KUYUDAKİ TAŞ-4
Özer Akdemir
Kitabın dağıtımı konusunda o günlerde bir başka tanıklık da
Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Uğur Altunay tarafından yapılıyordu.
Altunay ‘protokol listesinde’ olan Dokuz Eylül
Üniversitesi’nin eski Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Kemal Açıkgöz’e gelen
Hablemitoğlu kitabının, Açıkgöz tarafından kendisine getirildiğini belirterek,
her protokol üyesine kitabın gönderilmesi durumunda bunun sadece posta masraflarını
hesaplayarak, şu soruyu soruyordu; ” Hablemitoğlu, en düşük tahminle bin kişiye
bu kitabı gönderdiyse, pul parası, bunların yanı sıra bin adet pulun ve zarfın
kapağının yalanması ve bin adet paketin postaneye taşınması bedeli hiç hesaba
katılmasa bile en düşük toplam 7.200.000.000 (Yedi milyar iki yüz milyon TL)
ediyor. Eee, Dr. Necip Hablemitoğlu en iyimser tahminle 500.000.000 TL aylık
alan bir öğretim elemanı ise, acaba kendisini kim finanse ediyor? Ayrıca
Hablemitoğlu bu kadar kitabı Türkiye genelindeki protokole acaba neden
gönderiyor?”
‘BULUNAMAYAN KİTAP’TAN KOLİLERCE VARDI
Cumhuriyet Gazetesi tarafından altın madeni tartışmaları ile
ilgili Ege gezisine gönderilen, bu arada altın madenini de gezip inceleyen
Aydın Engin, maden de gördüklerini daha sonra Yeni Harman Dergisinde yayınladı.
O yazıdan bir bölümü alalım;
“…Normandy Genel Müdürü çantasından Necip Hablemitoğlu’nun adını duyduğum ama henüz görmediğim ünlü kitabını, “Bergama Dosyası ve Alman Vakıfları”” kitabını çıkarıp bana uzattı:
- Engin Bey, dedi. Bu kitabı bulmak pek zor. Sanırım siyanür lobisi kitapçılardan topluca satın alıp bulunmasını engelliyor. Güçlükle kendim için bir tane bulmuştum. Onu size armağan etmek istiyorum, Çünkü sizin gibi çok değerli, çok tecrübeli, çok vatansever bir gazetecinin bu kitaptan bana göre çok daha fazla yararlanacağına inanıyorum.
Öğle yemeği için brifinge ara verildi. Yemek İçin talimat vermek üzere odadan çıktılar. Ben de ayağımda her biri iki okka çeken metal tabanlı postallardan kurtulmak üzere kendi ayakkabılarımı aramaya başladım. Odada bulamadım. Bulurum umuduyla bitişikteki bir odanın kapısını açtım. Depo gibi kullanılan bir odaydı ve ayakkabılarım oradaydı, Ayakkabılarım o odada değiştirirken gördüm,. Odanın dip tarafında 25’lik (belki de 50’lik) paketler halinde Hablemitoğlu’nun ünlü ve “bulunamayan kitabı” yığılıydı.”
“…Normandy Genel Müdürü çantasından Necip Hablemitoğlu’nun adını duyduğum ama henüz görmediğim ünlü kitabını, “Bergama Dosyası ve Alman Vakıfları”” kitabını çıkarıp bana uzattı:
- Engin Bey, dedi. Bu kitabı bulmak pek zor. Sanırım siyanür lobisi kitapçılardan topluca satın alıp bulunmasını engelliyor. Güçlükle kendim için bir tane bulmuştum. Onu size armağan etmek istiyorum, Çünkü sizin gibi çok değerli, çok tecrübeli, çok vatansever bir gazetecinin bu kitaptan bana göre çok daha fazla yararlanacağına inanıyorum.
Öğle yemeği için brifinge ara verildi. Yemek İçin talimat vermek üzere odadan çıktılar. Ben de ayağımda her biri iki okka çeken metal tabanlı postallardan kurtulmak üzere kendi ayakkabılarımı aramaya başladım. Odada bulamadım. Bulurum umuduyla bitişikteki bir odanın kapısını açtım. Depo gibi kullanılan bir odaydı ve ayakkabılarım oradaydı, Ayakkabılarım o odada değiştirirken gördüm,. Odanın dip tarafında 25’lik (belki de 50’lik) paketler halinde Hablemitoğlu’nun ünlü ve “bulunamayan kitabı” yığılıydı.”
HAVA KUVVETLERİ KOMUTANI’NDAN TELEFON
Gazeteci Aydın Engin bu önemli tanıklığını, EGEÇEP 4.
Kurultayında da anlattı. 19-20 Şubat 2011 tarihleri arasında yapılan kurultayın
ilk günü, CHP Milletvekilleri Güldal Mumcu, Kemal Anadol ve Abdürrezzak
Erten’in bulunduğu bir ortamda gördüklerini anlatan Engin, Bergama ile ilgili
haberlerine en tepeden, MGK’dan gelen tepkileri de şöyle aktardı;
“İstanbul’a döndüm, dizi yapalım bunu dedim. ‘Olur’ dediler… Bergama Bergama’da o günlerde yazdığım Tırmık’larda yerin nasıl kazıldığı, ağır metallerin ne olduğuna ilişkin öğrendiklerimi Tırmık’ladım. Bir çeşit dizide yer almayacak ufak tefek anekdotları kullandım. Sonra bana bir gün bir telefon geldi. Cumhuriyetin santralinden bağladılar buraya. Burada söylemekten hicap duyacağım bir üslupla ‘eşeğin bilmem nesine su kaçırdın gazeteci’ diye, son derece ayıp bir şekilde bana hitap etti. ‘Ne oldu’ dedim, ne kusurumuz olmuş ki? Cevaben ‘bu günkü yazın dedi.’ Eşme’de bir maden vardı. Ona da, Bergama’ya da değinen bir Tırmık’tı o yazı. Hava Kuvvetleri Komutanı o edepsiz cümleyi söyledi, ağzına geleni saydırdı, saydırdı, “haddini bil” dedi, kapattı. Ben de o sinirle ertesi gün başka bir yazı kaleme aldım, aynı konuya değinen. Ertesi gün başka bir telefon aldım. Bu sefer bir korgeneral aradı. O arada dizi bitti. O güne kadar ben Cumhuriyet’te bir dizi yaptıysam yayınlanırdı. En azından bir zorlukla, terslikle karşılaşmamıştım. Bir dizi vermiştim konuşmuştuk. Konuşmuştuk, ‘şu gün yayınlanacak’ denildi; bekliyorum. Baktım benim dizinin yerine başka bir şey yayınlanmış. Sordum ‘yayınlanacak mı yayınlanmayacak mı’ diye. Sezdim bir şeyler olduğunu. Daha sonra İlhan Selçuk beni çağırdı. Bana “bu yukarıdakiler altın madeni, Bergama konusunda neden bu kadar meselenin üstüne düşüyorlar” diye sordu. ‘Peki ne yapalım’ dedim. ‘Bir süre bekleyelim ne oluyor bir anlamaya çalışalım’ dedi. Bir süre erteledik. Ama o bir süre hiç bitmedi.”
“İstanbul’a döndüm, dizi yapalım bunu dedim. ‘Olur’ dediler… Bergama Bergama’da o günlerde yazdığım Tırmık’larda yerin nasıl kazıldığı, ağır metallerin ne olduğuna ilişkin öğrendiklerimi Tırmık’ladım. Bir çeşit dizide yer almayacak ufak tefek anekdotları kullandım. Sonra bana bir gün bir telefon geldi. Cumhuriyetin santralinden bağladılar buraya. Burada söylemekten hicap duyacağım bir üslupla ‘eşeğin bilmem nesine su kaçırdın gazeteci’ diye, son derece ayıp bir şekilde bana hitap etti. ‘Ne oldu’ dedim, ne kusurumuz olmuş ki? Cevaben ‘bu günkü yazın dedi.’ Eşme’de bir maden vardı. Ona da, Bergama’ya da değinen bir Tırmık’tı o yazı. Hava Kuvvetleri Komutanı o edepsiz cümleyi söyledi, ağzına geleni saydırdı, saydırdı, “haddini bil” dedi, kapattı. Ben de o sinirle ertesi gün başka bir yazı kaleme aldım, aynı konuya değinen. Ertesi gün başka bir telefon aldım. Bu sefer bir korgeneral aradı. O arada dizi bitti. O güne kadar ben Cumhuriyet’te bir dizi yaptıysam yayınlanırdı. En azından bir zorlukla, terslikle karşılaşmamıştım. Bir dizi vermiştim konuşmuştuk. Konuşmuştuk, ‘şu gün yayınlanacak’ denildi; bekliyorum. Baktım benim dizinin yerine başka bir şey yayınlanmış. Sordum ‘yayınlanacak mı yayınlanmayacak mı’ diye. Sezdim bir şeyler olduğunu. Daha sonra İlhan Selçuk beni çağırdı. Bana “bu yukarıdakiler altın madeni, Bergama konusunda neden bu kadar meselenin üstüne düşüyorlar” diye sordu. ‘Peki ne yapalım’ dedim. ‘Bir süre bekleyelim ne oluyor bir anlamaya çalışalım’ dedi. Bir süre erteledik. Ama o bir süre hiç bitmedi.”
LEGAL CASUSLUK!
Bergama köylülerinin altın madenine karşı verdiği
mücadelenin önemli isimlerini ve Alman vakıflarının bunları kışkırtıp, parasal
destek sağladığı iddiaları ile suçladığı dosya Nuh Mete Yüksel’in DGM savcısı
olarak son dosyası oldu. Savcı Yüksel, görevini bırakmadan hemen önce, Ekim
ayının sonunda iddianamesini hazırladı ve mahkemeye sundu. 21 Ekim 2002 tarihli
iddianamede, aralarında Alman vakıflarının yöneticileri, İstanbul Barosu
Başkanı Yücel Sayman, Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Bergama
köylülerinin sözcüsü Oktay Konyar, köylülerin avukatı Senih Özay, turizm
işletmecisi Birsel Lemke ve Bergamalı işadamı Özcan Durmaz’ın da bulunduğu 15
kişi hakkında, “Türkiye’nin bütünlüğü ve laik devlet adına gizli ittifak
oluşturmak” suçundan 15 yıla kadar ağır hapis cezası istemiyle dava açtı.
CEMAATİN İLK KASETİ
Nuh Mete Yüksel sadece Bergama ve Alman Vakıfları olayı
değil, o dönemlerde kamuoyunda ve siyasette bir hayli tartışılan başkaca
davaların da savcısıydı. Bunların başında da Fethullah Gülen’e ve o zamanlar
adı sıkça başbakanlık için geçen Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı davalar
sayılabilir.
Savcı Yüksel, günümüzde çok sık gündemimize gelen “kaset
komploları”nın belki de ilkine muhatap olarak her iki davadan da uzaklaşmak
zorunda kaldı. Bir kadınla özel görüntüleri nedeniyle hakkında soruşturma
açılan Savcı Yüksel, “meslek onuruyla bağdaşmayan davranış” gerekçesi ile DGM
Savcılığından düz savcılığa alındı. Kaset komplosunu yapan kesim olarak açıkça
Gülen Cemaatini işaret eden Yüksel’in giderayak açtığı son davası ise Bergama
ve Alman Vakıfları Davasıydı.
Eskişehir Emniyet Müdürlüğü görevinde iken,“Haliç’te Yaşayan
Simonlar. Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabı yazarak dikkatleri üzerine çeken
eski İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı kitabında Savcı Yüksel’e yapılan bu
kaset komplosunun Fethullah Gülen Cemaati tarafından yapıldığı ileri sürüyordu.
Davanın üçüncü duruşmasında esas hakkında mütalaasını veren
Savcı Dilaver Kahveci, Alman vakıflarının tüm faaliyetlerinin kamuya açık
olarak yapıldığına dikkat çekip, sanıklar hakkında suç unsuru oluşmadığını
belirterek beraatlarını istedi. Bu arada mahkemeye müdahillik talebinde bulunan
yazar Ergün Poyraz’ın bu talebi mahkeme heyeti tarafından reddedildi. Son
savunmaların ardından mahkeme 4 Mart 2003 tarihine ertelendi.
Mahkeme, “sanıkların üzerlerine atılı suçu işlediklerine
dair delil bulunamadığından beraatlarına oy birliği ile karar” verir. Dava,
Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü verilerine göre adeta ‘jet’ hızıyla
sonuçlanmıştı. 2001 yılı sonu itibariyle DGM’lerdeki yargılama süreleri
ortalama 336 gün iken, bu davada mahkeme heyeti 69 gün de kararını vermişti.
KİTABI KURTARACAK TEK BİR ŞEY VARDI
Casusluk davasının belki de en önemli delili Levent Akçit
adlı Bergamalı köylüye, Oktay Konyar aracılığı ile Özcan Durmaz tarafından
gönderilen 200 milyon TL’lik paradır. Yeni askerden gelen Akçit’in madene
girmemesi için Özcan Durmaz’ın taş ocağında bir bekçilik ayarlanır ve ilk
maaşından avans olarak 200 milyon TL hesabına gönderilir. Bu paranın dekontu
Hablemitoğlu tarafından öldürüldüğü gün Star Gazetesi’ne gönderilmiştir. Yani
Hablemitoğlu öldürüldüğü gün bile yazdığı kitaptaki iddiaların arkasında
duran, bunu güçlendirmek için gazetecilere kendince çeşitli belgeler gönderen
bir pozisyondaydı. Hablemitoğlu’nun dayandığı en önemli belgelerin sahte, bu
belgeyi veren kişinin ‘hayali’ olduğu gerçeğinden yola çıkarsak iki olasılık
gündeme getirilebilir:İlki; Hablemitoğlu bu belgenin ve kişinin sahte olduğunu
bilmiyordu ve yazdıklarının doğruluğuna yüzde yüz inanıyordu. Ancak, bu
bahsedilen belge ile ilgili çok sayıda kişinin kendisine ulaşmaya çalıştığı,
belgeyi istedikleri, belgeyi sızdırdığı ileri sürülen Prof. Dr. Metin
Deliormanlı hakkında bilgi istediği göz önüne getirilirse, ya bu sahte
belgeleri Hablemitoğlu kendi uydurdu ve bu nedenle tezini sonuna kadar
savunuyor, ya da bu belgeyi kendisine ulaştıranlara sonsuz güveni vardı.
İkincisi daha akla yatkın görünse de, bu belgelerle ilgili
üzerine bu kadar gelen varken, acaba bunların sahte olabileceği düşüncesi
aklından hiç geçmedi mi? Böyle olsa herhalde öldürüldüğü saate kadar sahte
belgeler üzerine oturttuğu kitabındaki tezleri savunmazdı.
İkinci bir olasılık ise; Hablemitoğlu başından bu yana
Bergama köylülerinin altın madeni karşıtı mücadelesine karşı planlı bir “kara
propaganda”nın içindeydi. Kitap ve uyduruk belgeler bu ‘psikolojik savaşın’
birer unsuru olarak ortaya atıldı. Gerçekliği ile ilgili kuşkuların, soruların
sonradan göğüslenebileceği hesaplanarak Bergama Köylü Hareketini bitirme planı
adım adım uygulandı. Bu da, sonradan gelişen çok önemli bir olayın yardımı ile
tam başarı kazandı. Bu çok önemli olay Hablemitoğlu suikastıdır.
Diyebiliriz ki, Hablemitoğlu’nun en önemli delili sahte bir
belge olan kitabını tartışılmaz kılabilecek, sorgulanmasını önleyecek,
dikkatleri bu sahtecilikten başka yönlere yöneltecek, hatta kitabın ve
yazarının eleştirilmesinin dahi ‘ayıplanacağı’ bir ortam yaratacak tek şey,
yazarının ölmesi/öldürülmesiydi. İşte bu oldu!…
YARIN: Derin Suikast
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder