Özer AKDEMİR
Dünya Çevre Günü'nden bir gün önce Söke Ovasının ucundaki
Kisir Köyünde bilimsel bir toplantı yapıldı. Kisir'in yakınlarındaki uranyum
sondajlarının çevre ve sağlık etkilerinin tartışıldığı toplantıya ikisi emekli
olmuş, birisi halen bulunduğu bölümün başkanlığını yapan üç bilim insanı
katıldı. Köylerinin adının "kanser
köy"e çıkmasından son derece rahatsız olan köylülerin belki de bu
nedenle geride durup uzaktan izlemeyi tercih ettiği toplantıda bilimciler
sorunun bilimsel yöntemlerle net olarak ortaya konması ve gereken tedbirlerin
bir an önce alınması gerektiğini söylediler.
"Aman zeytinimizi
kimse almaz, karpuzumuz satılmaz" kaygısında, yani geçim derdindeki
köylülere, son 10 yılda 100'e yakın kişinin kanserden öldüğü hatırlatıldı.
Toplantının ertesi günü hocalardan birisi sosyal medya hesabında, köylülerin bu
tedirginliğine karşı var olan gerçekliğe dikkat çeken şu sözleri yazdı; "bir köylü kanser olursa kaç kilo
karpuz satarak tedavi olabilir ve iyileşebilir mi?"
***
Kisir'e minibüsle giden EGEÇEP'liler dönüşte geldikleri yoldan
değil de uranyum sondajlarının olduğu bölgeye yapılan mandırayı görmek için Karakaya-Latmos
yolundan dönmeyi tercih ettiler. Tam da sondaj kuyularının yanı başına yapılan
mandıra tesisleri artık tamamlanmış, açılış için gün saymaya başlamıştı. Hatta
mandıranın kenarlarında birkaç sıska inek de otluyordu.
Mandırayı yüksekten gören bir yerde araç durduruldu. Küçük
bir tümseğin üzerinden bu akıl almaz aymazlık fotoğraflandı. Bu mandıradan çıkacak
süt, et, peynirle, yöredeki uranyum kirliliği artık marketlere kadar
taşınacaktı ve kimse, hiçbir yetkili bunu umursamıyordu. EGEÇEP'lilerin
mandıranın fotoğraflarını çektiği tümseği karayolundan ayıran duvarın dibine
upuzun bir yılan derisini bırakmıştı. Tümseğin altında, mandıranın hemen yanı başında
terk edilmiş eski bir mezarlık, otlar arasında unutulmaya yüz tutmuş mezar
taşları seçiliyordu, belirli belirsiz.
***
Latmos Şenliklerinin yapıldığı yere doğru giden dar asfalt
yol sağlı sollu kuars ve felspat madenleri ile doluydu. Hemen her kilometrede, milyon
yılda oluşan Latmos kayalıklarını un ufak eden madenler yola kadar inmişti.
Öyle ki madenin açık ocağının dev çukuru bazı yerlerde yolun şarampolünü bile
kaplamıştı. İlerde yolda çökmeler olması işten bile değildi. Karakaya köyü
çıkışından sağa dönüp bizi Söke'ye çıkarmasını beklediğimiz yol uzadıkça uzadı.
Aracın içinde tam ters yöne gittiğimize dair yaygın bir görüş vardı ki güneye
gitmesi gereken yol dakikalardır kuzeye doğru götürüyordu bizi. Yine de
aralarında ben dahil birçoğumuz bu bir nevi kaybolmuşluk halinden hiç de
şikayetçi değildik. Latmos'un eşsiz jeolojik yapısında, kuşa, kurda, kurbağaya,
insana benzeyen 600 milyon yıllık kayaların arasından kıvrıla kıvrıla gitmek
her zaman yapabileceğimiz bir iş değildi. Bu güzelim coğrafyayı, bu maki,
kızılçam, zakkum ağaçları, çeşit çeşit kır çiçekleri ve kantaronlar arasında
ilerleyen yol başka sürprizler de çıkardı önümüze.
İlerideki tepelerin arasından kıvrılıp kaybolan ama yine de
ucu görünen yolumuz bizi dev gibi bir maden ocağına doğru götürüyordu sanki.
Hatta “yanlış geldik, bu madenin yolu herhalde” diyenlerimiz oldu. Kaptan da
yavaşladı ama bir buçuk saati aşkın yol gelmiştik ve artık dönemezdik. Tepenin
hemen aşağısında görünen birkaç ev yanlış yolda gitmediğimiz umudumuzu
güçlendirdi. İlerde bir köy vardı. Nitekim köye girmeden maden yolu ayrıldı.
Tabelasında “Polat Madencilik” yazan kamyonlar, kepçeler, küçük köyün tepesinde
vızır vızır çalışıyordu.
Köyün bütün sokakları, evlerin pencere pervazları, kapı
önleri, bahçelerde kalmış tek tük kayısı, elma, kiraz ağaçları, bostandaki
salatalıklar, uydu antenleri, kiremitler hepsi, hepsi toz içindeydi! Köyün
evleri, çölde kum fırtınasına yakalanmış bir bedevi kervanı gibi iç içe
sokulmuş, büzüşmüştü adeta. Bütün yaşam gözenekleri tozla, kumla dolmuş, nefes
alamayan, can çekişen ve tam tepesindeki madenin pasalarının bir gün başına
göçmesi tehlikesini an be an yaşadığı görünen bu hüzünlü köyün içinden, hayalet
bir kasabadan geçiyormuş gibi geçtik.
***
Beşparmak dağlarına paralel giden yolun solunda, uzaktan küçük
bir kaleye benzeyen tepedeki Türk bayrağı dikkatimizi çekti. Orada tarihi bir
yapı mı vardı, bir köy evi mi, bir çoban ağılı mı bilemedik? Selçuk
yakınlardaki Keçi Kalesi’nin küçük bir kopyası gibi duran kütlenin Latmos’un
bize oyunlarından birisi olduğunu az sonra anlayacaktık. Latmos’un şakacı
rüzgarları, yağmuru, kayalardan birisine dikdörtgen bir şekil vermiş, başka bir
şakacı Latmos sakini de bu dikdörtgen kayayı kalesi ilan ederek bayrağını
dikmişti!..
***
Köylerden uzakta, derin bir vadinin içinden giden yolun
kenarında başka bir süpriz daha karşıladı bizi. Yol ile tepe arasındaki bir
açıklıkta gururla ama tetikte bir anne hindi ve 7-8 yavrusu tek sıra halinde
yürüyorlardı. Minibüsümüz geçerken merakla dönüp baktılar bizlere. Onların
hemen yanında ise başındaki kırmızı benek ve incecik uzun kuyruğu ile tedirgin
yürüyen bir sülün vardı. Sanki bu hindi ailesinin bir ferdi gibiydi sülün.
Minibüsün önünde hostes koltuğunda oturan Ali Osman hoca
sülünün fotoğrafını çekti. Benim aklımdan geçen şeyde ise bambaşka bir öykü
gizliydi. Yüzlerce yıldır yörüklere yurtluk eden Latmos’tan geçerken henüz daha
birkaç gün önce, Rakka’da IŞİD’le yapılan çarpışmalarda yaşamını yitiren Gezi
Parkı günlerinin kırmızı fularlı yörük kızı Ayşe Deniz geldi aklıma. Gencecik
yaşta doğaya emanet ettiği kızını sülüne benzeten annesinin acılı sözleri geçti
içimden. Kırmızı benekli sülüne bakarken yüreğimi kanatarak tekrarladım o
sözleri;
"Sen sülün oldun
o sabah
Belki de ben öyle inandım...
Kırmızı başlıklı, doğada az kalan..."
Belki de ben öyle inandım...
Kırmızı başlıklı, doğada az kalan..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder