30 Eylül 2021 Perşembe

Özer Akdemir'den "İklim Krizi-Kapitalizm ve Ekoloji Mücadeleleri" konulu söyleşi

 

Evrensel'in İzmir Temsilcisi Özer Akdemir, 2. Bornova Kitap Günleri Kapsamında Ginko ve Kor Kitap'ın düzenlediği söyleşiye katıldı, kitaplarını imzaladı.

Özer Akdemir | Fotoğraf: Evrensel

Yazar Özer Akdemir, Bornova'da "İklim Krizi-Kapitalizm ve Ekoloji Mücadeleleri" konulu söyleşi gerçekleştirdi.

İzmir Bornova Belediyesinin hazırladığı 2. Bornova Kitap Günleri kapsamında Evrensel'in İzmir Temsilcisi Yazar Özer Akdemir, Ginko-Kor Kitap'ın düzenlediği "İklim Krizi- Kapitalizm ve Ekoloji Mücadeleleri" konulu bir söyleşi gerçekleştirdi.

Sahne Odysseia'da düzenlenen söyleşide Özer Akdemir, söyleşi sonrası kitaplarını imzaladı.

"KURAKLIK DA EGEMEN SİSTEMİN ÜRETİM İLİŞKİLERİNİN SONUCU"

Özer Akdemir, "Kuraklığın, susuzluğun, sel baskınlarının ve yangınların içinde yaşıyoruz. Dört bir yandan olağanüstü iklim olayları görüyoruz. Suyumuz neredeyse kalmamış durumda" diyerek sözlerine başlarken Menderes'in yaşadığı kuraklığı örnek olarak gösterdi.

Burdur Gölü, Tuz Gölü, Meke Gölü, Akşehir Gölü, Seyfe Gölü gibi en önemli tatlı su kaynaklarının da kuruduğunu ifade eden Akdemir, "Bu durum, iklim krizi ile birlikte yanlış su politikaları ve sistem kaynaklıdır. Tanrı yazgısı değil egemen sistemin üretim ilişkilerinin bir sonucudur" diye konuştu.

"ÇÖZÜM, KAPİTALİZMİN ORTADAN KALKMASIDIR"

Birleşmiş Milletler’in yayınladığı rapora da değinen Akdemir, "Raporda, iklim krizinin, 1750 yılından itibaren yapılan insan faaliyetleri sonucu ortaya çıktığı belirtiliyor. Peki, 1750’lerden bu yana ne oldu? Bu söylenmiyor. İklim krizini sınırlandırmak adına 30 yıl içerisinde 26 toplantı yapıldı. Burada yalnızca sıcaklık artışını 1,5 derecede tutmamız gerektiği kararı çıkarıldı. Bu durum bir kriz ise, buna 30 yıllık bir reçete sunulamaz, krize anında müdahale gerekir. Ancak Birleşmiş Milletler de kapitalist bir örgüt olarak bu sorunu çözemez. Çünkü olguyu sistemsel olarak ele alamıyorlar. Sorun kapitalizmin üretim ilişkilerinden kaynaklanıyorsa, çözüm kapitalizmin ortadan kalkmasıdır" dedi.

"TEMİZ ENERJİ KAYNAKLARININ İKAME EDİLMESİ DOĞRU DEĞİL"

Kömür ve fosil yakıtların yerine yenilenebilir ve “temiz” enerji kaynaklarının da ikâme edilmesinin doğru olmadığını belirten Akdemir,  "Çünkü, bu kaynaklar da temiz değildir. Yıkım ise termik santrallerin yıkımından daha az değildir. Aydın’da insanlar jeotermallerden dolayı camlarını açamaz hale geldi, tarım bitmiş durumda. Tüm üretim alanları ranta dayalı ilerliyor. Yangınlar keza aynı şekilde. Yanan arazilerden kat be kat fazlası turizme, sanayiye, imara tahsis ediliyor" diye konuştu.

"EMEĞİN VE DOĞANIN SÖMÜRÜSÜNE KARŞI MÜCADELE"

"Ne yapmalı?" sorusuna ilişkin konuşan Akdemir, "Krizin çözümü 30 yıla yaymak ve ötelemek değildir. Emeğin ve doğanın sömürüsüne karşı mücadele etmek zorundayız. Küresel ısınmanın dezavantajlarından en az etkilenenler, bu krizin sorumlularıdır. Bu sebepledir ki, ekoloji mücadelesi sınıf mücadelesinin ta kendisidir, ayrı düşünülemez. Eğer yaşamı sürdürmek istiyorsak hepimiz kendi yerelimizde yaşam alanlarımıza sahip çıkmalıyız. Akbelen gibi, Cerattepe gibi, İkizdere gibi mücadele edeceğiz" dedi. (İzmir/EVRENSEL)

https://www.evrensel.net/haber/443984/ozer-akdemirden-iklim-krizi-kapitalizm-ve-ekoloji-mucadeleleri-konulu-soylesi

26 Eylül 2021 Pazar

İklimi de dünyayı da garipler kurtaracak! (Pazar yazısı)

 26 Eylül 2021 00:10

Bir kişinin elinde yanan dünya tasviri.

Görsel: Flickr

PAZAR

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın New York’taki Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunun ilk gününde Paris İklim Anlaşması’nı TBMM’de onaya sunacağını açıklaması bazı çevreler tarafından “İklim krizi mücadelesinde önemli bir adım” olarak değerlendirildi. Türkiye’nin ilk imzacılarından olduğu 2016 tarihli bir anlaşmayı bugüne kadar neden parlamentosundan geçirerek yürürlüğe sokmadığı, bugün neden adeta şov yaparak “TBMM’ye sunacağız” dediği bir yana AKP’nin 20 yıllık iktidar pratiği bu meseleye hiç de iyimser bakılamayacağının bir kanıtı aslında.

“Çevreci liberaller” Erdoğan’ı alkışlaya dursun Türkiye’de değişen bir şey olmadığını ve önümüzdeki süreçte de bu durumu kökten etkileyecek bir politika değişikliğinin beklenmemesi gerektiğini anlamak için Çevre ve Şehircilik Bakanlığının (ÇŞB) internet sitesindeki ÇED duyurusu yapılan projelere bakmak bile yeterli! 

LAFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMÜYOR!

Ne mi var Çevre ve Şehircilik Bakanlığı internet sitesinde? ÇŞB’nin ÇED duyuruları sitesinde son birkaç günde ilan edilen petrol-doğal gaz ile 3. ve 4. sınıf olarak gruplandırılmış madenlerle ilgili projelere bakmak bile ‘Lafla peynir gemisinin yürümeyeceğini” ortaya koyuyor. Bir yanda sıfır emisyondan bahsedeceksiniz, öbür tarafta her gün iklim krizini körüklediği bilimsel olarak kanıtlanan onlarca enerji ve madencilik projesine onay vereceksiniz! Size ancak iflah olmaz liberaller inanır!.. 

SORULAR SORULAR…

Peki, Türkiye Paris İklim Anlaşması’nı parlamentosundan geçirdikten sonra kendi programını nasıl güncelleyecek? Bunu ne zaman yapacak? Hadi emisyon programını güncelledi diyelim bunun ne kadarını gerçekleştirebilecek? Böylesi bir niyeti varsa neden hâlâ fosil yakıtlı termik santraller peşinde koşuyor? Neden hâlâ doğayı katleden projelere yol vererek ülkeyi adeta betona gömüyor? Sulak alanlarımız, göllerimiz, nehirlerimiz bir bir kururken, kuraklık artık içinden geçilen bir gerçeklik olarak her kesim tarafından kabul edilmişken bunları önlemeye dönük ne gibi bir politika değişikliğine gidilecek? Sorular sorular… Aslında yanıtı da belli; bütün bunları AKP hükümeti yapamaz!

KÖTÜMSER OLMAK İÇİN GEÇ, İYİMSER OLMAK İÇİN ERKEN

Diğer taraftan, Paris Anlaşması’nın hedefi olan “2050’ye kadar sera gazı emisyonlarının sıfırlanması doğrultusunda ülkelerin ortak çalışmasını sağlamak ve iklimi değiştirmeyen bir dünya inşa etmek” iddiasının bu kapitalist sistemde ne kadar gerçekçi olacağı da ayrı bir tartışma konusu. Paris’ten bu yana yapılan bütün iklim toplantılarında pembe vaatler veren, küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının yüzde 75’inden sorumlu olan gelişmiş kapitalist ülkelerin bu vaatlerinin çoğunun kağıt üzerinde kaldığını göz önünde bulundurmak zorundayız. Evet, “Yeşil kapitalizm imkansızdır” kitabı ile son derece doğru bir tespit yapan Daniel Tanuro’nun son kitabına adını verdiği gibi “Kötümser olmak için çok geç”. Ancak çözümü yine bu sistem içinde aramaya dönük özünde ‘enayiliğe’ tekabül eden safiyane iyimserlikle kaybedilecek zamanımız da yok!

SORUNU KİM ÇÖZEBİLİR?

İklim krizini, Birleşmiş Milletlerin geçen ağustos ayında açıkladığı “İklim Değişikliği 2021: Fiziksel Bilim Temeli” Raporunda “İklim krizinin nedeni 1750’den bu yana gelen insan faaliyetleri” cümlesinde adı anılmadan utangaçça itiraf edilen kapitalizm mi çözecek? Kapitalizm içi reformist çözüm önerileri mi (Yeşil yıkama, fosil yakıtlar yerine yenilenebilir ‘temiz’ enerjiye geçiş, adil dönüşüm gibi) iklim krizini, küresel ısınmayı durduracak? Bunun böyle olamayacağını zaten bırakın başka şeyleri kapitalistler bile itiraf ediyor artık. 2030 yılına kadar küresel ısınmayı durdurma ve 1.5 derecede sınırlandırma hedeflerini artık ağzına alan yok. Şimdi “Zengin ülkeler böyle devam ederlerse yüzyılın sonunda dünyada sıcaklık ortalama 2.4 derece daha fazla olacak”, “Tüm zengin ülkeler taşın altına eline sokarsa ısınmayı 1.7 derecede tutma olasılığı var” gibi kendi felaketine kendini hazırlayan bir söylem var karşımızda. 

İFLAH OLMAZ POLİTİK KÖRLÜK!

Hal böyleyken hâlâ Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı Meclis gündemine alma kararını  “Yeni dünya düzeninin inşası için küresel iş birliğine katılma şansı” olarak yorumlayan çevreler var. Bunu iyi niyetten çok öte yıllardır iflah olmayan politik bir körlük durumu olarak tanımlamak lazım! Şimdi “İklim adaleti için iklim grevi” sloganları ile alanlara çıkanların “İklimi değil sistemi değiştir” söylemindeki reformizmi daha iyi görebiliriz. Kim değiştirecek sistemi? Soru bu? İklimi bu hale getirenler mi? Bu kapitalist ülkelere “Politikalarını değiştir, bir takım önlemler alarak, karbon salımını azaltarak iklim krizine yol açan kendi sistemini revize et” diye çağrıda bulunmak ne kadar mantıklı? Çözümü iklimi bu hale getiren bir sistem içinde aramak, bunu da sorunun kaynağına “Kendini değiştir” diyerek yapmaya çalışmak saflığın dik alası değil mi? 

NE YAPMALI?

“Ee o zaman ne yapmalıyız?” sorularını duyar gibi oluyorum. Alanlara çıkarken, iklim krizini protesto ederken, iklimi değiştirenlere mesaj vermek, onlardan kendilerini değiştirmelerini beklemek, sistem içi reform dilenmek yerine iklimi değiştirenleri tarihin çöp sepetine atmak için çaba içinde olmalıyız. İklimi değiştirenleri ve sorunun kaynağı olan bu kapitalist sistemi değiştirecek olan kapitalistler değil iklim krizinden en çok etkilenen, emeği, doğası sömürülen, geleceği yok edilen dünyanın tüm işçi ve emekçilerdir. Canı yanan milyonlar, milyarlar ayağa kalkacak ve bu yaşam düşmanı sistemi söküp atacak! “Yakarsa dünyayı garipler yakacak”, iklimi de dünyayı da garipler kurtaracak…

https://www.evrensel.net/yazi/89525/iklimi-de-dunyayi-da-garipler-kurtaracak?utm_source=twitter&utm_medium=twitter_ap&utm_content=2891&utm_campaign=26-09-20218:30

25 Eylül 2021 Cumartesi

Çevreye ve doğaya yönelik ağır zararlar ekokırım suçu sayılacak

 25 Eylül 2021 00:54

Avukat Özlem Altıparmak, Türkiye’de ekokırım kavramına denk gelen çevre sorununa yol açan faaliyetlere yönelik sorularımızı yanıtladı.

Özlem Altıparmak | Fotoğraf: Kişisel arşiv

Özer AKDEMİR
İzmir

Tüm dünyanın iklim krizinin etkilerini her geçen gün artarak hissettiği günümüzde iklim krizini tetikleyen çevresel faktörlerin hukuki sonuçlarına dair önemli bir çalışma Türkçe'ye çevrildi. Son yıllarda sıkça duyduğumuz “ekokırım” kavramı Pasifik ada ülkeleri tarafından Uluslararası Ceza Mahkemesinin (UCM) 2019 yılında gerçekleştirdiği Taraf Devletler Kurulunda tartışıldı. Haziran 2021’de Stop Ecocide Foundation’ın (Ekokırımı Durdurun Vakfı) girişimiyle uluslararası uzmanlardan oluşan bir heyet tarafından ekokırım suçunun tanımı ile ilgili hazırlanan metinde ekokırım suçu şu şekilde tanımlandı; “Çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde, yasa dışı veya keyfi olarak işlenen fiiller ekokırım suçunu oluşturur.”

Çevre Hukukçuları Ağından beş hukukçu Stop Ecocide Foundation tarafından hazırlanan metni Türkçe'ye çevirdi. Çeviriyi gerçekleştiren hukukçulardan Av. Özlem Altıparmak, Türkiye’de ekokırım kavramına denk gelen çevre sorununa yol açan faaliyetlere yönelik sorularımızı yanıtladı.

MÜSİLAJ EKOKIRIM MIDIR?

Türkiye’de ekokırım olarak tanımlanabilecek enerji-maden-inşaat vs. faaliyetleri olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunlara örnek verebilir misiniz?
Türkiye’de çevre ve doğaya verilen zarar ve bunun cezasızlık boyutunu hepimiz biliyor ve deneyimliyoruz. Tek tek maden, inşaat veya faaliyet bazında söylemek mümkün olmaz çünkü suçun ağırlığı, geniş çapta olup olmadığı gibi detayları her olay için ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Ancak örneğin Marmara Denizi’nde müsilaj ile birlikte yaşanan durum bir ekokırım mıdır, diye tartışılabilir. Derin deşarj, atık su, kimyasal ve plastik kirlenmesi, kentsel mekan yaratımı, deniz kum ekosisteminin tahribi gibi adeta kol kola girmiş nedenlere bağlı olarak gelişen büyük ölçekli ve uzun zamana yayılmış bir çevresel tahribat var. Bilinmesine, bilim insanları tarafından uyarılmasına rağmen önlem alınmayarak, umursamadan ve keyfi olarak zarar verildiğini görüyoruz. Yaşanan tahribat çok ağır ve geri dönülemez sonuçlara sebep oluyor. Müsilajın Marmara’yı aşıp Ege Denizi’ne ve hatta sınırları aşıp Yunanistan adalarına kadar ulaşmış olması bu zararın geniş çaplı olduğunu bize gösteriyor. Uzmanların önerdiği tanım ve açıklamalara bakarak her olay için bu kıstaslar karşılanıyor mu diye bakıp sonuca varmak mümkün olabilir.

‘EKOKIRIM HENÜZ UCM’DE BİR SUÇ OLARAK KABUL EDİLMEDİ’

UCM’ye taraf olmasa da Türkiye ile ilgili böylesi bir suçlama yapılıp dava açılabilir mi? Kimler (kurum ya da kişi) nereye başvurabiliyor?
Henüz bu suç UCM’de kabul edilmiş değil. Sadece tanımı konusunda bağımsız uzman görüşü sunuldu. Ayrıca belirtmek isterim ki UCM’de devletler değil kişiler yargılanır. Kişi ve yer bakımından da mahkemenin yargı yetkisi sınırlıdır. Kural olarak UCM’ye taraf ülke toprağında veya UCM’ye taraf ülke vatandaşları tarafından işlenen suçlar UCM’de yargılanabilir. Ekokırım suçunun veya suç neticesinde ortaya çıkan zararın UCM’ye taraf bir ülkenin egemenlik alanında gerçekleşmesi halinde elbette yargılama yetkisi devreye girebilir. UCM’ye suçun mağduru olan herkes başvuruda bulunabiliyor. Ancak şu aşamada ekokırım UCM’de bir suç olarak kabul edilmediği için ekokırım suçuyla ilgili başvuru yapmak bir anlam ifade etmeyecektir.

Reklam

‘EKO KIRIMIN İÇ HUKUKTA DA BİR SUÇ OLARAK TANINMASI İÇİN ÇABA HARCANMALI’

Türkiye’de AİHM kararlarının uygulanmadığı bir hukuk sistemi varken UCM kararlarına uyması beklenebilir mi?
AİHM’den farklı olarak UCM bir ceza mahkemesidir ve bireyleri yargılar. Ekokırım suçu henüz kabul edilmemesine rağmen ekokırım konusundaki tartışma ve önerinin akabinde Şili, Belçika gibi devletlerde bunun iç hukuklarında suç haline getirilmesi konusunda çeşitli girişimler oldu. Ekokırımın her ülkenin kendi iç hukukunda bir suç olarak tanınması için çaba harcamanın önemli olduğunu düşünüyorum. İklim krizinin etkilerini gittikçe artan şekilde yaşıyoruz. Çevre ve doğa koruma alanında çalışan kişi ve kurumların da ekokırımın iç hukukta suç olarak düzenlenmesi konusunda benzer bir çaba içine girmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.

‘DÜNYADA HİÇBİR DEVLET SOYKIRIMLA ANILMAK İSTEMEZ, EKOKIRIM DA BÖYLE OLACAK!’

Yapılan yargılamalarda herhangi bir ülkenin ekokırım suçu işlediği sonucu çıkarsa ne gibi yaptırımlar olabilir, ya da bir yaptırımı var mı bu durumun?
Türkiye kendi ceza kanununda bu suçu tanımlarsa bu suçun faillerine yönelik cezai bir müeyyide elbette koyacaktır. Ekokırım suçu henüz tartışma halinde bir suç. Roma statüsüne dahil edilirse, statü kapsamındaki benzer suçlar için öngörülen cezalar dikkate alınarak belirleme yapılacaktır diye düşünüyorum.

Son olarak, ekokırım davaları ve sonuçları ile ilgili süreçlerin iklim krizine karşı verilen mücadelelere ne gibi bir etkisi olabilir?
Ekokırımın bir suç olarak uluslararası alanda tartışılıyor olması çok önemli. Eğer kabul edilirse çevreye ve doğaya verilen zarar, yeni ve çok vahim bir suç tipi olarak tanınmış olacak. Bunu şöyle açıklayabiliriz. İnsan öldürmek suç, birden fazla insan öldürmek daha ağır bir suç ama soykırım diye ayrı bir suç da var. UCM soykırım suçunu yargılamaya yetkili ve bizim ceza kanunumuzda da bu bir suç olarak düzenlendi. Dünyada hiçbir devlet “soykırım” ile yan yana anılmak istemiyor. Çünkü bu ağır ve utanç verici bir suç herkes için. Ekokırım da böyle olacak. Bu konuda dava açılması, soruşturma yapılması ve sadece suç haline getirilmesi konusunda yürütülen tartışmalar bile bu nedenle çok önemli.

https://www.evrensel.net/haber/443490/cevreye-ve-dogaya-yonelik-agir-zararlar-ekokirim-sucu-sayilacak

23 Eylül 2021 Perşembe

30 günlük bebeğe yanlışlıkla Biontech aşısı yapılmış! | Ailenin avukatı olayı doğruladı

 

Prof. Dr. Zafer Kurugöl'ün 1 aylık bebeğe yanlış aşı uygulandığına yönelik sözleri üzerine ailenin avukatına ulaştık. Olayı doğrulayan Av. Dilek Güzel, kusuru olan herkesin cezalandırılmasını istedi.

Pfizer/BioNTech'in Kovid-19 aşısı | Fotoğraf: Pixabay

Özer AKDEMİR
İzmir

Dün bir televizyon kanalında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Zafer Kurugöl'ün bebeklere bile yanlışlıkla Kovid-19 aşısı yapıldığı ve hiçbir yan etkisinin olmadığı yönündeki sözleri yoğun tartışma yarattı.

Prof. Dr. Kurugöl'ün açıklamalarının yayılması üzerine aşı karşıtları küçük yaştaki çocukların denek olarak kullanıldığını ileri sürerek Sağlık Bakanı'nın istifasını isteyen kampanya başlatırken, Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonundan ise "böyle bir şey yok" açıklaması geldi.

Kurugöl'ün sözlerinde bahsettiği bebeğin ailesinin avukatı, İzmir Barosu avukatlarından Dilek Güzel’e ulaştık. Av. Dilek Güzel,  konuyla ilgili yasal sürecin başlatıldığını söyledi. Av. Güzel, bebeğin babasını uzun zamandır tanıdığını ve babanın aşının yapıldığı akşam kendisine ulaştığını, çok üzgün ve telaşlı olduğunu,  bebeklerini 30. gün aşısını (Hepatit B aşısı) yapılması için 1 Temmuz tarihinde mahalledeki Aile Hekimliğine götürüldüklerini, burada bir hemşirenin çocuğa aşı yaptığını, aynı gün öğle saatlerinde ailenin evine gelinerek bebeğe Hepatit B aşısı yerine yanlışlıkla Biontech (Cov-19 aşısı) uygulandığının söylendiğini aktardı” diyen Güzel, devamında: "Tabii aile çok tepki gösteriyor bu duruma. Bebek hemen Ege Üniversitesi Hastanesi Çocuk Acil Servisine götürülüyor. Doktorlar dünyada otuz günlük bir bebeğe ilk defa Biontech-Cov-19 aşısının uygulandığını, aşının etkilerini bilemediklerini, bebeğin bir süre gözetim altında olması gerektiğini söylemişler. Bebeğin Ege Üniversitesi Hastanesi Çocuk Enfeksiyon bölümüne yatışı yapıldı" dedi.

BEBEK HASTANEDE BİR HAFTA GÖZLEM ALTINDA KALDI

Bebeğin Ege Üniversitesi Hastanesi enfeksiyon bölümü izolasyon odasında bir hafta gözlem altında kaldığını aktaran Güzel, "bebeğin hastaneden çıkışı yapılıktan sonra da, aşının bebeğe olası yan etkileri ile ilgili çocuk kardiyoloji, çocuk enfeksiyon ve çocuk kulak-burun-boğaz bölümlerinde takibi yapılmıştır. Bu kontrollerin ne kadar süreceği, aşıdan kaynaklı kalıcı bir sorun yaşanıp yaşanmayacağının belli olmadığı müvekkillerime söylenmektedir" dedi.

AİLENİN YAŞAMI KABUSA DÖNDÜ

Ailenin bu süreçte bebeğin yaşamı ve sağlığı  için ciddi korkular yaşadığını belirten Güzel, "söz konusu aşı uygulaması nedeniyle bebeklerini kaybetme, bebeklerinin yaşaması halinde bebeklerine enjekte edilen Covid aşısının bebeklerinde kalıcı rahatsızlık oluşturacağı  endişe ve korkusu ile  yaşamları adeta kabusa döndü. Aile, il sağlık müdürlüğü görevlilerinin hastanede kendilerini ziyaret ettiklerini, böyle bir hatanın yapılmaması gerektiğini, ilgililer hakkında gerekeni yapacaklarını söylemişlerse de, bugüne kadar nasıl bir işlem yapıldığı hususunda bir bilgi verilmemiştir" dedi.

TÜM KUSURU OLANLAR CEZALANDIRILMALI

Aşı uygulamasının bir tıbbi müdahale olduğunu ve “tıbbi standart” olarak adlandırılan meslek kurallarına uygun olarak, gerekli özen gösterilerek yapılması gerektiğini vurgulayan Güzel, "Henüz 30 günlük bebeğe Hepatit aşısı yerine Covid 19/Biontech aşısı yapılmıştır. Gerek Bakanlık, gerekse İl sağlık Müdürlüğü yetkililerinin ve tespit edilecek diğer ilgililerin, aşıların sağlıklı ve güvenli ortamlarda yapılması için yeterli organizasyon yapmadıkları, uygun mekan, araç ve gereç, hizmetin özelliğine uygun olarak seçilmiş ve yetişmiş, özenli personel sağlamadıkları, kontrol ve denetim yükümlülüklerini yerine getirmedikleri ve bu nedenlerle de kusurlu oldukları ve  eylemlerinden dolayı onların da cezalandırılmaları gerektiği açıktır" dedi.

Dün henüz 30 günlük, 6 aylık bebeklere yanlışlıkla Biontech aşıları yapıldığı haberlerinin basına yansıdığını belirten Güzel, "Bu husus Bakanlık yetkililerinin bebek aşı programına gerekli özen ve ilgiyi göstermediklerini, görevi ihmal suretiyle bebeklerin yanlış aşılanmalarına yol açtıklarını göstermektedir. Her iki aşının yapısı, kutusu çok farklı olduğu gibi, yetişkinlere dahi onam formları ile yapılan Kovid-19 aşısının bebeğe yapılması kabul edilemez nitelikte olup, sorumlularının yargılanması gerekmektedir. Hukuki süreç başlatılmıştır" dedi. 

AİLE HEKİMLERİ DERNEĞİ YALANLADI AMA

Öte yandan Prof. Dr. Zafer Kurugöl'ün bir televizyon programında söylediği sözler sonrasında, sosyal medyadan yayılan tepkiler sonrası Ali Hekimleri Dernekleri Federasyonu iddiaları yalanlarken, sözleriyle tartışmayı başlatan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Zafer Kurugöl ise tek bir vakadan söz ettiğini ve sözlerinin yanlış anlaşıldığını ileri sürdü.  Kurugöl ayrıca olayın İzmir'de olmadığını iddia etti. Sağlık Bakanlığı ise konuya dair soruşturma başlatıldığını açıkladı. Prof. Dr. Zafer Kurugöl’ün bebeklere yanlış aşılar yapıldığına ilişkin iddialarının "kabul edilemez" olduğunun ifade edildiği bakanlık açıklamasında; "Mevcut aşı güvenliği alt yapımızın bu tür iddiaları haklı çıkarması mümkün değildir. İddianın kaynağı hakkında Bakanlığımızca soruşturma başlatılmıştır" ifadelerine yer verildi.

AİLE AŞI KARŞITLARINA DA TEPKİLİ

Av. Güzel, “Müvekkillerim sürecin başından itibaren, toplumsal ve bireysel bağışıklık için aşılamanın önemli olduğunu düşünen, kendileri de Kovid aşılarını olmuş kişilerdir. Bu durumun aşı karşıtlığı propagandası olarak kullanılmasını da, bazı kişi ve kurumlarca yalanlanmasını da kabul etmiyoruz. 30 günlük bebeğe aşı takviminde bulunmayan herhangi bir aşının yapılması, her insana yanlış tıbbi müdahalede bulunulması ilgili doktor, hemşire, ve denetim-kontrol-organizasyon sorumluluğu bulunan yetkililerin sorumluluğunu doğurmaktadır.  Müvekkillerimin bebeklerine de İzmir’deki bir aile hekimliğinde yanlış aşı uygulanmış ve bu konuda sorumluluğu bulunanlar hakkında yasal süreç başlatılmıştır. Olayın yalanlanması doğru değildir” dedi.

https://www.evrensel.net/haber/443397/30-gunluk-bebege-yanlislikla-biontech-asisi-yapilmis-ailenin-avukati-olayi-dogruladi

21 Eylül 2021 Salı

K2 @k2haber PROGRAMI

 Rüzgarla savrulan yaprakFilm kamerası Evrensel Gazetesi yazarı, ekoloji aktivisti Özer Akdemir (

) ile Türkiye'deki ekoloji mücadelesini, yıkım projelerini ve iklim haberciliğini #K2TV'de konuşacağız. Takvim 21 Eylül Salı (Yarın) Çalar saat 15.00 Uydu anteni Canlı Yayın

https://www.pscp.tv/k2haber/1PlJQPOaLkXGE?t=3m44s
Resim

20 Eylül 2021 Pazartesi

Gıda Mühendisi Dr. Bülent Şık: Yediğimiz gıdaların çoğunda tarım zehri var

 

Tarım ilaçları denilen şeylerin aslında zehirli kimyasal maddeler olduğunu belirten Dr. Şık, yetişkinler için sağlığa zarar vermeyecek bu zehirlerin çocuklar için ölümcül olabileceğini dile getirdi.

Fotoğraflar: Bülent Şık fotoğrafı Kişisel arşiv & Manav fotoğrafı AA | Kolaj: Evrensel

Özer AKDEMİR

İzmir

Kayseri’de nar yedikten sonra rahatsızlanıp hastanede yaşamını yitiren çocuğun otopsisinde ölüme “tarım ilacı”nın neden olduğu yazılmıştı. 4 yaşındaki Saliha Çakır’ın yaşamını yitirmesine neden olduğu ileri sürülen tarım ilaçlarını ve soframızda başka hangi gıdalarda bu zehirlerden olduğunu ülkemizde konunun uzmanlarından Gıda Mühendisi Dr. Bülent Şık’a sorduk. Tarım ilaçları denilen şeylerin aslında zehirli kimyasal maddeler olduğunu belirten Şık, yetişkinler için sağlığa zarar vermeyecek bu zehirlerin çocuklar için ölümcül olabileceğini dile getirdi.

Bülent Şık konuya dair sorularımızı yanıtladı.

Kayseri’de 4 yaşındaki Saliha nar yediği için yaşamını yitirdi ve ölümüne ‘tarım ilaçları’nın neden olduğu anlaşıldı. ‘Tarım ilaçları’ bir insanı nasıl öldürebiliyor?
Adli tıp raporuna göre yediği gıdadaki tarım zehri kalıntısı nedeniyle hayatını kaybeden 4 yaşındaki Saliha Çakır’ın ailesine başsağlığı diliyorum öncelikle.

Tarım ilaçları dediğimiz şey aslında zehirli kimyasal maddelerdir. Çocuklar zehirli maddelerin etkilerine yetişkinlere kıyasla çok daha hassastır. Bir yetişkinde sağlık zararına yol açmayacak ya da çok az sağlık zararına yol açacak bir doz bir bebek ya da çocuk için ölümcül etkiler doğurabilir.

Tarımda kullanılan bu tip kimyasal maddelere tarım ilacı demekten de vazgeçmemiz gerekiyor. Doğru ifade tarım zehri demektir. Bu kimyasal maddelerin çok büyük bir çoğunluğu zehirdir ve zehirli etkisi sadece insanlarla da sınırlı değildir. Doğal hayatta yaşayan tüm canlı türleri az ya da çok bu kimyasal maddelerden olumsuz etkilenir. Dünya genelinde gözlenen biyolojik çeşitlilik kaybının en önemli nedenlerinin başında gelir tarım zehirleri.

"YİYECEKLERİMİZDEKİ TARIM ZEHİRLERİ ÖLÜME YOL AÇABİLİR"

Evet, bir insanı öldürecek kadar etkilidir. Dünya Sağlık Örgütünün tahminlerine göre her yıl dünya genelinde 40 bin civarında çiftçi-tarım işçisi pestisit zehirlenmesi nedeniyle hayatını yitiriyor. Tarım zehirlerinin ölüme yol açması alınan doza bağlı. Ancak tarımda kullanılan yüzlerce farklı çeşit tarım zehri var ve her birinin ölümcül dozu da birbirinden farklıdır. Üstelik çoğu durumda bu zehirli maddelere tek tek maruz kalınmaz, genelde birden fazla tarım zehri birbirine karıştırılarak kullanılır ve zehirlenen kişi bu zehir kokteyline maruz kalır. Yediğimiz gıdaların çoğu da bünyesinde birden fazla tarım zehrinin kalıntısını taşır. Bu zehirli maddeler ölüme yol açacak miktarda alındıklarında ya da bünyesinde birden fazla tarım zehri bulunan ve bu zehirlerin kümülatif yani toplam miktarı ölüme yol açacak seviyelere ulaşan bir gıda maddesi yenildiğinde ölüme neden olması mümkündür. Bir de kronik zehirlenme olayı var. Tarım zehirleri tarımsal üretimde kullanılıyor ve kullanım sonrası gıdalarda ve sularda kalıntısı kalır. Bu kalıntılı ürünleri yemek ya da içmek yoluyla kronik olarak zehirlenme olayı yani etkisi uzun zamana yayılan ve sağlık zararı daha geç çıkan zehirlenme olayı toplumsal hayatta daha sık görülür.

"MUAZZAM BİR İKİ YÜZLÜLÜK VE AHLAKSIZLIK VAR"

Bunların kullanımı, ya da dozlarına dair bir denetim olmalı ancak; pestisit kullanımı ile ilgili dünyanın diğer ülkeleri ile bizim ülkemiz arasında ne gibi farklar var?
Pestisitlerin kullanımını denetlemek veya kontrol etmekten sorumlu kurum gıdalarda Tarım ve Orman Bakanlığı, sulardaki kalıntılarını kontrol etmekten sorumlu kurum ise Sağlık Bakanlığıdır. Her iki kurumun da görevlerini layıkıyla yapmadıklarını düşünüyorum.

Pestisit kullanımı sadece bizim ülkemizde değil dünya genelinde bir sorun. Ülkeden ülkeye kullanılan pestisitler ve tüketici sağlığını korumaya yönelik yasal mevzuat farklılık gösteriyor. Örneğin Avrupa Birliği’nde yüksek derecede kanserojen olduğu için yasaklanan ve AB üyesi ülkelerde kullanılmayan pestisitler, AB içindeki çeşitli ülkelerde hâlâ üretilir ve dünyanın çeşitli ülkelerine de ihraç edilir. Muazzam bir ikiyüzlülük, ahlaksızlık da bu sistemin bir parçasıdır.

2016’DA YASAKLANAN ZEHİR HÂLÂ KULLANILIYOR

Şu an bu tür zehirlenme olaylarının da görülebileceği hangi tür gıdalarda pestisit olduğunu biliyor muyuz? Bunların önlenmesine dair hükümetin herhangi bir çalışması var mı?
Bu sorunun muhatabı Tarım ve Orman Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı. Tarım Bakanlığı gıdalarda, Sağlık Bakanlığı ise sularda kimyasal maddelerden kaynaklanan kirlilik etkenlerini kontrol etmek zorundadır. Tarımda kullanılan tarım zehirlerinin bir kısmı sular için ciddi birer kirleticidir ve sulardaki miktarlarının ya da bir kirliliğe yol açıp açmadıklarının dikkatle kontrol edilmesi gerekir. Böyle bir çalışma yok Türkiye’de ya da yapılan çalışmalar çok kısmidir, yetersizdir ve haliyle de bir alandaki problemi tasvir etmekten çok uzaktır. Aynı şey Tarım Bakanlığı için de söylenebilir. Bakanlık gıdalardaki zehirli kimyasal madde kalıntılarını tespit etmek ve tüketicilerin, çiftçilerin, tarım işçilerinin ya da çevrenin sağlığını korumak için önlemler almak konusunda berbat bir noktada duruyor kanımca. Somut bir örnek vereceğim. Bakanlık klorpirifos isimli çocuk sağlığı için en tehlikeli tarım zehirlerinden birini yıllardır piyasadan toplamayı başaramadı ya da belki başarmak istemiyor. Dünya Sağlık Örgütü çocuklar için en tehlikeli 12 zehirli maddeden birinin klorpirifos olduğunu belirtiyor.  Klorpirifos kullanımı AB ülkelerinde yasak. Tarım Bakanlığı da aldığı bir karar ile klorpirifos ithali ve klorpirifos kullanılarak yapılacak tarım zehri üretimini 2016 nisan sonu itibarıyla durdurdu. Klorpirifos aktif maddesini içeren tarım zehirlerinin “Elma, armut, şeftali, bağ, patates, domates, biber, patlıcan ile meyve ve sebze” ürünlerinde kullanılmasını düzenleyen hükümlerin 08 Nisan 2016 tarihi itibariyle iptal edilmesine karar verdi. Bu ürünlerin üretiminde kullanılacak klorpirifos içerikli tarım zehirlerinin de 31 Mayıs 2016 tarihine kadar piyasadan toplatılmasına ve satışının sonlandırılmasına karar verdi.

Bu kararın alınmasının üzerinden beş yıl geçti ve klorpirifos Türkiye’den ihraç edilen gıda ürünlerinde en çok tespit edilen tarım zehirlerinden biri hâlâ. Hâlâ kullanılıyor yani…

"TARIM ZEHİRLERİNİ KULLANMAK ZORUNDA DEĞİLİZ"

Bu meselenin sorumlusu olan kamu kurumlarının temsilcilerine göre her şey kontrol altında ve endişe edecek bir durum yok. Ama Sağlık Bakanlığı Türkiye genelinde suları kirletme potansiyeli olan pestisitlerin tespitine yönelik doğru düzgün bir çalışma bile yapamıyor. Tarım Bakanlığı ülke genelinde hangi ilde, hangi tarım zehri ne miktarda kullanılıyor bunu bile açıklamıyor. Bu konuda Mecliste verilen soru önergeleri bile yanıtsız kalıyor. Açık konuşmak gerekirse, ülkemizde gıda güvenliği, çevre sağlığı ve halk sağlığı konularında sorumluluk taşıyan kurumlar kime ya da neye karşı sorumlu iyice belirsiz kılınmıştır.

Tarım zehirlerini kullanmak zorunda değiliz, alternatifler var. Tarımsal üretimde kimyasal kullanımını azaltacak agroekolojik tarımsal yöntemleri ülke genelinde yaygınlaştıracak kamusal politikalara ihtiyaç var. Çok zaman isteyen, bütçe ve planlama isteyen bir iş bu, ama yapılması hem doğal hayat ve hem de insan sağlığı için büyük yararlar doğuracaktır.

https://www.evrensel.net/haber/443053/gida-muhendisi-dr-bulent-sik-yedigimiz-gidalarin-cogunda-tarim-zehri-var

19 Eylül 2021 Pazar

Zengin ülkeler harekete geçmezse dünya yüzyılın sonunda 2,4 °C daha sıcak olacak!


Yapılan araştırma, sera gazlarınının yüzde 75'inden sorumlu G20 ülkeleri çözüm için derhal harekete geçmezse bu yüzyılın sonunda dünyanın 2,4 derece daha sıcak olacağını ortaya koydu

 Özer AKDEMİR

İZMİR

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni bir araştırma dünyanın en büyük ekonomilerini oluşturan G20 ülkelerinin iklim krizi ve küresel sıcaklık artışını üzerindeki etkilerinin yanı sıra sıcaklığın 1,5°C ile sınırlanması planındaki önemli rollerini de ortaya koydu.




SERA GAZLARININ YÜZDE 75'İNDEN G20 ÜLKELERİ SORUMLU!

İki uluslararası araştırma kuruluşu, World Resources Institute (WRI) ve Climate Analytics tarafından yayınlanan yeni araştırmaya göre küresel sera gazı emisyonlarının %75'ine sebep olan G20 ülkeleri, mevcut iklim hedefleri ile devam ederlerse yüzyılın sonuna kadar dünyada 2,4°C'lik bir sıcaklık artışına sebep olacaklar. Araştırma raporunda G20 ülkelerinin 2030 yılı için 1,5°C hedefi ile uyumlu emisyon azaltım hedefleri belirlemeleri ve 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşmaları durumunda, yüzyılın sonundaki küresel sıcaklık artışının 1,7°C sınırında kalabileceği öngörülüyor.

EN KÖTÜDEN BİRAZ DAHA İYİ! 

“Farkı kapatmak: G20 iklim taahhütlerinin küresel sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlama üzerindeki etkisi” başlıklı rapora göre G20 ülkeleri açıklanmış ancak uygulamaya geçmemiş ek hedeflerini tam olarak yürürlüğe koyarlarsa, sıcaklık artışı 2,1°C ile sınırlandırılabilir. Paris Anlaşması'nda kabul edilen 1,5°C sıcaklık hedefinin çok üzerindeki bu sıcaklık artışı bile raporda "önemli bir ilerleme" olarak değerlendiriliyor. Rapor aradaki bu farkın nasıl daha da daraltılabileceği konusunda tüm G20 ülkelerinin 2030 emisyon azaltım hedeflerini 1,5°C'lik hedefi ile uyumlu hale getirmesi ve 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşılmaları gerektiğine vurgu yapıyor. Rapora göre yalnızca bu büyük ekonomilerin etkili adımları ile küresel sıcaklık artışını 2,4°C'den 1,7°C'ye düşürülebilir. Bu, G20 ülkelerinin ısınmanın durdurulabilmesi ya da daha az seviyelere çekilebilmesi için taşın altına ellerini koymaları ile küresel ısınmanın 1,5°C ile sınırlanmasına giden yolun dörtte üçünü karşılayabilecekleri gerçeğine işaret ediyor.

GELİŞMEMİŞ ÜLKELERİN BU YÖNDEKİ ÇABALARINA MALİ DESTEK SAĞLANMALI

G20 ülkelerinin sebep oldukları bu küresel felaketi durdurabilmek için uluslararası havacılık ve denizcilikten kaynaklanan emisyonlarını dizginleyebileceklerine işaret edilen raporda, bununla birlikte G20 üyesi olmayan ülkelerde de iddialı eylemlere ihtiyaç olduğu ifade ediliyor. Bunun için de gelişmiş ülkelerin emisyonları azaltmak ve iklim etkilerine karşı direnç oluşturmak için gelişmemiş ekonomilerin politika ve projeleri finanse etmeye yönelik mali destekleri önemli ölçüde arttırmaları gerektiğine vurgu yapılıyor.

"ZENGİN ÜLKELERİN ORTAK EYLEMİNE İHTİYAÇ VAR"

"G20, küresel emisyonların büyük çoğunluğundan sorumludur ve bu rapor, ısınmayı 1,5°C ile sınırlamak için dünyanın en zengin uluslarının ortak eylemine ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor" diyen Climate Analytics CEO’su Bill Hare, Glasgow’da gerçekleşecek İklim Zirvesi öncesinde, G20 hükümetleri, 2030 yılına kadar küresel emisyonları yarıya indirmek için çok daha güçlü adımlar atmayı ve iklim finansmanı için masaya para koymayı taahhüt etmeleri gerektiğini ileri sürüyor.  

DURUM HİÇ DE İÇ AÇICI DEĞİL!

Öte yandan ülkelerin iklim hedefleri ile ilgili politikaları pek de iç açıcı görünmüyor. Küresel sera gazlarının %33'ünden sorumlu olan Çin, Hindistan, Suudi Arabistan ve Türkiye henüz güncellenmiş iklim hedeflerini sunmazken, Avustralya ve Endonezya, 2015 yılında sundukları sera gazı emisyon azaltım hedeflerinin aynısını iklim hedefi olarak açıkladılar. Brezilya, Rusya ve Meksika, ise önceki hedeflerine kıyasla daha yüksek emisyonlara izin verecek planlar sundular. Oysa açıklanan son rapora göre, küresel emisyonları 1,5°C hedefi ile uyumlu bir şekilde hızla azaltmak için tüm hükümetlerin iklim taahhütlerini artırması gerekirken, G20 ülkelerinin bu sıcaklık eşiğinden kaçınmada kritik bir rol oynadığını gösteriyor.


https://www.evrensel.net/haber/443048/zengin-ulkeler-harekete-gecmezse-dunya-yuzyilin-sonunda-2-4-c-daha-sicak-olacak

Suyun kaynağında susuz kalan köy! (Pazar yazısı)

 19 Eylül 2021 00:15

Bu hafta size Türkiye’nin en kaliteli içme sularından birisinin kaynağında yer alan Madran Dağı’ndaki Topçam köyünün nasıl susuz kaldığını anlatacağım. Suyun kaynağında susuz kalmak bir yana bazı köylülerin başına kelimenin tam anlamıyla taş yağıyor!..

Çine Ovası’ndan Madran Dağı’na doğru kıvrım kıvrım ilerleyen yolu çıkarken yolculuğumuzun bu kadar uzun süreceğini bilmiyorduk açıkçası. Topçam köylüsü Ali Coşkun’un kullandığı koltuklarına, göstergelerine, aynalarına ve güneş yanığı dolu kaportasının her noktasına kadar köy yollarının tozu sinmiş eski model bir Ford otomobildeydik. Öğle saatlerinde Ali Coşkun’la ifade verdiği ilçe jandarma önünde buluşmuştuk. Jandarma yine hedefi şaşırmış, evinin dibinde patlatma yapan maden şirketini şikayet eden Ali Coşkun’u sanki kusurlu o imiş gibi ifadeye çağırmıştı! Çine’nin en büyük maden şirketlerinden birisinin, üstelik iktidar partisinden belediye meclis üyesi olan maden patronunu ifadeye çağırmak daha zor gelmiş olmalıydı jandarma yetkililerine!

Öğle saatlerinden başladığımız yolculukta Madran Dağı’nı aşıp Topçam köyüne gitmemiz neredeyse üç saati buldu. Bu üç saatlik yol boyunca dağın çıplak tepesinden, dibinden küçük su birikintilerinin sızdığı ormanların kuytuluğuna kadar indik.

60’lı yaşlara merdiven dayayan Ali Coşkun bile yıllarca bu dağda ve bu toprak yollarda kamyonlarla tomruk taşımasına rağmen birkaç kez yolları şaşırdı. Yirmi otuz yıl önceki dağı ve yolları anlatırken, o zamanlar bu dağın gerçek sahipleri olan yaban hayvanlarından bahsetti uzun uzun. Özellikle kurtlardan. Kendisinin de içinde yer aldığı köylülerin sürek avları sonucu dağda neredeyse tükenen kurtları anlatırken suçluluk, pişmanlık ve dağın bu çevik hayvanlarına saygı dolu cümleler döküldü ağzından sürekli.

“İşte tam şu taraftan gelip, bu koyaktan geçerlerdi. Ne kadar hızlı, ne kadar güçlü hayvanlardı” diye ormanın sıklaştığı bir yerini gösteriyor, sonra geçidin hemen üzerinde şimdi adına “Kurt kayası” dedikleri kayalık alanda pusu kurup beş kurttan oluşan bir sürüyü nasıl yok ettiklerini anlatıyordu.

Ali Coşkun ve anılarıyla yolculuk Madran Dağı’nın ve ormanın değişimine de tanıklıktı bir anlamda. Kesilip yolun yan tarafına istiflenen tomrukların kamyonla, bugün arazi aracıyla bile zor geçilen yollardan güç bela taşınmasını anlatırken, dağın o günlerinin bugünden daha iyi olduğunu söylüyordu.

Maden sahasında arabalar ve iş makinesi.

“Şimdi ne orman eski orman, ne sular aynı su. Ormanlarda ağaçlar gittikçe seyrekleşti ki eskiden ağaçtan içine giremezdiniz. Sular öyle bir çağıldardı, öyle bir akardı ki sesinden birbirimizi duyamazdık yanına geldiğimizde. Bugün derelerde incecik bir su akıyor. Çoğu pınarlar kurudu” diye anlattı eski ile yeninin farkını. Çocukken üzerlerine çıkıp kovalamaca oynadıklarından bahsettiği çamları göstererek “Çamların boyu büyüdü artık” dedi ki aslında bu sözüyle çamların uzamasından çok kendi yaşlılığına bir dem vuruyordu.

Reklam

Üç saatlik o dağ yolculuğundan bana çoğunu birkaç saat içinde unuttuğum onlarca anı, toz ve ses kaldı. En son, köyünü tepeden gören dağın yüksekçe bir dönemecinde durup, epey uzakta çamlar arasında zor bela gözüken evini ve hemen dibindeki maden ocağını gösterdi Ali Coşkun. “Suyun gözü burasıydı” diye götürdüğü köyün birkaç yüz metre yükseğindeki yamaçta ise şimdi kocaman bir maden çukuru ve çukurun içinde birikmiş zümrüt yeşili durgun bir su vardı. “Kaynağa sondaj vurup, çevresini eştiklerinde su bu çukurda birikmeye başladı. Köyümüze işte bu birikintiden su veriyorlar. Artık kimse de musluk suyundan içmiyor” dedi.

Ali Coşkun’un “Bir gün bir mahalleye, öbürsü gün diğerine tankerlerle su taşıyor madenci. Bizim köylülerimiz de buna şükrediyor!” diye söylendiği suyun öyküsü çok ilginç aslında. Türkiye’nin en kaliteli 11. kaynak suyu seçilen Topçam memba suyunun çıktığı yerde maden çalışmaları nedeniyle köylüler susuz kalmış! Suyun kaynağında susuz kalan bir köyün acıklı öyküsüydü anlatılan!..

Topçam da suyun başına konan şirket, Ali Coşkun’un evinin 60 metre dibinde dinamitlerle kayaları patlatarak madencilik yapıyor bugün. Tozdan, gürültüden, korkudan sakatlanan, düşük yapan hayvanlar ve her an başlarına bir taş düşebileceği endişesiyle yaşayan Coşkun ailesi...

Dünyanın hiçbir yerinde böylesi bir vahşete yasal olarak izin verilemeyeceğini düşündüm evle maden ocağını yan yana görünce. Bu tam anlamıyla bir vahşi madencilik örneğiydi! İşin belki de en trajikomik yanı ise bu vahşi madencilik faaliyetini gerçekleştiren şirketin patronu (Ki kendisi aynı zamanda Çine Belediyesinde AKP’den meclis üyesi) belediye meclisine bir araştırma komisyonu kurdurmuş, kendisi de üç kişilik komisyonun üyelerinden birisi olmuştu!

Hadi bu maden patronu kendi yapıp ettiklerini perdelemek için böylesi bir komisyona ihtiyaç duyuyordu, bu anlaşılabilirdi. Ancak, ana muhalefet partisinden, birisi belediye başkan yardımcısı olan iki CHP’li neden bu son derece saçma komisyona dolgu malzemesi olmayı kabul etmişti? Dışarıdan bakınca anlaşılır gibi gelmeyen bu durum aslında bölgede çok güçlü olan madencilik lobisinin yerel yönetimlerle olan içli-dışlı ilişkisinin bir sonucu. Maden şirketleri yerelde iktidar-muhalefet demeden bütün siyasi partilerle iyi ilişkiler kurmaya çalışıyor, sağdan-soldan sermaye partileri de bu noktada halktan değil madenciden yana tavır takınıyor.

Bugün Çine’de dağları talan eden maden şirketleri suların da başını tutuyorlar. Türkiye’nin en kaliteli kaynak suları bu madenler tarafından şişelenip satılıyor. Öte yandan suyun kaynağında bulunan Topçam gibi köyler ise susuzluk çekiyorlar.

“Yürü bre Hızır Paşa”!..

https://www.evrensel.net/yazi/89485/suyun-kaynaginda-susuz-kalan-koy?utm_source=twitter&utm_medium=twitter_ap&utm_content=2891&utm_campaign=19-09-20219:20

İklim değişikliği tarımı vuruyor: Gıda fiyatlarında sıçrama uyarısı!

  01 Haziran 2023 07:00 Dr. Oğuz Tutal'ın araştırmasına göre Türkiye için en büyük tehlike kuraklık ve aşırı sıcaklar... Araştırma g...