7 Eylül 2012 Cuma

Her muhalif ses baskıyla karşılaşıyor

  • Her muhalif ses baskıyla karşılaşıyor
  • PROFESÖR CEM TERZİ, MÜGE TUZCUOĞLU OTURUMUNU DEĞERLENDİRDİ
  • Arif Koşar
  • Karaburun Bilim Kongresinin konuklarından birisi de Müge Tuzcuoğlu’ydu. Evet, Müge Diyarbakır’da, cezaevinde ama İzmir Karaburun’a ‘gelme’yi de bildi. Ve bir oturuma da adını verdi. Eylül ayında Müge’nin davası görülmeye başlıyor. Karaburun Bilim Kongresi de, “Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar” sözüne atıfla düşünce ve ifade özgürlüğünü, Müge özgülünde de hükümetin ifade özgürlüğü alanında icraatlarını sorgulama hakkını gündeme taşımış oldu.
    Kongrenin Bilim Kurulu Üyelerinden Prof. Dr. Cem Terzi ile, Müge’den yola çıkarak düşünce özgürlüğünü ve sözcülüğünü yaptığı Onurumuzu Savunuyoruz Hareketinin temel problemi olan akademik özgürlüğü konuşuyoruz.

    Öncelikle, Müge, Karaburun’a nasıl ve neden geldi?
    Müge Tuzcuoğlu biliyorsunuz 8 Martta tutuklandı. Yaklaşık 6 aydır Diyarbakır E Tipi Cezaevinde. Bir antropolog. Bütün çalışma hayatını ve yaşamını topluma ve bilime adamış bir genç insan. ‘Kapitalizmin kıskacında doğa, toplum ve teknoloji’ konulu bir oturumun onun adıyla başlaması, onun özgürlüğünün elinden alınmış olmasına tepkimizi ve dayanışma ruh halini kendisine iletmek içindir.

    Türkiye’de ifade özgürlüğüne dair problemler olduğu biliniyor. Geçtiğimiz günlerde yapılan adli yıl açılış törenlerinde de ifade özgürlüğü gündeme geldi ve yargının en üst kademesinden de dile getirildi. Siz bir bilim insanı olarak Türkiye’de ‘ifade özgürlüğü’ problemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Çok olumsuz bir dönemden geçiyoruz. İfade özgürlüğü, düşünme özgürlüğü, düşündüğünü söylemek ve uygulamak adına her çeşit baskı ortamıyla karşı karşıya toplumun birçok kesimi. Her muhalif ses, hangi alanda olursa olsun baskı ve susturmayla karşı karşıya kalıyor. Kapitalizmin kriz dönemlerinde, kapitalizm, krizi aşmak için kendine yeni metalaşma alanları buluyor, sunuyor. Türkiye’de, periferik kapitalist bir ülke olarak böyle bir dönemden geçiyoruz. Eğitim, sağlık gibi alanların piyasalaşmasını görüyoruz. Bu alanlarda kapitalizmin evrilmesi hızla devam ederken yeni alanlara ihtiyaç duyuyor. Mesela doğa… Gerek Onur Hamzaoğlu’nun başına gelenler, gerek Beyza Üstün’ün uğradığı tehdit gibi, doğanın sermayeleşmesi sürecine yönelik olarak iktidar tarafından bastırma süreçleri uygulanıyor. Benzer yönleri var. Yürütücüsü olduğumuz Onurumuzu Savunuyoruz Hareketi, Kocaeli bölgesinde demir çelik fabrikasının kurulmasıyla halk sağlığının olumsuz etkileneceğini açıkladığı için suçlandı. Çevreye ve toplumun sağlığına rağmen yapılan bir şey, büyük bir ekonomik beklenti var. Toplumun kendi başına neyin geldiğini anlaması için ürettiği bilgiyi sunan insanlar doğrudan baskı altında kalıyorlar.

    Oysa bilim insanı için bu bir görev olsa gerek…
    Evet, bilim insanının tanımında yer alır. HES mücadelesinde Beyza Üstün yer alıyor. Biliyorsunuz HES’ler de aslında doğaya, insana rağmen egemen olmaya çalışmak. Bir daha geri dönüşü olmayacak sorunlara yol açıp kısa ve orta vadede enerji ihtiyacını gidermeye yönelik. Buna da HES yapılmaya çalışılan her yerde insanlar direndiler. Ama gerek şirketler gerek iktidar birlikte, gerektiğinde şiddet kullanarak toplumu bastırıyor. Bu anlamda da toplumsal sorumluluğu olan akademisyen, ona dair bir çabaya girdiğince, HES’lerin suya ve canlılara nasıl bir zarar verdiğini anlattığında, onlar da baskı altında kaldı.

    Bu yalnızca doğaya yönelik bir saldırı mı?
    Bu dönem kapitalizmin doğaya da saldırması, doğayı insandan ayırmamak gerektiğini düşündüğümüzde bu insana da bir saldırı. Bilim Kongresi bu saldırının gözler önüne serildiği bir dört gün. Her oturumda kapitalist gelişmenin ve piyasanın insan insan ve doğa insan ilişkilerini nasıl tahakküm altına aldığı, çeşitli çalışmalarla gözler önüne serilecek.

    Siz Onurumuzu Savunuyoruz Hareketinin yürütücülerinden birisiniz. Uzun bir mücadele sürecinde yer aldınız, almaya da devam ediyorsunuz. Bilim insanlarının buluştuğu bu kongrede akademik özgürlük önemli bir gündem sanırım.
    Üniversitelerle ilgili özel oturumlar var. Neoliberal dönüşüm sürecinde şirketleşen üniversite konusu detaylarıyla ele alınacak. Birincisi vakıf üniversiteleri adı altında Türkiye’de özel üniversiteler kuruluyor. Devlet desteği ve kaynaklar alınarak. İkinci boyutu bu özel üniversiteler uluslararası şirketlerle işbirliği yapıyor. Uluslararasılaşma ama şirketleşerek uluslararasılaşma. Para karşılığı diploma dağıtma kurumları haline gelmesi gibi bir süreç yaşıyoruz. Tarihi, 80 yıllık üniversiteler, gelişmiş nitelikte kamu üniversiteleri, yönetim ve işletme düzeyinde yapılan değişiklikler, kamu üniversitelerinin şirket yapılarına dönüşmesi. Üniversitelerin mütevelli heyetleri tarafından yönetilmesi, üniversitelerin iş adamları ve sermaye çevreleriyle ilişki içinde olması. Müfredatlardan derslerin belirlenmesine kadar iş çevrelerinin konulara müdahil olması gibi bir değişim süreci var. Bu neoliberal saldırı akademiyi akademi olmaktan çıkaran büyük bir saldırı. Biz bunu her gün hissediyoruz.

    Nasıl hissediyorsunuz, ne gibi sorunlarla karşılaşıyorsunuz?
    Örneğin tıp fakültelerinde performansa dayalı bir sisteme geçildi. Baktığınız hasta sayısına göre ücret alıyorsunuz ve öğrenciye eğitim verecek, uzmanlık kazandıracak bir işleyişte bulunamazsınız. Herkes ameliyat yaparak, hasta bakarak süresini geçiriyor, hem eğitim hem araştırma anlamında çok ciddi sorunlar yaşanmakta. Hastane yöneticileri çokça size giderleri azaltmaktan bahsediyorlar. Sürekli paranın konuşulduğu bir ortamda, öğrenciye etik düşüncesi vermek de giderek zorlaşıyor. Kamu üniversiteleri hastanesinin amacı  kâr etmek oluyor. Buna göre bir yapılanma var, işletme alanında daha mükemmel olması için her gün yeni bir tedbir alınıyor.

    Akademik alanda nasıl müdahalelerle karşılaşıyorsunuz?
    Bu müdahaleler bazen doğrudan oluyor ama doğrudan olmasa bile siz araştırmanın aktörlerini değiştirdiğiniz zaman ekstra bir şey kalmıyor. Hangi projeyi yazarlarsa destek alabileceklerini, ‘partner’ bulabileceklerini biliyor araştırmacılar. Toplumun ihtiyaçları ve akademisyenin ilgi alanında değil daha çok ticari faktörlerle belirleniyor.

    Öyleyse Karaburun Bilim Kongresi, akademik sınırlama ve baskılara karşı oluşturulan özgürlük alanlarından birisi olarak görülebilir.
    Burası bir nefes alma alanı. Dünyaya en azından soldan bakan insanların, toplumsal sorunları kendilerine akademik olarak dert edinmiş insanların, akademik üretimle insan, içinde yaşadığımız toplum arasında, devlet arasında ilişki kurmaya çalışan insanların bir araya geldiği, yaşamlarını, deneyimlerini paylaştığı, üniversitenin dört duvar arasındaki bürokratik yapısına mahkum olmadığını bir alan. Yıllar içinde de ilgi giderek artıyor. Sunumların kalitesinde de gözle görülür bir iyileşme var. Bir nefes alma borusu. Akademinin ‘steril’ insanının renksiz, felç edici etkisinden kurtulma alanı. (İzmir/EVRENSEL)

    ANAYASA ÇALIŞMASI İNANDIRICI GELMİYOR
    İfade özgürlüğüne dönecek olursak. 10 Eylülde 44 gazetecinin bir bakıma ‘ifade özgürlüğü’ davası görülecek. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Trajikomik, Türkiye bir yandan yeni bir anayasa yapmaya çalışıyor. Bunun Türkiye’yi geleceğe taşıyacağı iddia ediliyor. Ama öyle bir toplumsal olgunluk varsa ve böyle bir amaca yönelmişse bütün toplumsal kesimlerin kendisini ‘ifade etmesi’, söz söylemesi gerekir. Bir yandan son derece ceberut biçimde görevi bu olan gazetecileri susturan, hatta onların özgürlüklerini gasbeden, ceza uygulayan bir yapı devam ederken parlamentoda anayasa hazırlanacak.
    Aslında bizim akademik özgürlük diye söylediğimiz şey, ideal bir toplumda her insan için geçerli olması gereken bir temel unsur. Maalesef bu noktadan çok uzağız. Bu noktada yapılan anayasa çalışması da kimseye inandırıcı gelmiyor.
http://www.evrensel.net/news.php?id=35806

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haberin izini sürmek (Pazartesi yazısı)

  24 Haziran 2024 04:25 Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel   Özer Akdemir Tüm yazıları Geçen senenin mart ayıydı. Gece gele...