11 Ağustos 2019
Pazar yazısını gazeteye göndereceğim günün sabahı istemeye
istemeye konusunu değiştirirken aklıma Neruda'nın bu şiiri geldi;
"soruyorlar bana / neden söz açmaz şiirlerin / doğduğun
ülkenin aktif volkanlarından / sonbaharda sararan yapraklardan... / gel de gör
/ caddeler de kan revan ".
İnsana ağız tadıyla bir eko kurgu öyküsü yazdırmıyorlar
vesselam! Hani yazılan öykülerde öyle iç açan, ferahlatan şeyler olmuyor
genellikle. Nerede bir çevre sorunu var, nerede bir kuşun yuvası bozulmuş,
nerede bir ağaç köklenip asırlardır kaldığı topraklardan koparılmış onların
öyküleri yer alıyor bu köşede ama o kuşun, ağacın, esişine gem vurulmuş
rüzgarın hüznünü öykülerle anlatmanın da başka bir tadı var. Okurların şimdiye
kadarki geri dönüşünde bu tadı sadece yazarının almadığı da bir gerçek.
Laf uzun köşe kısa. Bu hafta Ege'nin orta yerindeki Murat
Dağı’nın zirvesinde, ömrünü tamamlamış ve olduğu yerde kuruyup kalmış asırlık
bir ardıç ağacı ile hemen yanı başında boy veren iki yavrusunun öyküsünü
anlatacaktım sizlere. Haftaya kaldı artık bu eko kurgu öyküsü. Umarım başka bir
şey çıkmaz!..
Bugünkü yazıda ise bir başka kurguyu anlatacağım. On yılı
aşkın bir zamandır yaza yaza klavyeleri aşındırdığım o kurguyu tekrar ve tekrar
yazmak zorunda kalacağım. Ne yazık ki!..
Bu ülkede meslek onurunu üç kuruşa pazarlayan
'gazetecilerin', kendi vatandaşını yalan olduğunu bile bile 'ajan' olarak
damgalamakta beis görmeyen siyasetçi bozuntularının, eline tutuşturulan
belgeleri doğru mu yanlış mı diye araştırmadan, kulağına fısıldanan gizemli
koltukların tatlı hülyasına dalıp 'kitap' diye yayınlayan, ancak bunun bedelini
canıyla ödeyen akademisyenlerin, omzundaki yıldızları ülkesinin, halkının
çıkarları uğruna sınır boylarında, dağ başlarında değil, koruyuculuğunu yaptığı
zengin sofraların, yaldızlı sarayların kapısında parlatan komutanların, derin
devletin izbe koridorlarında semizlenmiş tetikçilerin, onları birer piyon gibi
oynatan, iplerini ellerinde tutan adı cemaat özü menfaat çetelerinin ve dahi
onların da tepesinde tüm bu olan biteni bir tiyatro oyunu gibi kurgulayıp
sahneleten uluslararası yamyamlar imparatorluğunun kurgusunu yazacağım yine.
YILANA DEĞİL YALANA SARILIYORLAR
Sabah gazetesinin kıdemli köşe yazarı Hıncal Uluç'un
yazısını okuduktan sonra geçen hafta yazdığım konuyu bu hafta da yazmak zorunda
hissettim. Aslında bugüne kadar haftanın her günü benzer haberlerin, benzer
köşe yazılarının, olayı bilip bilmeden 'sallayan' yandaş kalemşorların, sosyal
medya trollerinin onlarca aksiyonuna tanıklık ettik. Şimdiye kadar, hep
olageldiği gibi başı sıkışan, denize düşen iktidar ve şirketler hemen bu
kullanışlı yalana sarılmıştı, yine öyle oldu. Yılana değil yalana sarılmanın
faydasını yıllardır görüyorlar çünkü...
Hıncal Uluç, yirmi yılı aşkın bir zaman önce yazdığı köşe
yazılarını da anımsattığı 8 Ağustos tarihli yazısının bir yerinde kendisini
sanki bir "dejavu"nun içindeymiş gibi hissettiğini söylüyor. Haklı
da! Biz nedenini söyleyelim; kendisi yıllardır hep aynı yalan-dolan dejavusu
içinde debelenip duruyor da ondan!..
20 yıl önce, Bergama Köylülerinin siyanürlü altın madenine
karşı dillere destan direnişini "Alman vakıflarının, dış güçlerin
işi" diye karalamak, bu yönde yaratılan algı ile köylülerin mücadelesine
kamuoyunda oluşan sempatiyi kırmak ve nihayetinde altın madenciliğinin önündeki
bu en büyük engeli ortadan kaldırmak için ortaya konan "psikolojik harp
oyunu"nun ilk aktörlerinden birisiydi Hıncal Uluç.
Bu oyunun en önemli aracı olan Dr. Necip Hablemitoğlu’nun
yazdığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” kitabı Ağustos 2001 tarihinde
çıktı. Kitapla ilgili basında çıkan ilk yazılardan birisi de Hıncal Uluç’a
aitti. 11 Eylül 2001 tarihli Sabah Gazetesi’ndeki köşesine “Tüyler ürpertici
oyunlar” başlığını atan ve Hablemitoğlu'nun kitabını öve öve bitiremeyen Uluç
şöyle diyordu; "... yıkanmış beyinleri, ya da kulaklarına doldurulmuş
yarım yamalak bilgilerle, Hopdedikslere alkış tutanlar, neye ve nasıl alet
edildiklerini görmek için okumalılar... Çevrecilik diye uyutulan kitleler, bu
kutsal kurumun, Türkiye aleyhine, hangi dış güçler tarafından, nasıl haince
kullanıldığını anlamak için okumalılar”.
Sabah gazetesinde 8 Ağustos tarihli köşesinin başlığında
"Alman vakıfları Türkiye’de altın çıkarılmasına neden karşı?" diye
soran Uluç, 20 yıldır yazmaktan usanmadığı/utanmadığı bir yalanı, bu sefer Kaz
Dağları için verilen mücadeleyi karalamak için tekrarladı. Hep aynı yalanlar,
aynı altı boş iddialar, tarihi olay ve olguları çarpıtmalar... Sonra da
"dejavu gibi" diyor!..
"OYUN BÜYÜK KARDEŞLERİM"!
Ne Hıncal Uluç'un ne geçen hafta iki kez köşesinde bu
yalanları gündeme taşıyan, oyuncu, yönetmen Gupse Özay'ı Kaz Dağları ile ilgili
mesajı sonrası Bergama Köylülerinin avukatlığını yapan babası Senih Özay
üzerinden linç etmeye soyunan Türkiye Gazetesi yazarı Fuat Uğur'un, ne
Hablemitoğlu'nun tezlerine atıfta bulunup Kaz Dağları’ndaki doğa talanına karşı
çıkanları "dolduruşa gelen çevreciler" olarak niteleyen Aydınlık/Vatan
Partisi kadrolarının söylediklerinin gerçekle en küçük bir ilgisi var. Bunu
aslında onlar da biliyor ama "oyun büyük kardeşlerim"!..
Bu oyunu, 2011 yılında Evrensel Basım Yayın tarafından
yayınlanan "Kuyudaki Taş/Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği" adlı
kitapta en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle deşifre etmeye çalıştım.
Oyunun izini, başrol oyuncusunu (Hablemitoğlu) ölüme götüren sürece ve onu
öldürenlerin kimliğine kadar sürmeye gayret ettim. Kitapçılarda hâlâ var.
İnternette de kitabın çok geniş bir özetini 5 gün süren bir dosya yazısı olarak
aktardım.
İki cümlelik özetle; dün Bergama Köylülerinin altın madenine
karşı mücadelesini "Arkalarında Alman vakıfları-dış güçler var" diye
karalayanlar bugün Kaz Dağları mücadelesini de aynı yolla karalamaya,
ötekileştirmeye, toplumun gözünden düşürmeye çabalıyor.
Bu oyunun bugüne kadar karanlıkta bırakılan gerçeklerini gün
yüzüne çıkarıp, ortaya koyanları deşifre etmeden bu 'kullanışlı yalan' dolaşıma
sokulmaya devam edilecek. Utanmaları yok bunların, yurt, doğa, çocuk sevgisi
yok! Yıllar önce yazdığı yalanı aradan 20 yıl sonra yeniden dolaşıma sokup buna
"dejavu" diyecek kadar da kaşarlanmışlar!
Hadi bakalım; biz "söylesem tesiri yok, sussam gönül
razı değil" demeden bu yalanı yüzünüze vurmaya, siz de bu dejavuyu görmeye
devam edeceksiniz!..
* Dejavu: Anı daha önceden yaşamışlık hali.
Özer Akdemir’in 2011’de hazırladığı “Alman Vakıfları ve
Bergama Gerçeği” başlıklı dosyada yer alan başlıklar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder