17 Haziran 2017 04:23
Ekoloji Mücadelesi ve Hukuk-2 dosyasında bu kez İzmir Barosu
avukatlarından Ömer Erlat ve Antalya Barosuna bağlı Av. Tuncay Koç yer alıyor.
Hazırlayan: Özer AKDEMİR
Ekoloji Mücadelesi ve Hukuk dosyasının ikinci bölümünde
İzmir Barosu avukatlarından Ömer Erlat ve Antalya Barosuna bağlı Av. Tuncay
Koç’un değerlendirmeleri yer alıyor.
Her iki hukukçu da TBB Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu üyesi,
İzmir Barosuna bağlı avukatlardan Ömer Erlat Ege’deki çevre davalarının önemli
isimlerinden birisi. Kıyıların turizm teşvik adı altında yapılaşmaya ve
şirketlerin talanına açılmasına karşı açılan dava ve Bergama davalarının AİHM
başvuruları sürecinde İzmir Barosu eski Başkanlarından merhum Noyan Özkan’la
birlikte katkı koyan Erlat aynı zamanda, Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent
Hukuku Komisyonu Sekreteri.
Av. Tuncay Koç da Antalya Barosu Avukatlarından. Alakır ve
Kemer davalarını yürüttü. TBB Çevre ve kent Hukuku Komisyonu Üyesi.
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ÇEVRE HUKUKU
Av. Ömer ERLAT
1980 Anayasası’nın kabulünden sonra, Çevre Kanunu, Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Kıyı Kanunu, Milli Parklar Kanunu, bBoğaziçi
Kanunu, Mera Kanunu, Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Seferberliği Kanunu
gibi temel düzenlemelerle çevrenin, kültür varlıklarının, kıyıların, meraların,
toprakların korunması yönünde ciddi adımlar atılmıştır. 1980 öncesinde de
Orman Kanunu ve Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması
Kanunu gibi kadim orman ve ağaç koruma eğiliminin yansıması olan kanunlar
koruma mevzuatını güçlendirmekteydi.
Bu arada, 1980 dönemi cunta rejiminin orman, mera ve kıyı
alanlarının yağmasının önünü açmak üzere çıkardığı Turizmi Teşvik Kanunu gibi
kanunların uygulama yönetmelikleri hazırlanamadığı için yağma kanununun hayat
bulamaması, Çevre Kanunu’na dayalı olarak hazırlanan ÇED Yönetmeliğinin
çıkarılması, Çeşme Yarımadası’nın hemen tümüyle koruma altına alınması gibi
karar ve uygulamalar bu dönemde bürokraside de koruma eğiliminin varlığını
gösterir.
Av. Ömer Erlat
Ramsar Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkındaki
Sözleşme, Bern Yaban Hayatının Korunması Sözleşmesi, Rio Biyolojik Çeşitlilik
Sözleşmesi gibi bir dizi Uluslararası koruma sözleşmesinin kabulü de 1980
sonrası koruma eğiliminin güçlendiği döneme tekabül eder. Bu iklim içinde çevre
koruma mücadelesinin hukuk ayağı gelişir. Mevzuatı, kamuoyunu, bilim ahlakına
sahip bilim adamlarını, hukukun üstünlüğünü önceleyen yargıçları ve kamu
görevlilerini, duyarlı basın organlarını arkasına alan avukatlar gurubu önemli
yargısal başarılara imza atarlar ve aynı zamanda çevre mücadelesinde gönüllü
hukuk mücadelesinin geleneğini de oluştururlar.
Koruma baharı sona eriyor
Yukarıda sıraladığım, koruma baharı 2001 yılından itibaren
tedricen sona ermeye başlar. Aslında Çevre Kanunu ve Kıyı Kanunu gibi birincil
normlarda çok ciddi sayılmayacak düzenlemeler yapılırsa da özellikle
yönetmelikler gibi ikincil normlarla temel düzenlemelerdeki koruma fikrinin
yerini yıkım ve talan alır. 2000’li yılların başında çevre hukuku mücadelesi
somut yıkımların dava edilmesinin yanı sıra temel kanunlara aykırı yönetmelik
ve kararların iptali davaları ile geçer. Bu arada 2000’li yılların ortalarından
itibaren kamunun elindeki kıyıların, orman alanlarının, meraların kişilere
devri, tahsisi ve amaç dışı kullanımı düzenlenir. Gönüllü çevre hukuku
mücadalesini yürüten bir avuç avukat için hedef giderek genişler. Yeni
aktörlerin mücadeleye katılımı pek görülmez iken öncekilerde yorgunluklar
belirir.
Orta yolcu Anayasa Mahkemesi
2000’li yılların ilk beş/on yıllık kesiminde, normların
hukuksal denetimi yönündeki hukuk mücadelesinde, başta Danıştay olmak
üzere idari yargı organlarının, Anayasa’nın ve birincil normların koruma
yönündeki temel eğilimlerini öncelediği bunlara aykırı ikincil düzenlemelerin
iptali yönünde kararlar aldığı görülür. Danıştayın, kanunlarda yapılan
değişiklerin Anayasa’ya aykırılığını itiraz yolu ile ileri sürüp Anayasa
Mahkemesine gittiği görülür. Anayasa Mahkemesinin bu dönemdeki tutumu ise daha
“orta yolcu” dur. İdareye korumama yönündeki yasanın aslında nasıl olması
gerektiğinin işaretlerini verir. Bu dönemin bir diğer özelliği de Danıştayın
iptal ettiği ikincil normların yerine iptal gerekçelerini dikkate almadan
öncekinden farksız düzenlemelerin yürürlüğe konulabilmesidir. Bu döneme örnek
vermek gerekirse;
-2008 tarihinde yayınlanan ÇED Yönetmeliği ile ÇED kapsamı
dışında bırakılan (muafiyetler) projeler kategorisi getirilmiş ancak bu
düzenlemeler Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararı ile iptal edildiği
halde ÇED muafiyetleri sonraki yönetmeliklerle daha da genişletilerek devam
ettirilmiştir.
-Turizm Teşvik Kanunu’nun orman ve meraların turizm bölgesi
olarak tahsisi ve yapılaşmaya açılmasına ilişkin düzenlemeleri Danıştay
tarafından itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine götürülmüştür. Danıştayın bu
kararında “Ormanların orman olarak korunmasında kamu yararı vardır.” yönündeki
tespiti o dönem için hayli önemli olmuştur. Ancak, Anayasa Mahkemesi
düzenlemeyi iptal etmiş ise de kararında ormanların orman olarak korunmasında kamu
yararı olduğunu değil turizm amacıyla kullanılabilmesinin de mümkün olduğunu
kabul etmiş, bu amaçla düzenlemenin nasıl yapılması gerektiğini kararında izah
etmiştir. Sonuç olarak yasa ormanların ve meraların turizm bölgesi olarak
tahsis ve yapılaşmaya açılmasına imkan veren düzenlemeler içermiştir.
- Bugün yaşanan maden ve taş ocağı talanının önünü açan
Madencilik Kanunu’nun 7. maddesinde yer alan madencilik faaliyetlerindeki
izinlere ilişkin düzenlemeler Danıştay tarafından itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine
götürülmüş ve Anayasa Mahkemesi düzenlemeyi iptal etmiş ise de 2010 yılında
çıkarılan yeni yasa ile önceki düzenleme biraz uzun cümlelerle de olsa aynen
yasada yer almıştır. Bu arada 2004 yılında yapılan değişiklik hakkında
yürütmenin durdurulması kararı verilmeden iptal edilen yasa uygulamada
tutulmuştur. Bu dönemde çevre mücadelesini yürüten belli başlı bir kaç isim
dışında önceki dönemden avukatlar kalmamıştır. Ancak, Ankara da ekoloji
avukatları grubu, Karadeniz’de ve Artvin de bireysel çabaları ile mücadele
veren avukatlar, İstanbul da sivrilen bir kaç genç avukat bu dönemin
hukukçuları olarak anılmalıdır. Baroları, meslek odalarını ve gönüllü çevre
derneklerini temsil eden ve hatta kimi zaman kendi adına davalar açan bu
avukatlar hukuk mücadelesinin temel aktörleridir.
Çevre hukuku mücadelesinde üçüncü dönem
- 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği referandumundan sonraki
dönem çevre hukuku mücadelesinde üçüncü dönemdir. Anayasa mahkemesi ve yüksek
yargı ve idare mahkemeleri siyasetin kontrolünde yeniden
yapılandırılmıştır. KHK’lerle Çevre Bakanlığı yeniden yapılandırılmış
“Şehircilikle” birleştirilmiştir. KHK’lerle Kültür Varlıkları Koruma Kanunu’nda
bir çok değişiklik yapılmış, doğal sitler yeniden düzenlenmiş bu arada bir çok
doğal sit kararları iptal edilmiştir. Yargıda siyasetin onaylamadığı hiçbir
kararın çıkması mümkün olmadığı gibi zaten mevzuatta adı var kendi yok koruma
mevzuatı haline gelmiştir. Bu dönemde AB ile bağların sürdürülüyor olması
nedeniyle sahte de olsa evrensel hukuk ilkelerine bağlılığın korunduğu
görüntüsü yaratılmıştır. Bu iklimde örgütlü mücadele ile desteklenen hukuk
mücadelelerinde kısmi başarılar elde edilebilmiştir. Gezi Parkı davası ve
Artvin birinci davası, Urla villaları davası bu çerçevede
değerlendirilebilir. Ancak bu kararları veren hakimlerin daha sonra sürgün
edildiği, görevden alındığı, Danıştayda bu olumlu kararların ortadan
kaldırıldığı yeni atanan hakimlerle siyasilerin istediği kararların verildiği
bilinmektedir.
15 Temmuz 2016, özellikle 16 Nisan 2017 sonrası yeni bir
dönemdir. Bu dönemde ne yargı bağımsızlığından ne hukukun üstünlüğünden ne de
çevre hakkından söz edilebilir. Aslında en temel insan hakkı yaşama hakkının
dahi artık koruma altında olmadığı yeni bir dönemdeyiz. Bu dönemde dava açarak
çevre mücadelesinde başarı elde etmek beklenmemelidir. Dava açılmasının yapılan
hukuksuzluklara meşruiyet katacağı doğrudur. Ancak, bu dönemde hukuksuzluk için
meşruiyet de aranmayacaktır. Çünkü iktidarın kendisi gayrimeşrudur. Meşru
olmayan bir yapı, eylem ve işlemlerinin meşruiyetini sağlama gibi dert içinde
olmayacaktır.
Toplumsal direniş olmadıkça çevre mücadelesi beyhudedir
Bundan sonra çevreye dair yıkımın boyutları çok daha büyük
olacaktır. Çevre mücadelesi birkaç gönüllü avukat ve üç beş duyarlı yurttaşla
ite-kaka yürütülecek bir iş değildir. Özel olarak çevre mücadelesi, genel
olarak yaşamın savunulması yaygın toplumsal direnişle desteklenmedikçe beyhude
bir çaba olacaktır.
YARGI BİTMİŞTİR!
Av. Tuncay KOÇ
1-Bugün gelinen noktada yargı bitmiştir. Özellikle çevre
mücadelesi çerçevesinde hiç bir büyük davanın mahkemelerde kazanılma şansı
olduğuna inanmıyorum. Sistem buna cesaret edecek hakimi ortadan kaldırdı.
2-Doğrudan uygulatamadığım bir karar yok. Ancak, Alakır Dereköy Hes davasında 1 kez Çed Gerekli değildir 2 kez de ÇED olumlu kararı iptal edilmesine rağmen 3. ÇED olumlu kararını aldılar. Buna da yürütmeyi durdurma kararı çıkmasına rağmen santral bitme aşamasına geldi. Yine Kemer Kındılçeşme kamp alanı planı iptal edilmesine rağmen, eskiden olduğu gibi halka açılmadı. Şirket de alanı tamamlayamadı. Tamamlamak için yeni kararlar alma peşinde...
3-Şu anda yasalardan ziyade bir yargı mekanizması sorunu var. Bu sistem bitmiş durumda. Adalet değil, çürüme üretiyor. Yasalarda da tabii geriye gidiş hızlandı. En basiti dava açma süresinin ÇED’lerde 30 güne indirilmesi ya da maden mevzuatının alabildiğine geniş kullanılarak her yere taş ocağına izin verilmesinin önünün açılması gibi. Mevzuat küçük değişikliklerle iyi hale getirilebilir fakat sistemin iyi hale getirilebilmesi imkansız neredeyse...
2-Doğrudan uygulatamadığım bir karar yok. Ancak, Alakır Dereköy Hes davasında 1 kez Çed Gerekli değildir 2 kez de ÇED olumlu kararı iptal edilmesine rağmen 3. ÇED olumlu kararını aldılar. Buna da yürütmeyi durdurma kararı çıkmasına rağmen santral bitme aşamasına geldi. Yine Kemer Kındılçeşme kamp alanı planı iptal edilmesine rağmen, eskiden olduğu gibi halka açılmadı. Şirket de alanı tamamlayamadı. Tamamlamak için yeni kararlar alma peşinde...
3-Şu anda yasalardan ziyade bir yargı mekanizması sorunu var. Bu sistem bitmiş durumda. Adalet değil, çürüme üretiyor. Yasalarda da tabii geriye gidiş hızlandı. En basiti dava açma süresinin ÇED’lerde 30 güne indirilmesi ya da maden mevzuatının alabildiğine geniş kullanılarak her yere taş ocağına izin verilmesinin önünün açılması gibi. Mevzuat küçük değişikliklerle iyi hale getirilebilir fakat sistemin iyi hale getirilebilmesi imkansız neredeyse...
Av. Tuncay Koç
4- Bu soruya 5. soruyla beraber yanıt vereyim. Açılan her davanın sistemi meşrulaştırdığını düşünmüyorum. Dava bir araç, bunu açmazsanız sadece fiili direniş kalır geriye... Biz kendi koydukları yasalara bile uymuyorları da göstermek için dava açıyoruz. Madem bir kural var, uyun. Uymuyorlar... Davaları tamamen geriye çekmek doğru değil. Tek savunma hattını davalar üzerinden örmek de doğru değil...
6-Yaşam savunması öncelikle bir zihinsel durum. Tüm canlıların hayat hakkının savunulması, temel insan haklarının öğrenilmesinden öğretilmesinden, paylaşımından geçer. Sonra diğer canlı haklarına daha kolay geçiş yapabiliriz. Dünyayı daha geniş kavramak için geniş bakış açısı kazanmak gerek. Bu da daha çok iletişim kurarak, paylaşarak olacak. Medyanın içinde bulunduğu duruma bakarsak işimiz zor. Alternatif yolları çoğaltmak lazım...
7- Kısaca evet. Toplumsallaşmış bir dava, mahkemede daha kolay kazanılır. Mahkemede kazanılmasa da yürekler de kazanılır. Topluma mal olamayan, ya da görünür olamayan bir davanın kazanılma şansı daha düşük.
8-Tabii ki iktidar, önemli davalarda ya da toplumsal olaylarda kendi lehine hamleler yapıyor. Toplumsal olayları söndürmek için de yargı süreçlerini kullanıyor. Yargı mekanizması zaten iktidar için bir araç. Adalet mekanizması olarak bakmıyor. Tamamen araçsallaşmış bir sopa. Gerektiğinde tepemize inecektir. Ekosistemin tepesine de iniyor. Görüyor yaşıyoruz. Cerattepe davasının son aşamaları tam bir komediydi. Her şey kurgulanmıştı. Gezi Parkı’nı fiiliyatta kaybeden iktidar, kağıt üstünde kazanmayı seçti. Son HSK seçimleriyle bir arada düşündüğümüzde artık tam anlamıyla bir Saray yargısı var. Çözüm, yargıda kahraman hakim aramakta değil, bu sistemi değiştirmekte. Daha fazla siyasette.
SORULAR:
1. Son gelinen aşamada ekoloji mücadelesinin hukuksal
süreçlerle bir kazanımı olabileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin, termik
santrallere, nükleer santrallere, köprü-otoyol inşaatlarına, altın
işletmeciliğine hatta taş ocaklarına yol veren, siyasi-ekonomik “sürdürülebilirlik”
çizgisini buralarda arayan siyasi iktidarın mahkemelerle durdurulma olasılığı
var mı?
2. Takip ettiğiniz, kazandığınız ama bir türlü yargı
kararlarını uygulatamadığınız, sonuçta da ekolojik yıkıma, doğa tahribatına ve
vatandaşların hak kaybına neden olan davalarınız var mı? Bir iki örnek verir
misiniz?
3. Şu anki yasalar ve adalet mekanizması ile ekolojik
tahribatı önlemek mümkün mü?
4. Eğer yanıtınız olumsuzsa, açılan her davanın, tıkanan,
iyice içinden çıkılamaz hale gelen sisteme olan güveni yeniden oluşturduğu, bir
anlamda ona kan taşıdığı görüşüne katılır mısınız?
5. Yurttaşlara bu koşullarda bile olsa “Hukuktan
tamamen vazgeçin” demek mümkün mü?
6. Yanıtınız olumlu ise hukuk mücadelesi yerine yaşam
alanlarının savunulması için neler yapılmalı sizce?
7. Sizce halk desteği ve kitlesel mücadele ile yargı
kararları arasında doğrudan bir bağlantı var mı?
8. Son olarak, hukuksal süreçler halkın kitlesel
mücadelesinin sönümlendirilmesi noktasında siyasi iktidar tarafından
kullanılıyor mu? Bergama, Gezi Parkı ve son olarak Artvin mücadelelerini bu
açıdan değerlendirilebilir misiniz?
Son Düzenlenme Tarihi: 17 Haziran 2017 12:05
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder