bu değişikliklerin neredeyse hepsi kirlilik
yaratacak faaliyetlerin önünü açacak nitelikteydi. Değişiklikler çevre
mühendisleri odasının ve çevre örgütlerinin eleştirilerine neden oldu. Geçen
yıl torba yasada çevre yıkımının önünü açacak şekilde düzenlenen 80. madde,
geçtiğimiz günlerde gündeme getirilen zeytin yasasındaki değişiklik, meraların
yok olmasına neden olacak değişiklikler gösteriyor ki bu politik anlayış
ve politikaların yürütülmesini sağlayacak yasal düzenlemelerle çevrenin
korunması, tahribatın önlemesi mümkün değildir.
Yine de, bu koşullarda bile hukuktan vazgeçin demek mümkün
değil. Mahkemeler önünde tartışılmalıdır. Bu mücadelenin bir parçasıdır. Ancak
yukarıda söylenenler nedeniyle bugün için, mücadelenin önemli bir parçası
olmadığını düşünüyorum. Çevrenin yaşam alanlarının korunmasının en önemli
yöntemi, kişilerin kendi yaşam alanlarına sahip çıkması, karar alınması ve
uygulanması süreçlerine dahil olmalarıdır. Bunun ne şekilde gerçekleşeceği her
olay için tahmin etmek ve önermek mümkün değil ama biz davamızı açtık, haklıyız
dendiği noktada, sizin haklılığınız mahkeme önünde onaylanmış olsa bile artık
iş işten çoktan geçmiş olabiliyor. Siz daha faaliyetin başında alınması gereken
ÇED olumlu kararının hukuka aykırılığını mahkeme önünde ileri sürerken, karşı
çıkılan faaliyet çoktan başlamış işletme çalışır hale gelmiş oluyor. Tam
kazandık dediğiniz zaman yeni bir ÇED süreci, yeniden davalaşma derken zaten
işletmenin ekonomik ömrü de tamamlanmış oluyor. Tüm bu süreç sisteme güven
oluşturup ona kan taşımıyor belki ama “Biz ne yapabiliriz ki?” duygusunu
yerleştirip, çaresizliği öğretiyor.
Hukuksal süreçler halkın kitlesel mücadelesinin
sönümlendirilmesi noktasında siyasi iktidar tarafından kullanılıyor mu? Özel
olarak kullanılıyor mu bilmiyorum ama işine geldiği kesin. Eğer mücadelenin ilk
sırasına hukuki süreçleri koyup bundan sonuç alınması beklendiğinde, 4-5 yılı
bulan yargılamalar, hatalı mahkeme kararları veya talebiniz gibi karar verilse
bile kararların uygulanmaması, dolanılması süreçleri ve daha öncede dediğimiz
gibi bu sırada zaten faaliyetinin önemli bir kısmını tamamlamış mücadelenin
sönümlenmesine yetiyor.
İşte başa dönersek imamın bildiğini okuyamaması caminin
büyüklüğü ile ilgili değil, cemaatin kararlılığı ile ilgili.
-BİTTİ-