18 Haziran 2017 04:18
Ekoloji mücadelesi ve hukuk dosyasının 3. gününde, uzun
yıllar pek çok kent ve çevre derneğine avukatlık yapan Fevzi Özlüer'in yazısı
yer alıyor.
Hazırlayan: Özer Akdemir
Dosyamızın üçüncü gününde Avukat Fevzi Özlüer’in yazısı
yer alacak.
Ankara Barosu avukatlarından Özlüer, uzun yıllar pek çok
kent ve çevre derneğine avukatlık yaptı. Uzmanlık alanı idare hukuku olan
Özlüer’in, çevre ve hukuk alanında çok sayıda basılı kitabı ve makalesi
bulunmakta. Özlüer aynı zamanda altın işletmeciliğinden, termik santrallere
karşı açılan birçok davanın da avukatlığını yapmakta.
Av. Fevzi Özlüer
1. SORUNU İYİ TASNİF ETMELİYİZ
Türkiye’de toplumsal mücadele pratiklerinin kurucu ve
siyasal iktidarı talep eden toplumsal biçimlerden çok bir tür toplumsal baskı
grubu işlevi olarak şekillendiğini kabul etmek gerekir. Türkiye işçi sınıfının
örgütlenme haklarını budayan yasa değişikliğine karşı on binlerce örgütlü
işçinin direnerek ve sokak gösterileriyle somutlaştırdığı, toplumsal tarihe
15-16 Haziran direnişi olarak geçen sürecin sonucunda bu yasa değişikliği
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Türkiye işçi sınıfının tarihi bir
eyleminin somutlaştığı tarihsel kazanımın dahi bir ‘yargı kararı’ olduğu
gözetildiğinde daha sakin olmak gerekiyor. Sorunu iyi tasnif etmeliyiz. Burada
sorunlardan bir tanesi, Türkiye’de örgütlü toplum kesimlerinin bir iktidar
perspektifine veya iktidara gelme iradesine yönelik kurucu faaliyet
yoksunluğunun olmasıdır. Bu demek oluyor ki bu odakların “hukuk” yaratmak
perspektifinde boşluklar mevcuttur ve mücadelesi parçalıdır. Projelere
indirgenmiştir. Olgusal düzeyde bunlar yaşanmaktadır. Sanırım soru şudur,
ekoloji mücadelesinde dava yoluyla bir toplumsal kazanım elde edebilirler mi?
Bu soruya olumlu veya olumsuz yanıt vermek için, hukuku dava açmaya
indirgememek gerektiği şerhini düşmek gerekir. Hukuki süreçler sadece dava
yoluyla karar alma sürecine katılmak demek değildir. Ancak yukarıda da
değindiğim gibi Türkiye’de muhalefet olarak kodlanan kesimler, temsili
demokrasi sınırları içinde yargısal yollarla devlet yönetimine katılmak iradesi
ortaya koymuşlardır. Evet, bu anlamda karar alma süreçlerine katılım
yollarından biri olan dava açmakla devlet yönetimine katılmanın olanaklarının
aşındığını kabul etmek gerekir. Bunun nedenine yönelik peşin yanıtım ise şu
değildir, “yönetici sınıflar geniş toplum kesimlerinin yargısal araçları
kullanarak, yatırım kararları hakkında süreçlere müdahil olmasını engellemek
istiyorlar”, iddiası kısmi doğrular içermektedir. Çünkü, bu durum tüm bir
kapitalist tarihsel seyirde bu şekilde açığa çıkar. Hiç bir yönetici sınıf veya
egemenler, geniş halk kesimlerinin karar alma sürecine katılmasına müsaade
etmez. Peki bugün bugüne özgü olan hal ve şartlar nelerdir? Soru şöyle
sorulabilir, dava açarak ekoloji mücadelesinin kazanım elde edebileceğinin
dayanakları nelerdir? Bu dayanak kapitalist sistemin asgari bir siyasal
liberalizme veya temel hak ve özgürlüklere dayalı olduğuna dair kanaate
yaslanmaktadır. Oysa kapitalist sistemin demokratik olamayacağı hele bugün ki
dünya koşullarında yeterince ortadayken, bu beklentinin nedeni galiba toplumsal
mücadelenin, kurucu bir irade olarak değil daha çok bir baskı grubu olarak
ortaya çıkmış olmasıyla ilgilidir. Tıpkı 15-16 Haziranı yaratan işçi sınıfının
elde ettiği pratik kazanım da göz önünde bulundurulduğunda, sorun siyasal alana
bakış açımızla ilgili olduğunu daha açıkça söylemek gerekecektir.
YARGI KARARI KAZANILMASI BAŞARI OLARAK KODLANAMAZ
Örneğin, termik santrallere, nükleer santrallere,
köprü-otoyol inşaatlarına, altın işletmeciliğine hatta taş ocaklarına yol
veren, siyasi-ekonomik “sürdürülebilirlik” çizgisini buralarda arayan siyasi
iktidarın mahkemelerle durdurulma olasılığı var mı? Evet var. Hukuk toplumsal
ve siyasal olarak bir ülke sınırları içinde yaşayan halkın nasıl, hangi
kurallarla yaşayacağına yönelik normlar bütünüdür. Hukukun hem yasal hem de
toplumsal dayanakları vardır. Yasalar ne derse desin, toplumsallaştırılmamış
bir yasa pratikleşmez. Toplumun kültürlenme, hayatla ilişkilenme biçimi
yasaları yeniden ve yeniden üretir. Bu anlamda da asıl önemli olan şey,
toplumun ne istediğidir. Toplum ne istiyor? Bu istediği şeyin
yönetimselleşmesini talep ediyor mu? Eğer toplumun adil, ekolojik ve eşitlikçi
bir sistem iradesi ortaya çıkarsa, doğaya bir toprak rantı gözüyle
bakmadığı ekonomik algısı somutlaşırsa, üretime yönelirse, demokratik planlama
pratiklerini esas alarak gelişmeyi ve iyi yaşamayı, yaşamını kurgulamayı
isterse evet mahkemelerden de yasama organlarından da bambaşka kararlar çıkar.
Türkiye’de korumaya esas değer olan iklim, çevre, kent gibi alanlarda açılan
davalara bakıldığında mahkemelerin “manifesto” gücünde kararlar vermediği ve
mahkemelerin de işlevinin bu olmadığı görülür. Türkiye’de son 20 yılda açılan
ÇED davalarının hiç birinde, hukuk yaratacak bir maddi hukuk tartışmasının
olduğunu söylemek güçtür. İptal kararlarının esasını izin belgesinin yer seçim
kriterleri veya teknolojik alternatifler yönünden hukuka aykırılıklar taşıdığı
gerekçelerine dayandığını görmek mümkündür. Örneğin, Türkiye çevre mücadelesi
açısından çok önemli sayılan Bergama altın mücadelesi sürecinde idare
tarafından ilgili altın işletmesinin kurulmasına yönelik verilen çed olumlu
kararının iptali davasında mahkeme siyanür liçi yönteminin yaşama hakkı ihlali
sonucunu doğuracağını söyleyerek iptaline gerekçe yaratmıştır. Yani seçilen
teknolojinin yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ya da Cerattepe ile ilgili verilen
ilk mahkeme kararında, bu maden arama faaliyeti için seçilen yerin yanlışlığına
vurgu yapılmıştır. Mahkeme kararları çevre hukuku ilkeleri ekseninde örneğin
ihtiyatilik ilkesine dayalı olarak gelişmemiştir. Burada asıl sorun, ekoloji
mücadelesinin salt proje izin süreçlerine indirgenen pratiklerinde aranmalıdır.
Çevresel yıkım ortaya çıkmadan, kirletici yatırımların engellenmesi için açılan
davalar ekseriyetle işte bu izin süreçlerine dair davalardır. Korunan değeri
tehdit edecek izin süreçlerine dava açılmış ve fakat iptal kararları sonrasında
daha etkili ÇED raporları alınarak yeni izinlerin verilmesinin toplum kesimleri
üzerinde yıldırıcı ve motivasyon bozucu bir etkisi olduğu kabul edilmelidir.
Ancak, bu da çevre korumanın sadece yargı kararıyla bir işlemin iptalinde
başarı gören yaklaşımın ürünüdür. Toplumsal yaşamın mahalle, ilçe, il ve ülke
düzeyinde nasıl oluşturulacağı sorunu es geçilmeden bu kazanım ve kayıp
meselesine yanıt üretmek gerekecektir.
2. HUKUK YARATMAK...
Dediğim gibi kategorik olarak bir davanın kazanılması doğa
varlıklarının da kazandığı anlamına gelmediği gibi bir izin sürecine yönelik
davanın kaybedilmesi de ekolojik yıkıma neden olacağı anlamına gelmez. Dava
süreçlerine bu denli anlam yüklemeyi doğru bulmuyorum. Davaların kazanılması
veya kaybedilmesi toplumsal mücadele pratiklerinde nasıl bir uğrağa işaret
ediyor buna dikkat kesilmek gerekir. Örneğin, bir dava süreci olarak
Yuvarlakçay’da ortaya çıkan nöbet çadırları da kurucu bir hukuk aracıdır.
Yargısal yollara başvurarak yurttaşların idareye yönelik, “Bu kararınız doğru
değil” bu karardan vazgeçin çağrısından belki de daha değerlidir. Ancak bu tür
kurucu hukuki pratikler, kalıcı değil geçici formlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu formlar, dava süreçlerine ve davadan elde edilecek başarıya ve hatta
davaları belirlemeye dönüşebilmektedir. Oysa davalar kaybedilebilir. Ya da hiç
dava açılmamış da olabilir. Önemli olan hukuk yaratmaya yönelik iradenin nasıl
tecelli edeceğidir. Toplumlar davalarını üretimi yönetemediklerinde kaybeder,
davaları kaybettiklerinde değil.
3. ADALETE CÜRET ETMEK GEREKİR
Adalet duygusunun güvencesi güçlü bir kamu yönetimdir.
Toplum kamusallıklar yaratarak güçlü bir kamu yönetimi inşa edebilir.
Türkiye’de planlı dönemin sona ermesine paralel devletin ve aslında adalet
hizmetlerinin de piyasalaştırılması süreci yaşanmıştır. Devlet bir
şirkete dönüştürülmek istenmiştir. Yeni kamu işletmeciliği denilen yaklaşımla
devlet kapitalizmi inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu sürecin yaklaşık 40 yıllık
bir neoliberal politikalar geçmişi de vardır. Bu geçmiş içinde, temel hak ve
özgürlükler gibi ekonomik ve sosyal haklar da gerilemiştir. Toplum genelleşmiş
bir yönetim sistemi kuramamış, haklarını korumaya yönelik örgütlülüklerini
yitirmiştir. Adalet mekanizmasının güç ilişkilerine bağlı olarak anlam
kazandığı bir dünyada, yasaları uygulayanların da bu güç dengelerine bakarak
karar vermesi kadar normal bir tutum yoktur. Bir hassas terazi beklentisi,
maalesef ham bir hayaldir ve toplumsal bir değeri yoktur. Kadınlar güçlü
değilse, medeni haklar zayıflar; yoksullar güçlü değilse kentler mutenalaşır,
köylüler güçlü değilse dereler satılır. Peki bu adaletsizlikle yasaları ayakta
tutmak mümkün mü? Bu olanağı da iyi görmek ve adalete cüret etmek gerekir...
4. DEVLET SİZE MERHABA DER
Kapitalist sistemin krizi ile devlet krizi arasında
paralellikler vardır. Ama bir ve aynı şeyden bahsetmek mümkün değildir. Bugün
adalet sisteminin bir kamu politikası olarak tıkanması, kapitalist sistemin
arzu ettiği bir durumdur. Kamu yönetiminin işlemesi, Türkiye gibi ülkelerde
gelişen üretim dışı büyümeci sistem için bir tehdittir. Bu nedenle de dava
açmanın sisteme meşruiyet sağladığını söylemek totoloji yaratır. Çünkü devlet
düzeni modern toplumun her anına içkindir. Sabah kalkıp yüzünüzü yıkadığınızda
devlet size merhaba der. Kanalizasyon ve su idaresi oradadır. Sokağa
indiğinizde belediye sizi kaldırımlarıyla karşılar. Karşıdan karşıya geçiren
ışıklar da öyle... Bu nedenle de devletin bir düzen kurucu olarak varlığını
modern toplumlar hayatlarından çıkartamayacaklarına göre ve anarşizan bir devletli
toplum olmayacağına göre kamu yönetiminin adilleştirilmesinin sadece küçük bir
uğrağı olan yargısal yollara başvurmak ısrarla kamu düzeninin toplum tarafından
yaratılma iradesinin sahiplenilmesi olarak görülmedir.
5. VATANDAŞLIK HUKUKUN TA KENDİSİDİR
Sanırım bu soruya yukarıda yanıt vermiştik. Vatandaşlık
hukukun ta kendisidir. Gerisi çıplak doğadır.
6. MUKTEDİR OLMAYA YÖNELMEK GEREKİR
Yukarıda da vurguladığım gibi hukuk yaratma mücadelesi asıl
ve tek bir mücadeledir. Siyasal mücadelenin kendisi bir hukuk yaratma
iddiasıdır veya değildir. Türkiye’de toplumsal mücadele pratikleri hukuk
yaratma mücadelesine dönüşmemiştir, bir hukuk mücadelesi olarak kalmıştır.
Hukuk mücadelesi de dava kazanmakla sınırlı bir perspektiften öteye
toplumsalın örgütlenmesine dair önemli kazanımlar ortaya koyamamıştır. Ekoloji
mücadelesi dahil Türkiye’de toplum kesimlerinin kendi kendini yönetme iradesini
ortaya koyabilmesi gerekir. Toplumlar üretmek zorundadır. Üretimlerini
planlamak ve bu üretimi de yönetmeleri gerekir. Türkiye toplumu geleceğini,
doğasını ve emeğini üretmek zorundadır. Bu üretimi de yönetmelidir. Fakat
görüleceği üzere seçilen terminoloji bile daha çok, üretimi yönetmekle ilgili
değil mevcudu korumakla ilgilidir. Yaşam savunuculuğu değil, yaşamı üretmek
bence bugün yapılması gereken şeydir. Ekolojiyi mevcut yönetimlerin
koruyamadığını söylemek yeterli değildir. Ülkenin nasıl gelişeceğini, nasıl iyi
yaşanacağını, nasıl korunacağını, planlanacağını bir arada düşünmeye sıçranmazsa
mevcut durumdan bir ders çıkartılamaz. Muhalefet kalmaya değil muktedir olmaya
yönelmek gerekecektir.
7. İNSAN PARÇALANIRSA ŞEHİR DE PARÇALANIR
8. ÇEVRE KORUMANIN ARACI OLAN DAVA
Evet bir kez daha söylemek gerekir, hukuki süreçlerden
yalnızca biridir dava açmak. Davanın da amacı bellidir. Halkın meramını yargı
yoluyla devlete ulaştırarak karar alma sürecine katılmak. Karar alma sürecine
katılınıldığı anda davanın işlevi ortadan kalkar. Amaç yerine gelir. Hukuk yaratmak
için yargısal yollarla karar alma sürecine katılmak gerekmez. Çevre korumanın
aracı olan dava açarak yargısal yolla karar alma sürecine katılım, davanın
aktörleri tarafından bir amaca dönüşebilmektedir. Hatta öyle bir amaca
dönüşmektedir ki dava açmakla istenilen hedefler bile unutulmaktadır. Bir süre
sonra da bir kaç avukatın yürüttüğü bir yargısal hizmete dönüşmektedir. Tabii
ki eğer yurttaşların katılım iradesinin sınırını talep ettikleri dava konusu
oluşturuyorsa, kitlesel mücadelenin devam etmesinin de bir sebebi
kalmayacaktır. Ancak dava açma iradesinin temsil ettiği değerlerle kitlesel
mücadelenin konusu arasında bir çatışma veya bir yakınlık-akrabalık olsa bile
bir özdeşlik yoksa kitle mücadelesiyle ontolojik çelişkiler yaşayabilir. Kitle
mücadeleleri davayı kendi mücadelelerin bir aracı olarak görüyorlar mı
görmüyorlar mı ? Buna yanıt vererek bu sorunun yanıtını almak mümkündür. Kitle
mücadelesi neyi amaçlıyor? Bu tartışma bitmek bilmez bolşevik parti menşevik
parti tartışmasına da dönüşebilir.. Lakin durumun pek öyle olduğunu
düşünmüyorum. Asıl sorununun kitle mücadelesinin iktidar ufuğuyla ilgili
olduğunu düşünüyorum. Siyaseti davaya indirgeyen bir havaleci siyaset tarzının
Türkiye’de hakim olduğunu düşünüyorum. Bu tarz da sadece çevre mücadelesine
falan da has değildir. Bu nedenle de kitlesel mücadeleyi sönümlendiren asıl
şeyin onun siyasal ufku olduğunu değerlendiriyorum. Kitle örgütlülüğü hukuk
yaratmak istedi de bunu mahkeme kararları mı engellemiştir? Böyle bir kitle
örgütlülüğü ve önderliği falan
yoktur.
yoktur.
SORULAR:
1. Son gelinen aşamada ekoloji mücadelesinin hukuksal
süreçlerle bir kazanımı olabileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin, termik
santrallere, nükleer santrallere, köprü-otoyol inşaatlarına, altın
işletmeciliğine hatta taş ocaklarına yol veren, siyasi-ekonomik
“sürdürülebilirlik” çizgisini buralarda arayan siyasi iktidarın mahkemelerle
durdurulma olasılığı var mı?
2. Takip ettiğiniz, kazandığınız ama bir türlü yargı
kararlarını uygulatamadığınız, sonuçta da ekolojik yıkıma, doğa tahribatına ve
vatandaşların hak kaybına neden olan davalarınız var mı? Bir iki örnek verir
misiniz?
3. Şu anki yasalar ve adalet mekanizması ile ekolojik
tahribatı önlemek mümkün mü?
4. Eğer yanıtınız olumsuzsa, açılan her davanın, tıkanan,
iyice içinden çıkılamaz hale gelen sisteme olan güveni yeniden oluşturduğu, bir
anlamda ona kan taşıdığı görüşüne katılır mısınız?
5. Yurttaşlara bu koşullarda bile olsa “Hukuktan
tamamen vazgeçin” demek mümkün mü?
6. Yanıtınız olumlu ise hukuk mücadelesi yerine yaşam
alanlarının savunulması için neler yapılmalı sizce?
7. Sizce halk desteği ve kitlesel mücadele ile yargı
kararları arasında doğrudan bir bağlantı var mı?
8. Son olarak, hukuksal süreçler halkın kitlesel
mücadelesinin sönümlendirilmesi noktasında siyasi iktidar tarafından
kullanılıyor mu? Bergama, Gezi Parkı ve son olarak Artvin mücadelelerini bu
açıdan değerlendirilebilir misiniz?
Yarın: Yaşam nöbetlerinden yeni bir hukuk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder