28 Şubat 2014 Cuma

Kanser köy




Aydın'ın Söke ilçesine bağlı Kisir köylüleri son 10-15 yılda her evden bir kanser hastası çıktığını söylüyor. “Köyde normal ölüm yok artık” diyen köylüler, kanser olaylarının sebeplerini bilmediklerini söylüyorlar. Olağan şüpheli ise köyün yakınlarındaki feldspat ve uranyum madenleri.
Özer AKDEMİR
İzmir


Aydın'ın Söke ilçesine bağlı Kisir köylüleri son 10-15 yılda her evden bir kanser hastası çıktığını söylüyor. “Köyde normal ölüm yok artık” diyen köylüler, kanser olaylarının sebeplerini bilmediklerini söylüyorlar. Olağan şüpheli ise köyün yakınlarındaki feldspat ve uranyum madenleri.
Üç taraf çam, zeytin, narenciye ağaçlarının süslediği tepelerle çevrili. Bu tepelerin tam ortasındaki geniş vadi, Söke Ovası’na doğru uzayıp gidiyor. Tepelerden süzülüp gelen ince kekik kokulu sularıyla Kisir Çayı, etrafındaki portakal, mandalina, limon ağaçlarını, mısır ve pamuk ekili tarlaları, karpuz bahçelerini suluyor. Yemyeşil otlaklarda semiz hayvanlar yayılmış. Havada mis gibi limon, zambak, papatya, mor, kırmızı lale kokusu...
Görende ve bu satırları okuyanda “cennetten bir köşe” izlenimi uyandıran Kisir Köyü, görünenin aksine zor yıllardan geçiyor.
ARDI ARDINA KANSER ÖLÜMLERİ
Köy Muhtarı Baki Suna, köyün hemen girişindeki mezarlıkta, kanserden ölen köylülerinin mezarlarını göstererek, “Köyümde son 10-15 yılda 70’in üzerinde kanserden ölüm oldu. Hâlâ birçok kanser tedavisi gören köylümüz var” diyor. Mezar taşlarındaki isimleri sayarak hangi tür kanserden öldüklerini anlatan Suna, “Bu köylüm kanserden öleli 52 gün oldu. Bu üç kardeş de kanserden öldü. Ardı ardına. Bu gördüğünüz mezarların içinde hiçbirisinin ölümü normal ölüm değil. Hapsi kanser” diye konuştu.
HER AİLE BİR ÖLÜM VERDİ KANSERE!
10 yıl içerisinde sayamayacağı kadar kansere ölüm verdiklerini belirten Köy Muhtarı Baki Suna, şunları söyledi; “Neredeyse her evde bir kanser hastasını toprağa gömdük. Şu anda da tedavi olanlar var. Ben bunun sebebini Beşparmak Dağı’nda, Latmos’ta kurulmuş olan maden ocaklarının atıklarını Kisir Çayı’na boşaltmasından olduğunu düşünüyorum. Bu madenlerin en yakını 3 kilometre. Beşparmak Dağı’ndaki maden ocaklarının artıkları Kisir Çayı’na akıyor. Bu çay da bizim köyün ortasından geçerek Menderes’e dökülüyor. Bunlar engellenmediği sürece bu ölümlerin daha çok artacağını ve devam edeceğini düşünüyorum.” Hıfzısıhha’nın her ay gelerek köyün içme suyundan örnek aldığını ve herhangi bir olumsuzluk bildirmediğini aktaran Suna, “İçme suyundan değil de dışardan, hava sirkülasyonundan, artezyenlerin üzerinden, zeytin ağaçlarının dallarından olabilir. İnsanların yüzde yüzünün geçimi zeytincilik, toprakla uğraşma, hayvancılık. Mutlak bir yerden hava etkisi, toprak etkisiyle oldu” dedi.
Şu anda Aydın’da, İzmir’de, Söke’de tedavi olan kanser hastaları olduğunu ifade eden Suna, “Artık kanser olduğunu öğrenme korkusuyla doktora gitmeyen köylülerimiz var. İzmir’e giden geri gelmiyor ve kimse de doktora gitmek istemiyor” dedi.
KIZIM DAHA 12.5 YAŞINDA!
12.5 yaşındaki ortaokul öğrencisi kızının ağustos ayından bu yana tedavi gördüğünü belirten Kezban Ayan, “Hafta da 3-4 sefer Aydın’a götürüp getiriyoruz. Dilinin üzerinde bir kitle oluştu. Köyde hemen hemen 100 kişiden 10’unda kanser var. 10 seneden beri çoğaldı, daha önceleri yoktu bu kadar” diyor.
Köyün Osmankuyu Mahallesi’nde oturan Yusuf Çenesiz, evinin ve bahçelerinin bulunduğu arazide 30-35 yıl önce uranyum sondajları yapıldığını belirterek, Arazisinde bulunan 10’un üzerindeki sondajı gösteren Çenesiz, sondaj deliklerinin bile kapatılmadığını belirtti. Ben burada yaşıyorum, hayvanlarım bu sulardan içiyor. Bahçem bu sondajların ortasında. Bir bombanın üzerinde yaşıyorum yani” dedi.
KANSERLERİN NEDENİ URANYUM MADENİ Mİ?
Eşinin üç yıldır kanser tedavisi gördüğünü anlatan Kisir köylülerden Halil Yordan, dedesinin kanserden ilk ölenlerden biri olduğunu söylüyor. Yordan, “Köydeki ölümlerin hemen hepsi kanser. Neden olduğunu bilemiyoruz tabii. Herhangi bir araştırma da yapılmadı. Benim oturduğum mahalle Kisir’in Osmankuyusu Mahallesi. Orada uranyum madeni var. Biz evli değilken orada mühendisler çalışıyordu. Uranyumu da gösteriyorlardı bize, yeşil, sarı renkte ‘bakın uranyum bunlar’ diye. O zamanlar nenem sağdı. Mühendisler gelmiş ona kaç çocuğun var, kaçı normal, kaçı sakat gibi sorular sormuş. Dedem cilt kanserinden öldü” diye konuştu.

Eklenme tarihi: 28 Şubat 2014

13 Şubat 2014 Perşembe

40 yıllık çaba boşa mı gidecek?



Manisa Köprübaşındaki nükleer kirliliğin İzmir Körfezi'nin temizlenmesine dönük 40 yıllık çabaları boşa çıkarabileceği dile getiriliyor.

Özer AKDEMİR

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YGSP) İzmir İl Örgütü Manisa Köprübaşı İlçesi ve civarındaki köylerde eski uranyum madeninden kaynaklı radyoaktif kirlilikle ilgili İzmir Valiliği ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığına başvurdu. Yöredeki kirliliğin bilimsel raporlarla ortaya konduğunun belirtildiği başvuru dilekçesinde bilimsel çalışmaların radyoaktif tehlikenin Gediz'e ve oradan da İzmir Körfezine ulaştığını gösterdiği belirtilerek, gerekli önlemlerin alınması istendi.

MANİSA VALİLİĞİ HAFİFE ALIYOR

YSGP adına daha önce TAEK, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Manisa Valiliği'ne Köprübaşındaki kirlilikle ilgili başvuralar yapan parti önceki dönem eş genel sözcüsü Av. Arif Ali Cangı'nın dilekçesine Manisa Valiliğinden yanıt geldi. TAEK'in bölgede yaptığı çalışmaları aktaran ve radyoaktif tehdidin halk sağlığı için bir risk oluşturmadığını ileri süren Manisa Valiliği, yöredeki toprak ve sulardan alınan numunelerle ilgili analiz sonuçlarının da belli olduğunda kamuoyu ile paylaşılacağını dile getirdi. Cangı Manisa Valiliğinin bu yanıtını, alanda yapılan yüksek orandaki radyasyon ölçümlerinin hafife alınmaya çalışıldığı şeklinde yorumladı. Köprübaşındaki radyasyonun Gediz'e oradan da Ege Denizine ve İzmir körfezine taşındığının yapılan bilimsel çalışmalarla ortaya konduğunu belirten Cangı, bu kirlilikle ilgili İzmir Valiliği ve Büyükşehir Belediyesi'ne de YSGP adına başvuru dilekçesi verdi.

NÜKLEER KİRLİLİK İZMİR KÖRFEZİNİ ETKİLEDİ Mİ?

Dilekçesinde 2004 yılında Ege Üniversitesi (EÜ) Nükleer Bilimler Enstitüsü tarafından yapılan araştırmada, İzmir Körfezi'nin, Gediz Nehri'nin taşıdığı ağır metal ve çamurlu tortularla kirlendiğinin ortaya konduğunu aktaran Cangı, Prof. Dr. M. Nurullah Kumru tarafından yapılan çalışmada bu durumun İzmir Körfezinin temizlenmesi için harcanan 40 yıllık çabanın boşa gidebileceği anlamına geldiğinin ortaya konduğunu dile getirdi. Cangı, Kumru'nun araştırmasında uranyum, toryum, radyoaktif potasyum ve radyum değerlerinin ölçüldüğü, kimyasal analizlerde de kurşun, krom ve bakır gibi elementlere rastlandığını ifade ederek, "bu araştırma ile yukarıda belirtilen Köprübaşı'ndaki araştırma sonuçları birleştirildiğinde, Köprübaşı'ndaki radyoaktif kirliliğin, Gediz Nehri'ne oradan da İzmir Körfezi'ne bulaşmış olabileceği ortaya çıkmaktadır" dedi. Cangı, Köprübaşı uranyum yatağı çevresinde tespit edilen tehlikeli boyuttaki kirliliğin Gediz Nehri'ne ve İzmir Körfezi'ne etkileri konusunda yapılmış bir araştırma olup olmadığını sorarken, "şimdiye kadar yapılmış bir araştırma yoksa, bu konunun ciddiyetle ele alınmasını, gereken bilimsel inceleme ve değerlendirmelerin yaptırılmasını" talep etti. Cangı dilekçesinde, çalışmalar sonucu ortaya çıkacak çevre sağlığı ve canlı yaşamını tehdit eden unsurlar için kurumlar tarafından gereken önlemlerin alınmasını da istedi. / İzmir
www.evrensel.net
Eklenme tarihi: 2014-02-13 06:00:15

11 Şubat 2014 Salı

İşte AKP'nin doğası!


KORUMA DEĞİL KULLANMA
DOĞAL KAYNAKLAR CİDDİ ZARAR GÖRDÜ
‘TABİATI BOZUK YASA’ TAHRİBATI HIZLANDIRIR

Özer AKDEMİR


Türkiye AKP iktidarı döneminde doğa koruma alanında da dünyadaki gelişimin tam tersi bir politika izliyor. Ülkemizde doğa koruma politikaları ile ilgili yapılan bir araştırma kamu yararı ve insan yaşamı açısından korunması gereken alanların büyük bir hızla yapılaşmaya açıldığı gerçeğini gözler önüne serdi.

Bartın Üniversitesi Öğretim üyeleri Prof. Dr. Erdoğan Atmış ve Yard. Doç. Dr. Mustafa Artar tarafından yapılan bir araştırma AKP iktidarının doğa koruma politikalarındaki yönelimini ortaya koydu.

DOĞAL KAYNAKLAR CİDDİ ZARAR GÖRDÜ

Atmış ve Artar tarafından yapılan “Türkiye’de korumadan kullanmaya yönelen doğa koruma politikalarının değerlendirilmesi” başlıklı çalışmada doğa koruma alanlarının son yıllarda büyük bir hızla yapılaşmaya açıldığını ortaya koydu. Araştırmada, “Bugüne kadar birçok sanayi tesisi, yerleşmeler, turizm tesisleri, madencilik işletmeleri ve alt-yapı yatırımlarının bilimsel arazi kullanım planlaması ilkelerine uyulmadan orman, mera, sulak alan gibi ekosistemler üzerinde kurulduğu ve ekonomik kalkınma gerekçeleriyle doğal kaynakların ciddi zarar gördüğü” dile getirdi.

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde doğal kaynakların ‘yatırım’ adı altında ulusal ve uluslararası şirketlerin, doğal/kültürel çevreyi tam anlamıyla yok etme tehdidi ve saldırısı altında olduğunun kaydedildiği araştırmada, bu tehdit ve tahriplerin, bağlayıcı niteliğe sahip ulusal/uluslararası koruma hukukunun varlığına rağmen önlenemediğine dikkat çekildi.

KORUMA DEĞİL KULLANMA
Türkiye’de doğal kaynaklara zarar verecek çalışmalara son yıllarda “yatırım” adı altında izin verilmesinin, korunan alanların geleceğini tehdit ettiğinin belirtildiği araştırmada, korumadan kullanmaya yönelen bir siyasi çizginin kararlılığının her aşamada hissedildiği kaydedildi. Araştırmanın dikkat çektiği bir diğer olgu ise korunan alanları korumak ve yönetmekle görevli organizasyonun daha da etkisiz hale getirildiği ve koruma öncelikleri; gerektiğinde siyasi baskıyla, gerektiğinde de ilgili mevzuat değiştirilerek ötelendiği oldu. Bu, korunan alanların kullanımının önündeki engellerin kaldırılmaya çalışıldığı anlamına geliyor. Araştırmada şu tespitlere yer verildi: “Son dönemde koruma niteliği ağır basan korunan alanların sayısında önemli bir artış görülmezken, daha çok rekreasyon alanı olarak kullanılan mesire yerleri ve yeni oluşturulan tabiat parklarının sayısının aşırı miktarda artış gösterdiği görülmektedir. Korunan alanların yapılaşmasını sağlayan en önemli uygulamalardan biri; korunan alan sınırlarının daraltılması veya değiştirilmesidir. Son 20 yılda bu tür uygulamalar sonucu özellikle turizm amaçlı yapılaşmalar artmıştır.”

AKP hükümetlerinin ilk sekiz yılında önceki sekiz yıllık döneme göre daha az sayıda milli park, tabiat koruma alanı, tabiat anıtı, Ramsar alanı ilan edildiği belirtilirken, ilan edilen milli parklardan üçü (Yumurtalık Lagünü, İğneada Longoz Ormanları ve Gala Gölü Milli Parkları) önceden daha hassas koruma statüsü olan tabiat koruma alanıyken, sonradan milli parka çevrildiğine dikkat çekildi.

‘TABİATI BOZUK YASA’ TAHRİBATI HIZLANDIRIR

Turizm ve maden tahsislerini kolaylaştırmak için yapılan düzenlemelerin, korunan alanlarda nitelik bozulmasına yol açan önemli uygulamalardan olduğunun vurgulandığı araştırmada, Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı’nın mevcut şekliyle yasalaşması durumunda bu sürecin hızlanacağı dile getirildi. Araştırma, bazı korunan alan statülerinin izin vermediği uygulamaların, o korunan alanın statüsünün değiştirilmesiyle hayata geçirildiğine dikkat çekerken, “Son yıllarda bazı tabiatı koruma alanlarının milli parka dönüştürülmüş olması bu uygulamaların önemli örneklerindendir. Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı’ndaki yeniden değerlendirme kararları bu tür yanlış uygulamaları hızlandıracaktır” denildi.

GENEL MÜDÜRLÜĞÜN YETKİLERİ TIRPANLANDI

Korunan alanların yönetiminden sorumlu olan Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün birçok konudaki yetkilerinin başka kurumlara devredilmesinin korunan alan yönetiminin etkinliğini azalttığı, korunan alanların etkin korunması için genel müdürlüğün yetki ve sorumluluklarının arttırılması gerektiğinin vurgulandığı araştırmada, 2007 yılından sonra gündeme getirilen yeni tabiat parkları anlayışı “korumadan çok rekreasyonel kullanımı öne çıkaran bir anlayış” olarak eleştirildi. Araştırmada koruma alanlarının geleceği için şu öneriler de bulunuldu; “Koruma statüsüne alınan alanlarda koruma öncelikli olmalı, kullanma ikinci planda yer almalıdır. Koruma kullanma dengesi gerçek anlamıyla kurulmalıdır. Aksi halde ülkemizdeki korunan alanların yönetiminde evrensel değerlere ulaşmak güç olacaktır.”
İşte AKP'nin doğası!
RAKAMLARLA AKP’NİN DOĞA TAHRİBATI

2011 Seçim Beyannamesi’nde; “Milli Park sayısı 2002’de 33, 2010’da 41, Tabiat Parkı sayısı 2002’de 17, 2010’da 42, kent ormanı sayısı 2002’de 0, 2010’da 89. Milli parklarımızın sayısını 50’ye, tabiat parkı sayısını ise 55’e çıkaracağız” diyen AKP’nin, seçimden sonra kurulan 61. Hükümet Programı’nda “2002 yılında 63 olan korunan alan sayısını 98’e çıkardık ve 89 yeni kent ormanı kurduk” demesinin de istatistiksel bir kandırmaca olduğu aynı araştırmada şu rakamlarla ortaya kondu; “AKP önceki dönemde 57347 ha. alanı kaplayan 9 tabiat parkı ilan edilmişken, AKP döneminde 8540 ha.’lık alanı kaplayan 25 Tabiat Parkı ilan edilmiştir. Önceki dönem ilan edilen tabiat parklarının park başına düşen alan 6372 ha.’iken, AKP döneminde ilan edilenlerin ortalaması sadece 342 ha. olmuştur. AKP döneminde niteliği değiştirilerek sayısı hızla arttırılan tabiat parklarının ortalama büyüklüğü önceki dönemdekilerden 18 kat daha küçük kalmaktadır.”

Araştırmaya göre 2003-2006 yılları arasındaki dört yıllık sürede orman alanlarında verilen maden işletme izni sayısı yılda ortalama 1218 iken, 2007 yılında 2089’a, maden tesis izni sayısı da 576’dan 2211’e yükseldi. Aynı dönemde maden işletme izin alanı; 3637 hektardan, 11168 hektara, maden tesis izin alanı da 434 hektardan, 2146 hektara çıktığı araştırmanın ortaya koyduğu gerçeklerden. / İzmir
www.evrensel.net
Eklenme tarihi: 2014-02-11 06:00:16

5 Şubat 2014 Çarşamba

Köyün tepesine siyanür çukuru



Özer AKDEMİR

Siyanürlü altın madeni faaliyetleriyle sık sık gündeme gelen Bergama Ovacık’a, şimdi de 3. siyanürlü atık barajı yapılıyor. Hem de köyün tam tepesine. Uzmanlar, siyanürlü atık barajının çevre ve halk sağlığı açısından “büyük risk” olduğunu belirtirken, diğer atık barajlarına göre “Yüzde 300 daha fazla tehlikeli ve yanlış” dedi.

Çıkarılan altın cevherinin siyanürle ayrıştırılması işleminin ardından kalan siyanürlü ve ağır metalli sıvı ve çamurlar, bu atık depolarında biriktiriliyor.

ÜÇÜNCÜSÜ YAPILIYOR

Bergama Ovacık, Çamköy, Narlıca köyleri yakınlarında altın madenciliği faaliyeti yürüten Ovacık Altın Madeni, bölgede kurduğu siyanürlü iki atık barajının ardından, 3. siyanürlü atık barajı yapmak için kolları sıvadı.

KÖYÜN TAM TEPESİNDE

Proje dosyasına göre, altın madeninin üçüncü atık barajı (deposu) için seçilen yer, daha önce altın cevherinin çıkarıldığı açık ocak maden sahası. Yani şirket, altın cevheri çıkardığı sahayı, diğer iki atık deposu dolduğu için, yeni atık deposu olarak kullanmak istiyor. Üstelik atık deposu yapılacak olan yer, köyün yakınındaki tepede yer alıyor. Şirket bu tepeden altın çıkarmak için, tepeyi kaza kaza büyük bir çukur oluşturdu. Köylüler bu çukuru “cehennem çukuru” olarak nitelendiriyor. Tepenin hemen altında ise, altın madeni şirketinin köylülerin kalması için yaptırdığı ve sadece bir kısım köylünün kalmayı kabul ettiği evler bulunuyor.

DENİZ VE YERALTI SU SEVİYESİNİN ALTINDA

Madenin ilk dönemlerinde 10 yıl boyunca Kamu İlişkileri Müdürlüğü yapan Emekli Maden Mühendisi Hasan Gökvardar, 3. Atık barajı proje dosyasını değerlendirdi. Gökvardar’ın verdiği bilgilere göre;

* Atık deposu yapılacak alan, kazıla kazıla deniz seviyesinin altına kadar indi. (Yaklaşık -50 ile -100 kotlarında)
* Ovacık yöresinde yer altı su tablası +40 ile +60 kotlarında. Madenin başlama noktası ise +900 kotlarında. Dolayısıyla 3. atık deposu, yer altı su tablası ve geçirimli alüvyon tabakalar üzerine yapılmış oluyor.

RİSKLER ÜST DÜZEYDE

Gökvardar, atık su deposunun deniz ve yeraltı su seviyesinin altında kaldığını ifade ederek, “Çok tehlikeli. Bu bir ‘Yeraltına yarı gömülü atık deposu tasarımı’dır. Olası riskler üst düzeyde. Eskiye göre yüzde 300 daha fazla tehlikeli” dedi.

YILLARDIR KARŞI ÇIKILIYOR

Altın madeni şirketinin zeytinlik alanlara ve verimli tarım arazileri üzerinde yaptığı siyanürlü madencilik faaliyetine karşı köylüler ve yaşam savunucuları doğayı ve halk sağlığını tehdit ettiği gerekçesiyle yıllardır karşı çıkıyor.

Şirketin ilk iki siyanür atık barajları hakkında açılan dava süreçleri ise hâlâ devam ediyor.
Köyün tepesine siyanür çukuru
YERLEŞİM YERİNE ÇOK YAKIN

Ovacık Altın Madeninin faaliyetlerine karşı açılan davaların avukatlarından Arif Ali Cangı, konuyla ilgili şunları söyledi: “En son 2. atık havuzu davasında, tehlikeli atık depolama alanlarının yerleşim yerlerine en az 1 kilometre uzakta olması gerektiğini söylemiştik. Bilirkişiler Ovacık köyüne 400 metre uzaklıkta olan atık barajı için, ikinci sınıf atık deposu diyerek olur vermişlerdi. İkinci sınıf için en yakın yerleşim birimine 200 metre uzaklık yetiyordu. Burada böyle bir mesafe de yok. 3. atık havuzunu Ovacık köyünün tepesine yapacaklarsa, Ovacık köyünü oradan kaldırmaları lazım.”

İZMİR’E BİR ALTIN MADENİ DAHA

İzmir Ödemiş’e yaklaşık 7 kilometre uzaklıktaki Çobanlar köyünde yeni bir altın madeni işletmesi daha kuruluyor. Bu maden için ÇED süreci başlatıldı. Ruhsat alanı 2706.7 hektarlık bir alanı kapsayan altın-gümüş madeninde 11.34 hektarlık alan maden sahası olarak görülüyor. Maden proje dosyasında açık ocakta gerçekleştirilecek madencilik faaliyeti sonrası elde edilecek cevherin içindeki altın-gümüş ve diğer değerli metallerin alınması için başka bir şirkete satılacağı dile getiriliyor. Madenin ÇED başvuru dosyasında madende 8 kişinin çalışacağı belirtiliyor. / İzmir
http://www.evrensel.net/haber/77792/koyun-tepesine-siyanur-cukuru.html
2014.02.05
Eklenme tarihi: 2014-02-05 06:00:00

4 Şubat 2014 Salı

RES’çilere değil, karşı çıkana gözaltı



Özer Akdemir
Çeşmeliler, yanı başlarına kurulmak istenen Rüzgar Enerjisi Santrallerine (RES) karşı direnen 4 yaşam savucusu, önceki gün hukuksuz bir şekilde çalışmalara başlayan ABK inşaatın çalıştığı alana gittiği için şirketin şikayeti sonrası jandarma tarafından gözaltına alınarak karakola götürüldü.

YASA DIŞI ÇALIŞMA YAPTI

Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı acele kamulaştırma kararı sonrası gerekli tüm izinlerin alındığını ileri süren RES şirketine karşı hukukçular ve Çeşmeli yaşam savunucuları kaymakamlığa başvurarak acele kamulaştırma işleminin henüz bitmediğini, şahıslara ait taşınmazların tescilinin hazine adına yapılması için asliye hukukta davanın açılarak tescil kararının alınması gerektiğini dile getirdi. Bu görüşleri haklı bulan kaymakamlığın RES çalışmalarını durdurması sonrası ABK adlı şirket hazineden aldıkları araziler üzerinde inşaata başlamak istedi.
RES’çilere değil, karşı çıkana gözaltı
Çeşmeli yaşam savunucularının avukatı Reyhan Aytekin, şirketin Hazinenin arazisinde teslim tarihinde itibaren işlem yapabilecekken şahıs arazilerinde asla yapamayacaklarını dile getirerek, “Şirketin kağıt üzerinde belirttiği parseller Tuluğ Onur adına kayıtlı. Şu an yasalar çiğnenmiştir. Bu arazide ve yazılı parsellerin dışında tek bir kazma vuramazlar. Hazine kağıt üstünde yeri teslim etmiş ama sınırları belirlenmemiş ve etrafı çevrilerek şantiye halına gelmemiş bu arazilerin yeri belirsizdir” dedi. RES şirketinin birçok sakız ve salep ağacını köklediğini belirten Aytekin, “Yarın mahkemelerden birinde yürütmeyi durdurma çıktığında bunlar nasıl geri verilecek?” dedi.

Bu hukuksuz çalışmaya karşı Çeşme’nin hemen üzerindeki Ovacık Köyü Karlıktepe mevkiinde RES çalışmasını başlatan şirketin kepçeleri Çeşme’den gelen yaşam savunucularının önlerine geçmeleri sonrası durmak zorunda kaldı. Bu eylemin ardından 1’i İngiliz vatandaşı olan 4 Çeşmeli ifade vermeleri için jandarma karakoluna götürüldü ve ifadelerinin ardından serbest bırakıldı.
http://www.evrensel.net/haber/77701/rescilere-degil-karsi-cikana-gozalti.html
www.evrensel.net
Eklenme tarihi: 2014-02-04 07:54:37

TAEK halkı yanıltıyor



Özer Akdemir

TÜRKİYE Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Evrensel’in ortaya çıkardığı Manisa Köprübaşı’ndaki eski uranyum madeninden kaynaklı radyasyon kirliliği ile ilgili ikinci bir açıklama yaptı. Manisa il merkezi, Köprübaşı ilçesi ve köylerinde yaptığı radyasyon ölçümlerine açıklamasında yer veren TAEK, bölgedeki radyasyonun “Türkiye ortalamasına uyumlu” olduğunu ve halk sağlığını tehdit etmediğini ileri sürdü. TAEK’in açıklamalarını değerlendiren bilim insanları ise kurumun halkı yanıltıcı bilgiler verdiğini dile getirdi.

TAEK halkı yanıltıyor
DÜNYADAKİ ÖZEL ALANLARLA MANİSA KARŞILAŞTIRILAMAZ

Amerika’da yaşayan nükleer enerji uzmanı Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, TAEK’in her iki açıklamasında da halkı yanılttığı görüşünde. Kurumun ilk yaptığı basın açıklamasında milyonlarca yıllardır yer altında yüzlerce metre derinlikteki uranyum maden yataklarından kaynaklanan radyasyon sızmaları ile yer yüzeyine çıkarılmış uranyum madeninden kaynaklanan radyo-kimyasal kontaminasyonu aynı kategoriye koyduğunu kaydeden Kılıç, ikinci yapılan açıklama da ise dünyada bilinen birkaç çok özel bölgeyi Manisa Köprübaşı’ndaki kirlenmeyle aynı kefeye koymaya çalışıldığını dile getirdi. Kılıç, bahsedilen bu bölgelerin volkanik ya da termal hareketlerin yaşandığı özel alanlar olduğunu, Manisa’daki maden çıkarılması sırasında yüzeye dağılan uranyum ve diğer izotopların meydan getirdiği radyo-kimyasal kirlilik ile karşılaştırılamayacağını ifade etti.

TAEK NEYİ ÖLÇTÜ?

TAEK’in açıklamasında verilen radyasyon değerlerinin hangi ışını gösterdiğinin anlaşılmadığına dikkat çeken DEÜ öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Enver Yaser Küçükgül, “Alfa mı, beta mı, gamma mı, yoksa hepsinin toplamı mı? Sadece ‘Radyasyon seviyeleri ölçülmüştür’ yazıyor” dedi. Küçükgül; “Konu ile ilgili çalışma yaparak ulusal ve uluslar arası yayın yapan bilim insanları, TÜBİTAK projeleri bize toprakta suda Gediz nehri sedimentlerinde, bitkilerde uranyum değerinin çok yüksek olduğunu söylüyordu. Ayrıca Köprübaşı ilçesi mahalle arasında kalan Pilot İşletme tesisi; bizim ziyaretimiz sırasında gördüğümüz gibi hiçbir tabela ile uyarı veya ikaz ile işaretlenmemişti. İşletilip kaderine terk edilen ocaklara ait bu TAEK bildirisinde bir ifade yer almamıştır” dedi.

‘KURUM İNANDIRICI DEĞİL’

Ege Üniversitesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Kayhan Kantarlı, Gaziemir nükleer atık skandalındaki tutumundan sonra TAEK’in açıklamalarına güven kalmadığını belirterek, “TAEK’in Manisa Köprübaşı’nı, bilim insanlarının araştırmaya dayalı raporlarındaki uyarılara karşın 20 yıldır hiç bir önlem almadan nasıl kendi haline terk ettikleri ortada” diye konuştu. Nükleer Enerji profesörü Tolga Yarman, TAEK’in açıklamalarının aksine hiç bir uranyum madeninde değerlerin normal olamayacağını kaydetti. Yarman; “Uranyum solunmazsa demek ki, tehlike pratikçe yoktur. Ama 1) Madende çalışanlar risk altındadırlar. 2) Uranyum yüzeyde ise ve rüzgarla sağa sola taşınabiliyorsa, buna bilhassa çocuklar ve hamile kadınlar açısından dikkatli olmak gerekir.” TAEK açıklamasında herhangi bir sağlık taramasından bahsedilmemesini “facia” olarak niteleyen Yarman, “Bilhassa, rüzgar yatak yüzeyinden çevreye uranyum süpürüyorsa, hakim rüzgarlara göre, sağlık taraması yapılması elzemdir” dedi.

EKSİKSİZ BİR ARAŞTIRMA YAPILMALI


Tıbbi Jeoloji uzmanı Eşref Atabey de TAEK’in kamuoyunu bilgilendirmediği kanaatinde. Atabey, “Dünya’nın ve Türkiye’nin bazı yerlerindeki radyoaktivitenin, bu yöredekinden (ölçüm verilerine göre) yüksek olması, burada sağlık yönünden bir riskin olmadığı anlamına gelmez. Araştırmalar eksiksiz yapılmalı ve açıklamalar tatmin edici, bilimsel verilere dayanan, yol gösteren, tereddüte yer vermeyen bilgiler olmalıdır” dedi. Bölgedeki içme kullanma suyundaki radyoaktivite değerlerinin verilmediğini aktaran Atabey, “Kayaç, toprak, bitki, havada ve sularda ayrıntılı radyoaktivite ölçümleri yapılmalı. En önemlisi yaşayanlar üzerinde sağlık taraması yapılarak sonuç kamuoyuna açıklanmalıdır” diye konuştu.

‘KUYU SULARINDA URANYUM KİRLİLİĞİ VAR’

2008 yılında bölgede yaptığı TÜBİTAK destekli çalışmada, bölgede uranyum kirliliği tespit eden ve bunu raporlayan Prof. Dr. Ahmet Şaşmaz, TAEK’in açıklamasından sonra yöredeki insanların var olan radyoaktiviteden etkilenmeye, uranyumlu suları içmeye devam edeceği sonuncunun çıktığını söyledi. Şaşmaz, “Sular uranyum açısından toksik midir değil midir? Bunu bilmemiz lazım. Benim yaptığım araştırmaya göre, kuyu sularının çoğunda uranyum kirliliği var. En azından bu kuyular kapatılacak denir, bunlar kullanılmasın denir” dedi.
www.evrensel.net
Eklenme tarihi: 2014-02-04 06:00:48

1 Şubat 2014 Cumartesi

Şeytan Köprüsü - Evrensel Kültür 266. sayı


 Özer AKDEMİR

Tendürek Dağından doğan Bend-i Mahi çayı Şeytan Köprüsü’ne ulaşamadan duruldu, mahzunlaştı. Su şelaleye gelmeden daha boruların içine alındı. Sonra ehlileştirilmiş bir yaban atı gibi salındı yatağına.

Kalın çelik halatlara tutunarak ilerlediğimiz tahta asma köprü usul usul sallanırken, Ercişli Güven Çalık tam ortasında durup, “akışı böyle değildi, daha güzeldi. Tee oralara kadar uzardı” diye gösterdi eliyle şelaleyi. Bundan daha güzelini görmemiştik biz. Karşımızdaki güzelliğin büyüsünden bir şey eksiltmedi sözleri.

Sonbaharı böyleydi demek şelalenin. Beyaz, köpüklü bir su. Çağıl çağıl... Kendi kavlince türküsünü söyleyip düşüyor yatağına. Etrafını yeşilin yedi tonu sarmış. Parmak parmak akıyor su, damar damar. Aynı kökten türeyen, her biri ayrı rengin peşinden sürüklenen, ayrı türküleri, ayrı dilleri, ayrı halayları olan halkların ortak özlemi sanki düştüğü dere yatağı. Damla damla birbirine karışıyorlar. Koca bir sel, dalgalı bir gök, mavi, yeşil bir sağanak…

Tahta köprünün altından akarken dağ kekiği kokuyor su, otlu peynir, Van çileği, koyun sütü kokuyor. Bakanın başını döndürüyor, Urartu şarabı içmiş gibi…

“Oysa suyun eski neşesi yok” diyor Güven Çalık. “Eski su değil bu su artık. Önü kesilmiş, akışı dizginlenmiş, borulara hapsedilmiş sular neşesini kaybederler” diyor.

Bend-i Mahi de, koca boruların içine alındığından itibaren, kafesteki bir kuş gibi, ana dili yasaklanmış bir halk gibi hüzünlü akar hale gelmiş. “Sular halklara benzer” diyor. “Özgürlüğünü elinden alıp doğanın bahşettiği adından, akışından, sesinden, türküsünden ayırırsanız, mahzunlaşır, mazlumlaşır. Çağlayanı bile olsa tadı tuzu kalmaz. Düşünceli bir su olur, başı önde bir su. Ama sular da, halklar da özgürlüğe sevdalıdır. Düşü hep özgürlük düşüdür zaten. Doğasını özler sularda. Dağlar anasıdır suların. Anasını özler. Kimi karnından çıkar, kimi karından, buzundan, yağmurundan yaratır kendini. Anasından nasıl doğmuşsa öyle yaşamak ister. Ana yurdunda, anasının diliyle konuşarak…”

Bend-i Mah çayı, borularda örselenip şelaleden yatağına düşmenin şaşkınlığını üzerinden atamadan daha, kısa bir zaman sonra yine yeni bir esaretle tanışıyor. Bir kilometre bile gidemeden beton duvarlara vurup başını, duruluyor. Beton kanallar suyun akışına yön veriyor. Onu hızla metal tribünlere çarpıyor. Çılgın bir telaş içinde dönüyor pervane. Dönüyor, dönüyor…

Bend-i Mahi’nin hırsı, öfkesi, özgürlük tutkusu, tribünden kablolara aktarılıyor. Elektrik oluyor. Oradan kocaman, yüksek direkler, kalın tellerle alınıp götürülüyor suyun özleminden doğan enerjisi. Geriye Bend-i Mahi’nin dizginlenen öfkesinden sızan bir su kalıyor yatağında. Ölmek üzere olan bir canlıdan usulca akan kan gibi, yaralı bir karacanın gözyaşları gibi…

İşte bu su, Şeytan Köprüsünün daracık kayalarından utana sıkıla, adeta küskün bir eda ile akıp gidiyor. Çamurlu bir birikinti oluşturuyor su. Hastalıklı, gömük gibi, kötü kokan, kendinden geçmiş, esrik bir su…

Şeytan Köprüsü'nün kurulduğu iki kayanın arasına, köprünün altına girip, ince ince akıp giden suya bakarak anlatıyor Güven Çalık, “Bu köprünün altına giremezdik eskiden. Öyle coşkun, öyle zil zurna bir neşe ile çağıldardı. Köprünün öte yanında balıklar oynaşırdı. Gogort balıkları derdik biz onlara. Bazıları 5 kiloyu bulurdu. Eti lezzetli ama yumurtası zehirliydi. Sade bu suda büyüyen, üreyen, başka bir suya götürüldüğünde yaşayamayan, belki suyun tadına, belki soğukluğuna, belki hasretine dayanamayıp ölen balıklar... Geçenlerde gümüş karınları yukarıda ölmüşlerini gördüm. Ağızlarını kocaman açarak nefes almaya ya da sanki bağırmaya çalışanını gördüm. İşte o zaman, o balıklar değil biz de öldük. Onları biz öldürdük. Anadolu’da, güneşin ilk ışıklarının tazeliği ile yıkanan bu sularda, Şeytan Köprüsünde zıplayan, insanlığa gülen Gogort balıkları değil, kurbağa sesleri duyuluyor artık. Kurbağaların yaşam alanları değil oysa bu sular. Doğa, yarın bunun hesabını soracak bizlere. 'Neden size bahşettiğim güzellikleri koruyamadınız’ diyecek ve küsecek… Doğa küstü mü yaşam biter!..”

Bir ikindi üzeri Şeytan Köprüsü’nden günü gözümüze siper ederek bakıyoruz. İlerde, kocaman bir boru çıplak tepeden Bend-i Mahi Çayına uzanıyor. Şeytanın köprüsünü bile elinden almış, günümüz şeytanları. Artık ay ışığında ölü balıkların yakamozlandığı Şeytan Köprüsüne, şeytan bile uğramıyor…

Sular da halklara benzer. Akışını, dilini, türküsünü elinden aldınız mı mahzunlaşırlar. Yine de doğup serpildiği dağların baş eğmezliğini taşır sular gittiği yerlere. Ana yurdun, ana dilin, ana kucağının güzelliklerini anlatırlar. Ve bu güzellikler uğruna direnmeyi, direnmeyi...

Yayınlandığı yer:
Evrensel Kültür Dergisi / Sayı: 266, Şubat 2014

İklim değişikliği tarımı vuruyor: Gıda fiyatlarında sıçrama uyarısı!

  01 Haziran 2023 07:00 Dr. Oğuz Tutal'ın araştırmasına göre Türkiye için en büyük tehlike kuraklık ve aşırı sıcaklar... Araştırma g...