Delik deşik tozlu bir yol, geride kalan güleç yüzlü bir
Dersimli, Pertek vapuru ve Harput Kalesi. Özer Akdemir’den tadımlık bir yol
öyküsü...
Özer AKDEMİR
Pertekvapurundan çıktığımızda saat sabah 10 sularıydı. Acıkmış
martılar, mağrur Pertek Kalesi ve sakin sularıyla Keban Barajını geride
bırakarak yine delik deşik bir yol boyunca ilerledi minibüsümüz.
Dersim’den Pertek’e kadarki bir buçuk saatlik yolun büyük bir bölümü bu bozuk
yollarda, fırtınaya tutulmuş kayık gibi hoplaya zıplaya geçmişti. Minibüsümüzün
bütün pencereleri kapalı olmasına rağmen yollardaki toz bir yerlerden giriyor,
nefes alışımızı işkenceye çeviriyordu.
40 dereceyi aşan sıcağın alnında bir kısmı çalışan ama
çoğunluğu yorgunluktan kendinden geçmiş, bir şapkanın, kökünün yarısı yol
çalışması sırasında koparılmış kuru dallı küçük bir ağacın gölgesine sığınmaya
çalışan işçilerle doluydu yol boyu. Dersim çıkışından neredeyse Pertek’e kadar yoldaki
manzara buydu.
Vapurdan çıkar çıkmaz yine karşıladı bizi yol yapım
çalışmaları. Yine toz, yine minibüsümüzün hoplayıp zıplaması, yine içimizi
dışımıza çıkarmak için uğraşan bir sarsıntı...
Sanki bütün yolları bölünmüş yol, hatta otoban yapmak için
yemin etmiş bir sistemin gazabına uğramıştık. Dersim’den Pertek’e, hadi
bilemedin oradan Elazığ’a günde kaç araç, kaç insan gidip geliyordu ki mevcut
yolu, dağı, tepeyi, ovayı delik deşik etme pahasına yeni yeni yol yapmaya
çalışılıyordu?
Yol, engebesiz bir asfalt haline geldiğinde Elazığ’a girmek
üzereydik. Hafif eğimli tepeden, geniş düz bir ovaya doğru hızla aktı
minibüsümüz.
***
Hozat Garajında indiğimde ilk karşıma çıkan pala bıyıklı
kişiyi Dersimli Rıza Kasun sandım. Yaşları hemen hemen aynı gibiydi. Beyaz
burma bıyıkları ve köşeli şapkası da. Ama Rıza Dayı değildi Harput minibüsünde
de hemen arkama oturan siyah şalvarlı, yelekli amca. Onun gibi gülmüyordu her
şeyden önce ki Rıza Dayı gibi gülen belki iki üç kişi tanımıştım ömrüm
boyunca.
Cezaevindeki HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk’un
annesi Hatun Tuğluk’un Dersim’de toprağa verilmesinden bir gün sonraydı.
Cenaze, Ankara’da mezarlığa gömüldükten sonra, ırkçı bir grubun saldırısı ve
tehditleri nedeniyle tekrar mezarından çıkarılıp Dersim’e getirilmişti. Bu
topraklar bu utancı da görmüştü!
Öğle vakti 1. Enerji Çalıştayından çıkarak Hatun anne için
verilen taziye yemeğine katıldık. İşte o yemeğe giderken gördüm Rıza Dayı’yı.
Kaldırımın kenarına kurduğu tezgahının önünden geçtik. Çerez, kurutulmuş
bitkiler, kekik, reyhan, şekerleme sattığı tezgahından öte, görür görmez “işte
tipik bir Dersimli” diyeceğiniz yüzü, küçük neşeli gözleri, uçları yukarı
kıvrılmış beyaz bıyıkları ve en önemlisi gülüşü dikkatimi çekmişti. Ne kadar
içten, ne kadar sıcak bir gülüş! Bir gülümseme bu kadar yakışırdı bir insana.
Yanından gelip geçen, milletvekilinden, belediye başkanına, Hozatlısından,
Ovacıklısına herkesin hal hatır edip, selam verdiği bir seyyar satıcı. Dönüp
bir kere daha bakma ihtiyacı duyarak hemen 20 metre ilerideki taziye
yemeğinin verildiği salona girdim.
Yemek çıkışı Rıza Dayı’nın tezgahına yürüdüm. Bir iki kelime
sohbet edip, fotoğrafını çekmek istiyordum. Birisiyle konuşuyordu yine, ısrarla
bir şeyler ikram etmek istiyordu. “Bir şey iç, aç mısın? Şunlardan yesene”
diye. Arkasından gelen HDP Dersim Milletvekili Alican Önlü ile daldıkları koyu
sohbetin de bitmesini bekledim bir kenarda. Sonra yanına gidip ‘merhaba’
diyerek fotoğrafını çekmek için izin istedim. “Fotoğraftan ne olacak benim
babam” dedi gülerek. “Çek istediğin kadar. Bir çayımı içmez misin?” Ayak üstü
konuştuk adını, yaşını sordum. Ne zamandır bu işle uğraştığını. “82 yaşındayım,
65 yıldır bu işi yaparım”. Sattığı kuru otları Elazığ’dan, Erzincan’dan gidip
kendisi alıp geliyormuş. Çay ısrarını “Arkadaşlar bekliyor” diye teşekkür
ederek geri çevirdim. Gerçekten de iki arkadaş ilerideki parkın kapısında
bizden yana sabırsız bakışlar atarak bekliyordu. Beni “Güle güle benim babam,
güle güle canım kurban” diyerek uğurladı Rıza Dayı. Gülüşü ve birkaç kare
fotoğrafı kaldı bende.
***
Harput yolu üzerinde uğradığımız askeri hastanede indi
arkamda oturan amca. Düşünceli bir hali vardı. İnince hüzünlü hüzünlü baktı
etrafına. Tatlı bir yokuşun ardından on dakika sonra Harput’a ulaştık. Kaleyi
sorduğumda “Hemen ileride, biraz aşağıda” diye tarif etti minibüsümüzün genç
şoförü. Tam da öğle sıcağında uzaktan gördüm Harput Kalesi’ni.
Tadilatta olduğunu biliyordum ama girmek serbestti. Kale
kapısına yakın yarısı ortaya çıkarılmış hamamın karşısında, ulu ağaçların
gölgesine gizlenmiş bir kır kahvesinden Harput türküleri yayılıyordu etrafa.
“Kar mı yağmış şu Harput’un başına/Kurban olam toprağına taşına”...
“3 bin yıllık duvara yazı yazmayın” levhası dikilmişti kalenin girişine. Hummalı bir çalışma vardı içeride. Toz toprakta, 40 derece güneşin altında çalışıyordu işçiler.
Burcun üzerinden öğle güneşinde kavrulan ovadaki Elazığ’a
baktım. Üç bin yıldır bu kentin üzerinde ona kol kanat germeye devam ediyordu
Harput Kalesi. Yeni taşlarla örülmüş burcun ardından yanık bir türkü
tutturmuştu işçinin biri; “Harput’un altı kelek/Dersim’e gidek gelek.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder