29 Nisan 2013 Pazartesi

İnleme değil direnme günü!..

Fotoğraf: İnleme değil direnme günü!..

Özer AKDEMİR

Bahar güneşi altında taze filizler vermiş asmaları içine alan iki metre yarıçaplı bezden dairenin rengi altın sarısı. İkindi güneşi, gün boyu bunaltıcı sıcağın ardından İzmir Körfezinin serin sularına kendini atmak için acele ediyor sanki. Uzak değil körfez, kuş uçuşu 15 dakika. 
Üzüm asmaları ile dolu dimdik yükselen tepenin üzerinden yansıyan ışık, altın sarısı çemberi daha bir parlatıyor. Çemberin ortasında beyaz kefene bürülü gövdeler birbirine sokulmuşlar. Kimi yan dönmüş cenin pozisyonu almış, kimi başını elleri ile saklayarak büzülmüş. Ayakta olan tek varlık, simsiyah pelerini, “Çığlık” resminden fırlamış maskesi ve elinde altın renkli ışıklar saçan tırpanıyla “Azrail”. Ayaklarının ucunda “Kıyma, kıyma, kıyma bana” diye acı ile inleyen, yalvaran, kıvranan figürlere dimdik, acımasız ve tereddütsüz bakıyor. Tırpanı tutan eli arada figürlerin üzerine doğru savruluyor. Boşta kalan eli ise ‘acaba hangisini alsam” der gibi ayakların dibinde inleyenlerin üzerinde geziyor. 

‘YALNIZ EFE’NİN BAĞI

İzmir’den gelen Güzelbahçe’lilerin ilgiyle izlediği bu etkinliği örgütleyen KadıNgözÜyle Fotoğraf Grubu performansı baştan sona fotoğrafladı. Altın madeninin kuşattığı arazilerin ortasındaki bu bağın sahibi de etkinliği izleyenler arasındaydı.  Omzunda silahı, sırtında heybesi ile oturmuş bu renkli kalabalığa gülümseyerek bakıyordu. Efemçukuru’nda, topraklarını altın madenine satmayan, ‘musalla taşına kadar da satmayacağım. Bizde toprak bayraktır, bayrak satılmaz!” diyen ‘Yalnız Efe’ Ahmet Karaçam’dı bağın sahibi. Sürüsünü bir köylüsüne emanet etmiş, bu etkinliğin bağında yapılabilmesi için grubun önüne düşmüştü.  

AZRAİLİN ANLADIĞI

İşte o üzüm bağını ortasında, azrail ve kurbanlarının can alıp verme telaşının 100 metre gerisinde iş makinelerinin biri gidiyor biri geliyor. Pazar günü olmasına rağmen Efemçukuru altın madeninde hummalı bir çalışma tüm hızıyla sürüyor. Ortaya konan ‘performans’ altıncı şirket yöneticilerini rahatsız etmiş olacaklar ki, birkaç saat öncesine kadar ortada görünmeyen lüks cipler dolduruyor maden tesislerini. Uzaktan izlemekle yetiniyorlar olan biteni ama iş temposunda herhangi bir yavaşlama yok! 

Altın madeni ile arkasındaki sermaye gücünü simgeleyen Azrail ve onun yok edici etkisini anlatan kefene bürünmüş bedenlerin biraz ötesinde oturan Karaçam, sadece bu topraklar için değil, ülkenin her köşesinde yaşam alanlarını koruma mücadelesi veren halkın direniş sembollerinden birisi haline gelmişti. O, topraklarına hışımla gelmiş, parayı-pulu, siyasi gücü arkasına almış sermayeye ‘kıyma bana’ diye inlemek, yalvarmak yerine dimdik, onuruyla direnmenin simgesi olmuştu. Onun direniş kalesinde, üzüm bağlarında ortaya konan bu sanatsal performansın en büyük ve belki de tek eksikliği buydu. Gün yalvarma, inleme günü değil, birleşme, üzerindeki ölü toprağını atma, kefeni yırtma ve direnme günüydü… 

(İzmir/EVRENSEL)

Özer AKDEMİR
Bahar güneşi altında taze filizler vermiş asmaları içine alan iki metre yarıçaplı bezden dairenin rengi altın sarısı. İkindi güneşi, gün boyu bunaltıcı sıcağın ardından İzmir Körfezinin serin sularına kendini atmak için acele ediyor sanki. Uzak değil körfez, kuş uçuşu 15 dakika.
Üzüm asmaları ile dolu dimdik yükselen tepenin üzerinden yansıyan ışık, altın sarısı çemberi daha bir parlatıyor. Çemberin ortasında beyaz kefene bürülü gövdeler birbirine sokulmuşlar. Kimi yan dönmüş cenin pozisyonu almış, kimi başını elleri ile saklayarak büzülmüş. Ayakta olan tek varlık, simsiyah pelerini, “Çığlık” resminden fırlamış maskesi ve elinde altın renkli ışıklar saçan tırpanıyla “Azrail”. Ayaklarının ucunda “Kıyma, kıyma, kıyma bana” diye acı ile inleyen, yalvaran, kıvranan figürlere dimdik, acımasız ve tereddütsüz bakıyor. Tırpanı tutan eli arada figürlerin üzerine doğru savruluyor. Boşta kalan eli ise ‘acaba hangisini alsam” der gibi ayakların dibinde inleyenlerin üzerinde geziyor.

‘YALNIZ EFE’NİN BAĞI

İzmir’den gelen Güzelbahçe’lilerin ilgiyle izlediği bu etkinliği örgütleyen KadıNgözÜyle Fotoğraf Grubu performansı baştan sona fotoğrafladı. Altın madeninin kuşattığı arazilerin ortasındaki bu bağın sahibi de etkinliği izleyenler arasındaydı. Omzunda silahı, sırtında heybesi ile oturmuş bu renkli kalabalığa gülümseyerek bakıyordu. Efemçukuru’nda, topraklarını altın madenine satmayan, ‘musalla taşına kadar da satmayacağım. Bizde toprak bayraktır, bayrak satılmaz!” diyen ‘Yalnız Efe’ Ahmet Karaçam’dı bağın sahibi. Sürüsünü bir köylüsüne emanet etmiş, bu etkinliğin bağında yapılabilmesi için grubun önüne düşmüştü.

AZRAİLİN ANLADIĞI

İşte o üzüm bağını ortasında, azrail ve kurbanlarının can alıp verme telaşının 100 metre gerisinde iş makinelerinin biri gidiyor biri geliyor. Pazar günü olmasına rağmen Efemçukuru altın madeninde hummalı bir çalışma tüm hızıyla sürüyor. Ortaya konan ‘performans’ altıncı şirket yöneticilerini rahatsız etmiş olacaklar ki, birkaç saat öncesine kadar ortada görünmeyen lüks cipler dolduruyor maden tesislerini. Uzaktan izlemekle yetiniyorlar olan biteni ama iş temposunda herhangi bir yavaşlama yok!

Altın madeni ile arkasındaki sermaye gücünü simgeleyen Azrail ve onun yok edici etkisini anlatan kefene bürünmüş bedenlerin biraz ötesinde oturan Karaçam, sadece bu topraklar için değil, ülkenin her köşesinde yaşam alanlarını koruma mücadelesi veren halkın direniş sembollerinden birisi haline gelmişti. O, topraklarına hışımla gelmiş, parayı-pulu, siyasi gücü arkasına almış sermayeye ‘kıyma bana’ diye inlemek, yalvarmak yerine dimdik, onuruyla direnmenin simgesi olmuştu. Onun direniş kalesinde, üzüm bağlarında ortaya konan bu sanatsal performansın en büyük ve belki de tek eksikliği buydu. Gün yalvarma, inleme günü değil, birleşme, üzerindeki ölü toprağını atma, kefeni yırtma ve direnme günüydü…


(İzmir/EVRENSEL)

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=572792499421773&set=a.123634057670955.13149.123575381010156&type=1&theater

İzmir’in suyu kimlerin elinde!


Özer Akdemir
İzmir’in 2025’e kadar içme suyunu karşılaması için yapıldığı söylenen Gördes Barajı havzasındaki sülfürik asitli nikel madeni ile ilgili kentin suyunu yöneten İZSU’dan cahillik itirafı! İzmir’deki 4 milyon kişinin içme suyunu tehdit eden madene karşı açılan davalara mühadil olması talep edilen İZSU’dan, nikel madeni sahasının Gördes Baraj Havzası’na girip girmediğini dahi bilmedikleri itirafı geldi
MAHKEME ZORUYLA İHBAR
Manisa’nın Akhisar ve Gördes ilçeleri ile Balıkesir’in Sındırgı ilçesi sınırları içerisinde arasında kalan alanda işletilmek için çalışmaları süren nikel madeniyle ilgili açılan ÇED iptali davasına İZSU’nun müdahil olması talep edildi. Aylardır bu yöndeki çağrıya sessiz kalan kurum, madene karşı dava açanlar tarafından mahkeme kararıyla haberdar edildi. Manisa İdare Mahkemesi, davacıların talebi üzerine 9 Nisan 2013 kararı ile davayı İZSU’ya ihbar etti. Mahkemenin bu kararının ardından Gördes ve İzmirli yurttaşlar tarafından İZSU’ya gönderilen dilekçelerde kurumun mahkeme kararına uyarak davaya müdahil olması talep edildi.
İZSU CEHALETİN DORUKLARINDA!
İZSU’nun bu davalara müdahillik talepleri ile ilgili İzmir Kent Konseyine gönderdiği yazı ise tam bir skandal! İZSU’nun yanıtında geçtiğimiz yıldan bu yana kente su veren, 2025’e kadar kente yılda 60 milyon ton su sağlayacağı söylenen Gördes Barajı’nın sülfürik asitli nikel madeni alanı içinde olup olmadığını dahi bilmediği ortaya çıktı. İZSU maden alanı ile ilgili “…idaremizde herhangi bir bilgi bulunmadığından Gördes Baraj Havzası sınırı içine girip girmediği Manisa Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü ile yapılacak yazışma sonrası belirlenebilecektir” diyor.
İZSU, proje aşamasındaki Çağlayan, Başlamış ve Düvertepe barajları ile ilgili görüşünde de cehalet düzeyini ortaya koyuyor; “…idaremizde söz konusu bölgedeki maden sahası sınırları olmamasına rağmen, nikel maden sahasının yaklaşık olarak Çağlayan ve Başlamış Baraj Havzaları sınırları içinde kalabileceği görülmüştür”. İZSU yanıtında, maden alanının bu iki baraj havzasının sınırları içerisinde ‘kalabileceği’ gibi muğlak bir ifade ile bu konudaki bilgisizliğini de açık ediyor.

YENİ KENT KONSEYİ MADENCİ ÇIKTI
Geçtiğimiz yılın sonunda Kent Konseyi Başkanlığı görevini Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’dan devralan Güman Kızıltan, başta vahşi madencilik yatırımları olmak üzere birçok konuda Kent Konseyi Çevre Çalışma Grubu ile ters düştü. Bu yatırımlara sıcak baktığı belirtilen yeni Kent Konseyi Başkanının yaklaşımı Çevre Çalışma Grubunun kendini feshetmesi sonucunu doğurdu.

İZSU’YA SORUMLULUKLARI HATIRLATILDI
İZSU’nun bu skandal yanıtının ardından kuruma kişisel olarak dilekçe göndermeye başlayan İzmirliler, kurumdan hem madene karşı açılan davaya müdahil olmasını, hem de ‘cehalet’ düzeyindeki bilgisizliğini bir an önce gidermesini talep etti. Maden açık ocaklarının Gördes Barajı’nın su toplama havzasında kaldığının artık Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca bile kabul edildiğinin belirtildiği dilekçelerde, madenin kuracağı kimyasal zenginleştirme ünitesinin Çağlayan Barajı’nın koruma havzası içinde olduğu ve ÇED sürecinin başladığı bilgisi veriliyor. Dilekçelerde Gördes, Çağlayan, Başlamış ve Düvertepe Barajlarının İzmir ilinin 2025’e kadar olan su ihtiyacını karşılamak için yapıldığına dikkat çekilerek, İzmir halkının su güvenliğinden sorumlu olan İZSU’nun madene verilen ÇED iznine karşı açılan davaya müdahil olması istendi. Bu arada Gördes’e komşu Turgutlu Çaldağı’nda yapılan nikel madeniyle ilgili “Manisa Tehlikede mi?” başlıklı panel bugün Manisa Belediyesinde yapılacak. (İzmir/EVRENSEL)

Yalnız Efe’nin yurdu can çekişiyor


Fotoğraf: Yalnız Efe’nin yurdu can çekişiyor 

Özer AKDEMİR

Yaklaşık 2 ay önce yerel bir televizyon kanalı ile gittiğimiz Efemçukuru’nda köy kahvesine asılı kapasite artırımı ilanından bir şey anlamayan köylü bizlere soruyordu, ‘bu nedir?’ diye. Kanadalı altın şirketi “9.5 yıl çalışıp gideceğim” diye aldığı iznin sınırlarını genişletmiş, yerel bir gazetede iki satırlık haberin dışında bundan kimsenin haberi olmamıştı. 

DELİK DEŞİK BİR TALAN

Geçtiğimiz hafta sonu EGEÇEP üyeleri, arazilerini altıncı şirkete satmayıp direnen tek Efemçukuru köylüsü Ahmet Karaçam’ı ziyaret için gittiklerinde, bu kapasite artırımının boyutlarına şaşırıp kaldılar. Maden tesislerinin konuşlandığı ve galerilerle altının oyulduğu alanın karşısındaki tepelerde yoğun bir faaliyet sürüyordu. Genç ormanlarla örtülü tepelerde motorlu testerelerin hiç durmayan sesleri, sondaj makinelerinin gürültüsüne karışıyordu. Tepeyi baştan başa dolanan toprak yolun neredeyse her 20-30 metresinde bir sondaj kuyusu açılmış, yumruk genişliğindeki boruların ve yakınlarındaki ağaçların üzeri kırmızı harflerle, sayılarla işaretlenmişti. Mavi renkli, kalınca sert plastikten bir su hortumu sondaj kuyuları arasında yüzlerce metre boyunca uzayıp gidiyordu. Şimdiki maden alanının ve köyün bulunduğu tepenin tam karşısındaki bu çalışma, maden sahasının belki iki-üç kat daha büyüyeceğini gösteriyordu. 

YALNIZ EFE’NİN ANLAMADIĞI

Ahmet Karaçam, son bir yıldır adının önüne takılan “Yalnız Efe” ismine yıkışır biçimde, keçilerinin başında, omzunda tüfeği ve yanında iki köpeği ile ormanın içinden çıkıp geldi. Utangaç güler yüzlü güneş yanığı tenli 50 yaşlarındaki keçi çobanı, kendisiyle fotoğraf çektirmek isteyenlerin hiçbirini kırmadı. Elini sıkan, kutlayan, direnişine selam gönderenlere mahcup bir biçimde kafasını sallayarak teşekkür etti. Sabah Çanakkale’den birilerinin aradığını, kendisini Mayıs ayında Kazdağlarında yapılacak etkinliğe davet ettiğini, ‘alnından öpüyorum’ dediğini anlattı. “Keçileri bırakacak kimsem yok. Sağ olun gelemem” demiş arayan kişiye. Upuzun bir çamın gölgesinde yapılan ayaküstü sohbette konuklarına bağının hemen yanındaki küçük bir korunun bütün ağaçlarını kesildiğini anlattı; “Biz bu ağaçların dalına dokunsak orman idaresi başımızda biterdi. Devlet mi bunları yönetiyor, bunlar mı devleti ben anlamadım! Ormanımız gidiyor şimdi, sağlığımızda gidecek. İnsan hayatı bu kadar ucuz mu?” diyordu. Uzun zamandır 120-130’u bulan keçi ve koyunlarını satmak isteyen Karaçam “keçileriniz satılırsa geçim kaynağınız da elden gitmez mi?” sorusuna, “Artık bakamıyorum. Yaş ilerledi. Bir oğlum var o da askerde. Bağımız bahçemiz var biraz. Onlar geçimimizi sağlar” yanıtını verdi. 

TEPELER İNLİYOR, UĞULDUYOR…

Maden sondajları tarafından delik deşik edilen Karacakaya Tepesi’nden, Karaçam’ın tarifi ile 20 dakika kadar yürüyerek bir başka tepeye gidildi. Altın madeninin bütün tesislerinin ve bölgeye verdiği korkunç hasarın görülebildiği bu tepeden, hem ilerdeki İzmir Körfezi, hem de başta Kavacık köyü olmak üzere diğer köyler rahatça görülebiliyordu. 

İzmir’in körfezine kuş uçuşu 20 km uzaklıktaki madenden çıkan gürültü ve toz tertemiz olması gereken orman havasını puslandırmıştı. Bu pus yükseliyor, rüzgârın ve nemin etkisi altında ya ağaçların yapraklarına ya da yakınlardaki üzüm bağlarına yapışıp kalıyordu. Bir zamanlar işgale gelen düşmana karşı silah çatan efeleri gizleyen tepelerde, şimdi daha acımasız bir işgalin öncü gücünün, maden sondajı makinelerinin sesi yankılanıyor. Tepeler inliyor, uğulduyor, adeta can çekişiyor... 

Bu tepelerin işgaline direnen, maden alanındaki bağı için teklif edilen tüm paraları reddederek elinin tersiyle iten Yalnız Efe Ahmet Karaçam, kendisine destek olanların hepsine selamlarını göndererek uğurladı konuklarını.  Gün tepeyi dolanmıştı, keçileriyle üç saatlik bir köye dönüş yolu kendisini bekliyordu. Hala yeşil kalabilmiş otlaklara yayılan keçilerini toparlamak için ormana daldı.  (İzmir/EVRENSEL)

‘Yalnız efe’nin direnişi (video)
https://www.facebook.com/photo.php?v=10151547968404806

Özer AKDEMİR
Yaklaşık 2 ay önce yerel bir televizyon kanalı ile gittiğimiz Efemçukuru’nda köy kahvesine asılı kapasite artırımı ilanından bir şey anlamayan köylü bizlere soruyordu, ‘bu nedir?’ diye. Kanadalı altın şirketi “9.5 yıl çalışıp gideceğim” diye aldığı iznin sınırlarını genişletmiş, yerel bir gazetede iki satırlık haberin dışında bundan kimsenin haberi olmamıştı.

DELİK DEŞİK BİR TALAN


Geçtiğimiz hafta sonu EGEÇEP üyeleri, arazilerini altıncı şirkete satmayıp direnen tek Efemçukuru köylüsü Ahmet Karaçam’ı ziyaret için gittiklerinde, bu kapasite artırımının boyutlarına şaşırıp kaldılar. Maden tesislerinin konuşlandığı ve galerilerle altının oyulduğu alanın karşısındaki tepelerde yoğun bir faaliyet sürüyordu. Genç ormanlarla örtülü tepelerde motorlu testerelerin hiç durmayan sesleri, sondaj makinelerinin gürültüsüne karışıyordu. Tepeyi baştan başa dolanan toprak yolun neredeyse her 20-30 metresinde bir sondaj kuyusu açılmış, yumruk genişliğindeki boruların ve yakınlarındaki ağaçların üzeri kırmızı harflerle, sayılarla işaretlenmişti. Mavi renkli, kalınca sert plastikten bir su hortumu sondaj kuyuları arasında yüzlerce metre boyunca uzayıp gidiyordu. Şimdiki maden alanının ve köyün bulunduğu tepenin tam karşısındaki bu çalışma, maden sahasının belki iki-üç kat daha büyüyeceğini gösteriyordu.

YALNIZ EFE’NİN ANLAMADIĞI

Ahmet Karaçam, son bir yıldır adının önüne takılan “Yalnız Efe” ismine yıkışır biçimde, keçilerinin başında, omzunda tüfeği ve yanında iki köpeği ile ormanın içinden çıkıp geldi. Utangaç güler yüzlü güneş yanığı tenli 50 yaşlarındaki keçi çobanı, kendisiyle fotoğraf çektirmek isteyenlerin hiçbirini kırmadı. Elini sıkan, kutlayan, direnişine selam gönderenlere mahcup bir biçimde kafasını sallayarak teşekkür etti. Sabah Çanakkale’den birilerinin aradığını, kendisini Mayıs ayında Kazdağlarında yapılacak etkinliğe davet ettiğini, ‘alnından öpüyorum’ dediğini anlattı. “Keçileri bırakacak kimsem yok. Sağ olun gelemem” demiş arayan kişiye. Upuzun bir çamın gölgesinde yapılan ayaküstü sohbette konuklarına bağının hemen yanındaki küçük bir korunun bütün ağaçlarını kesildiğini anlattı; “Biz bu ağaçların dalına dokunsak orman idaresi başımızda biterdi. Devlet mi bunları yönetiyor, bunlar mı devleti ben anlamadım! Ormanımız gidiyor şimdi, sağlığımızda gidecek. İnsan hayatı bu kadar ucuz mu?” diyordu. Uzun zamandır 120-130’u bulan keçi ve koyunlarını satmak isteyen Karaçam “keçileriniz satılırsa geçim kaynağınız da elden gitmez mi?” sorusuna, “Artık bakamıyorum. Yaş ilerledi. Bir oğlum var o da askerde. Bağımız bahçemiz var biraz. Onlar geçimimizi sağlar” yanıtını verdi.

TEPELER İNLİYOR, UĞULDUYOR…

Maden sondajları tarafından delik deşik edilen Karacakaya Tepesi’nden, Karaçam’ın tarifi ile 20 dakika kadar yürüyerek bir başka tepeye gidildi. Altın madeninin bütün tesislerinin ve bölgeye verdiği korkunç hasarın görülebildiği bu tepeden, hem ilerdeki İzmir Körfezi, hem de başta Kavacık köyü olmak üzere diğer köyler rahatça görülebiliyordu.

İzmir’in körfezine kuş uçuşu 20 km uzaklıktaki madenden çıkan gürültü ve toz tertemiz olması gereken orman havasını puslandırmıştı. Bu pus yükseliyor, rüzgârın ve nemin etkisi altında ya ağaçların yapraklarına ya da yakınlardaki üzüm bağlarına yapışıp kalıyordu. Bir zamanlar işgale gelen düşmana karşı silah çatan efeleri gizleyen tepelerde, şimdi daha acımasız bir işgalin öncü gücünün, maden sondajı makinelerinin sesi yankılanıyor. Tepeler inliyor, uğulduyor, adeta can çekişiyor...

Bu tepelerin işgaline direnen, maden alanındaki bağı için teklif edilen tüm paraları reddederek elinin tersiyle iten Yalnız Efe Ahmet Karaçam, kendisine destek olanların hepsine selamlarını göndererek uğurladı konuklarını. Gün tepeyi dolanmıştı, keçileriyle üç saatlik bir köye dönüş yolu kendisini bekliyordu. Hala yeşil kalabilmiş otlaklara yayılan keçilerini toparlamak için ormana daldı. (İzmir/EVRENSEL)

‘Yalnız efe’nin direnişi (video)


10 bin keçi ve iki köy göç edecek yer arıyor!


Fotoğraf: 10 bin keçi ve iki köy göç edecek yer arıyor!

Özer AKDEMİR

Karaburun Yarımadasında yaşayanların başlarında kara yeller esmeye devam ediyor. Uzun zamandır balık çiftliklerine karşı mücadele eden Karaburunlular, çok geniş arazilerinin gıda tekelleri tarafından kiralanıp tel örgülerle çevrelenmesi sonucu yaşam alanlarının adeta bir açıkhava hapishanesine çevrildiğini söylüyorlar. Son yıllarda sayıları gittikçe artan rüzgar santralleri (RES) ise yöre halkını artık göç noktasına getirdi. 

HALKIN HİÇ KIYMETİ YOK MU?

Yayla Köyünde hayvancılık yapan Mustafa Şenbahar köye 1.5 kilometre uzaklıktaki RES direğinin faaliyete geçmesi ile köylülerin ve hayvanların çıkan sesten son derece rahatsız olduğunu söyledi. Bölgeye 50 tane RES direği dikilmesi için çalışmaların sürdüğünü aktaran Şenbahar, köylerine 300 metre uzaklığa 7 tane daha direk kurulması çalışmalarının ise bardağı taşırdığını belirtti. Şenbahar, “Muhtar kaymakama söyledi, ‘bu direkler çalışmaya başlarsa biz köyü terk edeceğiz’, diye. Şirketlerin çalışması nedeniyle oluşan toz topraktan keçilerimiz hastalanıyor. Verdiğimiz dilekçelere ise ‘EPDK’ya başvurun’ yanıtı geliyor. 10 bin tane keçimiz ve Yayla Köyü taşınacak yer arıyoruz artık” diye konuştu. Yaylaköy Muhtarı Yusuf Arıcı RES direklerinin çıkardığı gürültüden evlerinin önünde çay bile içemez hale geldiklerini söyledi. Arıcı, “Köyün yolundan geçen arabanın haddi hesabı yok. Her taraf toz duman içerisinde. Halkın yaşamının hiç mi kıymeti yok? Dilekçeler verdim ama bir sonuç çıkacağını sanmıyorum” dedi. 

GÖRÜNTÜ DE GÜRÜLTÜ DE KORKUNÇ!

Geçtiğimiz günlerde Yayla köyüne giderek RES inşaatını yakından gözlemleyen ve elektronik ölçüm cihazıyla köyle direk arasındaki mesafeyi ölçen Karaburun Kent Konseyi Başkanı İpar Buğra Dilli, benzer tepkilerin Parlak köyünden de yükseldiğini aktardı. “Parlak köylüleri de ‘biz taşıyın’ diye dilekçe vermeye hazırlanıyorlar. Kadınlarda özellikle bizi buradan alıp karşıdaki Yunan adalarına taşısınlar duygusu hâkim” dedi. Dilli, RES’lerin bölgede yarattığı görüntüyü ise ‘korkunç’ olarak tanımladı.
 
SON NEFES SON MÜCADELE

Geçtiğimiz aylarda Karaburun’un Özel Çevre Koruma alanı içerisine alınması için hazırlanan raporun ilgili birimlere gönderildiğini belirten Dilli, bu raporun sanki bir ‘sus payı’ mantığı ile hazırlandığı görüşünde. “Raporda Karaburun, Mordoğan gibi en yoğun yerleşim alanları koruma alanı ilan edilirken, asıl korunması gereken kırsal alanlar, dağlar ve sakız tarafı ÖÇK’nın dışında bırakılmış. Asıl korunması gereken, biyoçeşitliliğin asıl tehdit altında olduğu yerler bu kırsal alanlar oysa. Bu raporla Karaburun değil burada yapılan yatırımlar korunmak isteniyor sanki. Rapora karşı bilim insanlarının da içinde bulunduğu bir ekiple karşı görüş oluşturduk. Biyosfer rezerv alanı öneriyoruz orada” dedi. Dilli, Karaburun Yarımadasındaki halkın varlık ve yokluk arasında ince bir bıçak sırtında olduğunu kaydederek, “Ya çökeceğiz ya da kırsal kalkınma ile ayakta duracağız. Bu son nefes son mücadelemiz” diye konuştu.
 
BALIK ÇİFTLİĞİNE TEPKİ

Bu arada, Karaburun Küçükbahçe Köyü’nde 2.500 ton/yıl kapasiteli balık çiftliği projesi için yapılması planlanan ÇED toplantısına tepki var. Karaburunlular 117 bin m2 deniz alanını kapsayan bu değişikliğin bakanlık tarafından onaylanmasını kabul edilemez olarak yorumluyorlar.  

(İzmir/EVRENSEL)

Özer AKDEMİR

Karaburun Yarımadasında yaşayanların başlarında kara yeller esmeye devam ediyor. Uzun zamandır balık çiftliklerine karşı mücadele eden Karaburunlular, çok geniş arazilerinin gıda tekelleri tarafından kiralanıp tel örgülerle çevrelenmesi sonucu yaşam alanlarının adeta bir açıkhava hapishanesine çevrildiğini söylüyorlar. Son yıllarda sayıları gittikçe artan rüzgar santralleri (RES) ise yöre halkını artık göç noktasınagetirdi.

HALKIN HİÇ KIYMETİ YOK MU?

Yayla Köyünde hayvancılık yapan Mustafa Şenbahar köye 1.5 kilometre uzaklıktaki RES direğinin faaliyete geçmesi ile köylülerin ve hayvanların çıkan sesten son derece rahatsız olduğunu söyledi. Bölgeye 50 tane RES direği dikilmesi için çalışmaların sürdüğünü aktaran Şenbahar, köylerine 300 metre uzaklığa 7 tane daha direk kurulması çalışmalarının ise bardağı taşırdığını belirtti. Şenbahar, “Muhtar kaymakama söyledi, ‘bu direkler çalışmaya başlarsa biz köyü terk edeceğiz’, diye. Şirketlerin çalışması nedeniyle oluşan toz topraktan keçilerimiz hastalanıyor. Verdiğimiz dilekçelere ise ‘EPDK’ya başvurun’ yanıtı geliyor. 10 bin tane keçimiz ve Yayla Köyü taşınacak yer arıyoruz artık” diye konuştu. Yaylaköy Muhtarı Yusuf Arıcı RES direklerinin çıkardığı gürültüden evlerinin önünde çay bile içemez hale geldiklerini söyledi. Arıcı, “Köyün yolundan geçen arabanın haddi hesabı yok. Her taraf toz duman içerisinde. Halkın yaşamının hiç mi kıymeti yok? Dilekçeler verdim ama bir sonuç çıkacağını sanmıyorum” dedi.

GÖRÜNTÜ DE GÜRÜLTÜ DE KORKUNÇ!

Geçtiğimiz günlerde Yayla köyüne giderek RES inşaatını yakından gözlemleyen ve elektronik ölçüm cihazıyla köyle direk arasındaki mesafeyi ölçen Karaburun Kent Konseyi Başkanı İpar Buğra Dilli, benzer tepkilerin Parlak köyünden de yükseldiğini aktardı. “Parlak köylüleri de ‘biz taşıyın’ diye dilekçe vermeye hazırlanıyorlar. Kadınlarda özellikle bizi buradan alıp karşıdaki Yunan adalarına taşısınlar duygusu hâkim” dedi. Dilli, RES’lerin bölgede yarattığı görüntüyü ise ‘korkunç’ olarak tanımladı.

SON NEFES SON MÜCADELE

Geçtiğimiz aylarda Karaburun’un Özel Çevre Koruma alanı içerisine alınması için hazırlanan raporun ilgili birimlere gönderildiğini belirten Dilli, bu raporun sanki bir ‘sus payı’ mantığı ile hazırlandığı görüşünde. “Raporda Karaburun, Mordoğan gibi en yoğun yerleşim alanları koruma alanı ilan edilirken, asıl korunması gereken kırsal alanlar, dağlar ve sakız tarafı ÖÇK’nın dışında bırakılmış. Asıl korunması gereken, biyoçeşitliliğin asıl tehdit altında olduğu yerler bu kırsal alanlar oysa. Bu raporla Karaburun değil burada yapılan yatırımlar korunmak isteniyor sanki. Rapora karşı bilim insanlarının da içinde bulunduğu bir ekiple karşı görüş oluşturduk. Biyosfer rezerv alanı öneriyoruz orada” dedi. Dilli, Karaburun Yarımadasındaki halkın varlık ve yokluk arasında ince bir bıçak sırtında olduğunu kaydederek, “Ya çökeceğiz ya da kırsal kalkınma ile ayakta duracağız. Bu son nefes son mücadelemiz” diye konuştu.

BALIK ÇİFTLİĞİNE TEPKİ

Bu arada, Karaburun Küçükbahçe Köyü’nde 2.500 ton/yıl kapasiteli balık çiftliği projesi için yapılması planlanan ÇED toplantısına tepki var. Karaburunlular 117 bin m2 deniz alanını kapsayan bu değişikliğin bakanlık tarafından onaylanmasını kabul edilemez olarak yorumluyorlar.
http://www.evrensel.net/news.php?id=55054
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=570616872972669&set=a.123634057670955.13149.123575381010156&type=1&theater
(İzmir/EVRENSEL)

Nükleer işi temel fıkrası gibi!




Özer AKDEMİR

AKP’nin de nükleer enerji politikası otobanda ters yöne giren, ama karşıdan gelenlerin ters yönde olduğunu sanan Temel’in* durumuna benziyor. Çernobil ve özellikle Fukishima kazalarından sonra tüm nükleer santralleri kapatma ve yeni projeleri iptal yönüne giderken, Türkiye’nin Enerji Bakanı Sinop Nükleer Santrali ihalesi için son aşamaya geldiklerini ‘müjdeliyor”!..

ÜZERİ ÖRTÜLMEYECEK

Henüz nükleer tesisleri olmamasına rağmen yıllar önce nükleer kazanın ne olduğunu öğrenen Türkiye, İstanbul İkitelli’de 1999’da meydana gelen olayla “dünyanın en önemli 20 radyoaktif kazası” listesine girmişti. Benzer bir olay aradan 13 yıl sonra İzmir’de ortaya çıktı. Kentin en önemli ilçelerinden Gaziemir’deki eski bir kurşun ve akü fabrikasının bahçesinde nükleer atıkların bulunduğu skandalı patlak verdi. Yıllardır bu atıklardan haberi olduğu ve çeşitli raporlar hazırladığı ortaya çıkan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK), atıkların üzerine 1200 ton kum döktürerek olayın da üzerini kapatma yoluna gitti. Yine de gerek TAEK’in gerek kenti yöneten mülki amirlerin gerekse hepsinden sorumlu AKP’nin bu skandaldan kolayca yakasını kurtaramayacağı görülüyor.

NÜKLEER YAKIT ÇUBUKLARI DA ERİTİLDİ Mİ?

İşte Gaziemir’deki nükleer atık skandalı ile ilgili geçtiğimiz günlerde İzmir Elektrik mühendisleri Odası (EMO) da yapılan bir toplantıda bu üzeri kapatılmak istenen konunun nasıl uluslararası boyuta taşınabileceği tartışıldı. Nükleer fizik profesörü Hayrettin Kılıç’ın yanı sıra, İzmir ve İstanbul’dan çeşitli meslek örgütü, sendika ve dernek temsilcisinin katıldığı toplantıda kentin göbeğindeki nükleer atıkların tam miktarı ve varsa başka nükleer atık olup olmadığı ile ilgili bağımsız bir kurumun inceleme yapmasının koşullarının zorlanması kararı çıktı. Prof. Dr. Kılıç, TAEK’in olayla ilgili açıklamalarının inandırıcı olmadığı görüşünde; “Alanda tespit edilen miktarda Eurupium nükleer izotopunun olması için on binlerce hurda tv eritilmesi lazım. Bana göre nükleer atık yakıt çubukları da getirilmiş ve eritilmiş olabilir ki umarım öyle bir şey olmamıştır. Onları eritmişlerse yanmış yakıt çubuklarındaki en az 50-60 agresif maddede o bölgeye yayılmıştır. Bir de, 1000 ton çubuk eritsinler onların içinde saf 4 ton gümüş var. Çubukların yapısındaki diğer maddeler de çok kıymetli. Bu işin ucu kıymetli metal ticareti yapanlara dayanacak gibi”.

TAEK BİLGİ GİZLİYOR

Kılıç, TAEK’in cürufların olduğu yerden yaptığı analiz sonucu üç üç izotopun varlığı ile ilgili açıklamasını da inandırıcı bulmuyor, “Burada kasıt var. Bu izotoplar ikinci derece elementlere giriyor. Betonlarla kapatıp geçici olarak kapatabiliyorlar. Ötekilerden bahsetmiyorlar. ‘Burası kimyasal atıktır nükleer değil’ diyor. Bunlar zembille mi geldi”. Kılıç ayrıca uluslar arası nükleer materyallerin korunması anlaşmasına göre nükleer hurdaları satan ve alan ülkelerin bunu Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) bildirmekle yükümlü olduğuna dikkat çekerek, “Bu konvansiyonlara göre sorumlu ülke otomatik olarak biz oluyoruz. 5. ve 7. madde açık. Oranın bir nükleer tesis olması şart değil o ülkeye kanunsuz bir şekilde nükleer atığın girdiği tespit edilirse taraf olan ülke IAEA’ye bildirmekten sorumlu. TAEK burası nükleer tesis demiyor. Oranın bir nükleer tesis olması gerekmiyor”.

ULUSLAR ARASI BİR KURUM İNCELESİN

Toplantıya katılan atıkların bulunduğu mahallenin dernek temsilcisi Ramazan Aslan 1992 yılından bu yana esnaflık yaptığı bölgede o günden bu yana atıklar ve zehirle mücadele ettiklerini söyledi. Aslan, bu mücadele sırasında belediye başkanı ve kaymakam dahil birçok kişi ve kurumdan tehdit aldığını aktararak, “İnsanlar korkuyor. Özellik bu hükümet zamanında halk bu olaydan kaçıyor. İlkokulla içice alan. 100 bin nüfus var bölgede” dedi. Kimya Mühendisleri Odası’ndan Şenay Çağıran kurşun fabrikasının bir zamanlar Avrupa’nın saçma ihtiyacının %70’lik bölümünü karşıladığını kaydederek, olayın boyutlarının çok daha genişleyebileceğini ve uluslararası güçlerinde işin içinde olabileceğini söyledi. Birçok kurum temsilcisinin söz aldığı toplantı sonucunda alanın bağımsız uluslar arası bir kurum tarafından incelenmesi, bu kurumun hazırladığı raporla dava açılması görüşü ağırlık kazandı. Metalurji mühendisleri Odası çevre Komisyonu Başkanı Cemalettin Küçük’ün hukuki sürecin yanı sıra eylemliklerle sorunun ülke gündemine taşınması görüşleri de destek gören öneriler arasındaydı. (İzmir/EVRENSEL) 
http://www.evrensel.net/news.php?id=55252
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=571052219595801&set=a.123634057670955.13149.123575381010156&type=1&theater
* Temel otobanda ters yöne girmiş. Bunu gören otoban güvenliği anonslar yapar; “Lütfen dikkat. Bir araç otobanda ters yönde gidiyor!”. Bütün araçların karşınından geldiğini gören Temel “ne bir tanesi hepsi ters yönde bunların” diye anonsa tepki gösterir.

23 Nisan 2013 Salı

“Son sözü doğa söyler”


Her yer yangın yeri gibi! En güzel köşelerimiz, barbar bir talanın elinde adeta can çekişiyor. Bu durum gözlerden kaçırılmak isteniyor ama gerçeklerin üzerini örten bu sis perdesi bile artık talanın, yıkımın boyutları karşısında çaresiz kalıyor.
Fotoğraf: “Son sözü doğa söyler”

Türkiye’deki çevre mücadelesini yakından takip eden gazeteci-yazar Özer Akdemir, Çanakkale OLAY ile yaptığı röportajda bölgedeki çevre sorunlarını değerlendirdi. Akdemir, “11 yıldır AKP hükümeti eliyle yürütülen saldırılar, halkın yaşam alanlarını, sağlığını, geleceğini yok oluşa sürüklüyor” dedi.
 
Evrensel Gazetesi İzmir Temsilcisi Özer Akdemir, geçtiğimiz günlerde Türkiye Boralar Birliği ve Çanakkale Barosu’nun ortaklaşa düzenlediği bir etkinlik nedeni ile geldiği Çanakkale’de Kazdağları’nda altın madeni arama çalışmalarını ve Lapseki-Karabiga arasındaki termik santral faaliyetlerini değerlendirdi.
 
Evrensel Basım Yayın’dan çıkan “Anadolu’nun altındaki tehlike, Kışladağ’a ağıt” ve “Kuyudaki taş- Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” isimli iki kitabı bulunan gazeteci-yazar Özer Akdemir, “Altın madenlerine karşı köylünün başlatacağı fiili direniş, dağın dört bir yanını saracaktır” dedi.
 
İşte gazeteci-yazar Özer Akdemir’in Çanakkale OLAY Gazetesi’ne yaptığı o açıklamalar;
 
OLAY: Çevre konularında yetkinleşmiş bir gazeteci ve yine bu konuda iki kitabı olan bir yazarsınız. Türkiye’nin son 20 yıl içinde karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarının nedeni sizce nedir?
 
Özer Akdemir: Çevre sorunlarının da, emeğin sorunlarının da, özgürlüklerin önündeki engellerin de temel kaynağı tek kelime ile ‘Kapitalizm’dir. Sürekli kar, sürekli sömürü üzerinde şekillenen bu sistem, dediğiniz gibi ülkemizin son 20 yılında yer altı-yerüstü zenginliklerimizin sömürüsüne yöneldi. Madenler, sular, ormanlar, kıyılar, koruma altında olsun olmasın kültürel değerler yağmanın yeni kurbanları yapılmak isteniyor. Geçmişteki hükümetlerin yanı sıra son 11 yıldır AKP hükümeti eliyle yürütülen bu saldırılar, halkın yaşam alanlarını, sağlığını, geleceğini yok oluşa sürüklüyor.
 
OLAY: Türkiye’nin birçok yerine çevre sorunları ile ilgili haberler yapmak amacıyla gidiyorsunuz. Ülke genelindeki mevcut çevre sorunlarını değerlendirir misiniz?
 
Özer Akdemir: Her yer yangın yeri gibi! En güzel köşelerimiz, barbar bir talanın elinde adeta can çekişiyor. Bu durum gözlerden kaçırılmak isteniyor ama gerçeklerin üzerini örten bu sis perdesi bile artık talanın, yıkımın boyutları karşısında çaresiz kalıyor. Ülkenin yüzlerce köşesinde siyanürlü altın işletmeciliği ile topraklarımız zehirleniyor. Dereler HES’lere kurban ediliyor. Termik santraller havayı, yaşamı, geleceği karartıyor. Nükleer bir kabusa ramak kaldı. Temiz, yenilenebilir enerji kılıfı altında köylülerin meralarına, tarlalarına el konuluyor. Halk topraktan, tarım ve hayvancılıktan koparılıp bu projelerde ucuz iş gücü, ücretli köle haline getiriliyor.
 
OLAY: Özellikle Karadeniz’e bir parantez açmak gerekirse, Karadeniz’deki tahribat ne düzeyde?
 
Özer Akdemir: Karadeniz Sahil yolunun yarattığı yıkım, tahribatın boyutları yıllar içerisinde kendini daha çok gösteriyor. Doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu sisteme yapılan bu ‘akılsız’ müdahale hem ‘denizin çocukları’ Karadenizlileri adeta denizden yalıtırken, hem de güzelim kıyıları mahvetti. Ama her zaman son sözü doğa söylemiştir. Deniz, kıyılara yapılan yolları yerle bir ederek geri alacak eninde sonunda. Çernobil nükleer kazasının ardından bölgedeki kanser olaylarındaki artış artık gizlenemiyor. Bunun yanı sıra son birkaç yılın bu bölge açısından kuşkusuz en önemli çevresel sorunu HES projeleri. Gerek Karadeniz’de gerekse ülkenin hemen her yerinde, üzerinde HES projesi yapılmayan dere, ırmak kalmadı neredeyse. Bu HES’lerin yaptığı doğa tahribatı ve sulara sermaye tarafından el konulması gibi sorunların yanı sıra, özellikle Karadeniz’de olduğu gibi büyük bir kültürel ve toplumsal sıkıntının da ana nedeni. Yüzlerce yıldır dere kenarlarında, o suyun sesiyle yaşayan insanların ellerinden sularının alınmasının yaratacağı tahribat, çevre sorunlarının çok ötesinde toplumsal bir travmayı da tetikliyor. İşte bunun için Karadenizliler geçmişte önleyemedikleri sahil yolunun verdiği dersle ‘Denizimizi aldınız, deremizi asla’ diye direnmeyi örgütlüyorlar.
 
OLAY: Yeni tabiat kanunu, “Üstün Kamu” yararı ifadesi eklenerek mecliste görüşülmeyi bekliyor. Komisyonda CHP grubunun şerhine rağmen oy çokluğu ile kabul edildi. Siz bu kanunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Özer Akdemir: Yasanın temel amacı, AKP döneminde çıkarılan yüzlerce diğer yasada olduğu gibi sermayenin, sömürü alanlarının önündeki engelleri temizlemek. Bunu yaparken de sanki tam tersi bir algı yaratmak için yasalara ilginç adlar koyuyorlar. Tabiatı ve Biyo-çeşitliliği Koruma Yasası bunun en bariz örneklerinden birisi. İşin özü; tabiatı bu yasadan korumak gerekiyor!... Bütün SİT alanlarını kaldırıyor mesela, artık ne doğal, ne tarihi SİT’ler şirketlerin önüne engel olamayacak. Oluşturulan kurullar hükümete göbekten bağlı. Kurullardan doğayı koruyacak, şirketlerin talanına dur diyecek bir karar çıkma olasılığının önü kesiliyor. “Üstün kamu yararı” yaşamın sürdürülebilirliği penceresinden değil kalkınmanın sürdürülebilirliğinden bakılarak yorumlanıyor. Bunun gibi birçok yıkım maddesi var bu yasa da.
 
OLAY: Çanakkale bölgesindeki özellikle Kazdağları’nda altın madeni arama çalışmalarını uzunca bir süredir yakından takip ediyorsunuz. Buradaki durumu özetleyebilir misiniz?
 
Özer Akdemir: Kazdağları’ndaki altın işletmeciliğinin diğer altın madenlerinden farkı bu kadar dar bir alanda onlarca altın arama faaliyetinin aynı anda sürmesi. Benim bildiğim 40’a yakın farklı altın arama çalışması hali hazırda devam ediyor. Bunlardan 8’inin ÇED süreci tamamlandı. Madencilerin işlerini kolaylaştırmak için enerji hatları, yol genişletme çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Çok yakın bir gelecekte Ağı Dağı, Kirazlı bölgesi, Halilağa sırtları gibi ormanlık alanların tıraşlanmasına, maden tesislerinin kurulmasına geçilebilir. Bunun ardından tel örgülerle çevreli son derece güvenlikli bir alanda siyanürlü yığın liçi yöntemi ile altın işletmeciliği faaliyeti gelecek. Daha şimdiden, sondaj aşamasında bile 40’ın üzerinde köyün içme suları ya içilemez ya da bulanıklık vs, sorunlarla boğuşuyor. Durum bu kadar kötü ama tüm bunlar durdurulabilir. Hiçbir şey için geç değil. Hatta bugün Kazdağları’ndaki tahribat bu madenlerin üretime geçmesinin ardından yaşanacaklarla kıyaslanamaz bile. Peki ne yapılabilir? Ben iki yolu olduğunu düşünüyorum Kazdağları’nın kurtulmuşunun. İkisi de halkın gücünü esas alıyor aslında. Birincisinde Çanakkale merkezli, özellikle belediyenin önemli bir güç merkezi olarak işin içinde olduğu, onbinlerce Çanakkalelinin sularına, doğasına sahip çıkma mücadelesinin yaratılması. Kazdağları’ndan, Çanakkale’nin geleceğinden, suyundan, havasından, toprağından, tarihsel öneminden sorumlu olduğunu düşünen herkesin çabası ile gerekirse ev ev gezilerek insanlara durumun vahameti anlatılmalı her şeyden önce. Sonra siyasi iktidarın Kazdağları’ndaki bu madenciliğe yeşil ışık yakan politikaları halkın meydanlara çıkışı ile protesto edilmeli ve meydanlar bu faaliyet durana kadar boşaltılmamalı. Tıpkı, Mısır diktatörü Mübarek’in, Tunus’da Bin Ali’nin devrilmesi gibi. Meydanlar Kazdağları’nı korumak için dolabilir, dolmalı. Bu hiç zor değil bence. Yeter ki bunun gerekli olduğu kararı verilsin, çalışması yapılsın halka kabul ettirilsin. Halka güvenilsin. Bu gücün karşısında hiçbir güç duramaz. İkinci sonuca gidebilecek mücadele yöntemi dağın birçok yerine yayılan işletmelere karşı, herhangi bir yerinde tutuşturulacak direniş kıvılcımının yaratılmasıdır. Karaköy’de, Kızılelma’da, Evciler’de ya da başka bir yerde altın madenlerine karşı köylünün başlatacağı fiili direniş, dağın dört bir yanını saracaktır diye düşürüyorum. Halk buna hazır ve o kıvılcımı çakacak yer bekleniyor sadece.
 
OLAY: Çanakkale’de Lapseki ile Karabiga arasına yaklaşık 100 km’lik bir alanda 14 bin megavat termik santral kurulması planlanıyor. Bu konuyla ilgili görüşleriniz nelerdir?
 
Özer Akdemir: ‘Akıl tutulması’ demek gerek belki ama kapitalist akıl ancak olayın karlılık yönünü düşünür. Doğa, canlı yaşamı, tarih, kültür, hatta o çok sevdikleri “vatan-millet-kitap” paranın gücü karşısında anlamsızlaşır bu sistemde. Sisteme hizmet edenlerin dini-imanı da işte buna endekslidir. Doğayı sevmeyen, yaşamı yok eden bir sistemin vicdanla, inançla, güzel olan ne varsa onlarla yan yana gelmesi beklenemez. Çanakkale Biga’daki daracık alana kurulması planlanan termik santralleri, ya da Hatay Erzin de olduğu gibi narenciye bahçelerinin yanı başına dikilmek istenen 16 termik santrali, ya da ‘çeşm-i cihan Amasra’yı küle boğacak santrali yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirebilirsek olan biteni anlayabiliriz diye düşünüyorum.
 
OLAY: Karabiga’da özellikle çok trajik haberler alıyoruz. Bir hafta içinde iki üç kere toplanmaya çalışılan belediye meclis toplantıları, termikçilerin baskısı nedeni ile sinir krizi geçiren belediye meclis üyeleri, suç duyuruları, şikayetler vs. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Özer Akdemir: Karabiga’da 2010 yılında TV programı çekmiştik. Karabiga’dan önce Elmalı köyünde altın madenciliğine karşı köylünün eylemini çektik. Karabiga belediye başkanı Elmalı’da altın madenciliğine ve termik santrale karşı olduğunu, mücadele edeceklerini söylüyordu. Aynı sözleri termik santralin kurulmasının planlandığı Karabiga’da Priapos antik kenti kalıntılarının önündeki çekimlerimizde de tekrarladı. Elmalı’nın direnişi sonuç verdi, altıncılar madenden vazgeçip gittiler. Aynı direnişi belediye Başkanı gösteremedi ne yazık ki. Duyduğuma göre termikçiler tarafından götürüldüğü bir yurt dışı seyahati sonrası ‘ikna edilmiş’! Şimdi termiği savunuyor. Karabiga’da olan bitenin ana nedenlerinden birisi başkanın bu anlamsız tavrı. Karabigalı, Bigalılar tüm yöre halkı kendi geleceklerinin kararmasını önlemek istiyorlarsa termiğe de ona geçiş izni veren belediye başkanlarına da ‘dur’ demeliler. Halkının yaşam alanlarını yok eden bir faaliyeti destekleyen kişi belediye başkanlığında bir dakika oturmamalı. Oturtulmamalı. İstifa etsin, ettirilsin. Gitsin termikçi şirkete çalışsın…
 
OLAY: Tüm bu süreçte çevre mücadelesi verilirken, insanın aklına Bergama örneği gelmiyor değil. Yani yarın bir gün, bugün bu mücadeleyi veren insanlar alman casusluğu ile suçlanabilirler. Ya da haklarında yalan haberler çıkabilir. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Özer Akdemir: Bergama köylü hareketinin sönümlenmesinde birinci derecede rol oynayan bu ‘iftira’nın Kazdağlarında ve yörede yaşam alanlarını korumaya çalışan kişi ve kurumlar için de tekrarlandığını sıkça duyuyorum. Hatta Çanakkale Belediye Başkanının bu iddialar karşısında açıklama yaptığı konuşmalarını bile anımsıyorum. Aslında ortaya atılan bu yalanın ortaya konuş süreci, aktörleri, sahtelikleri belgeleri ile kanıtlandı. Bu yalan, yaşam alanını savunan halka karşı nelerin yapılabileceğinin görülmesi açısından örnek olarak gösterilip, arkasındaki güçlerin deşifre edilmesini sağlayacak bir fırsata da çevrilebilir. Hatta çevrilmeli ki on yılı aşkın bir süredir her fırsatta tekrarlanan bu yalanı bir daha kullanma cesaretleri kalmasın. 2011 yılı Kasım ayında Evrensel Basım Yayın’da çıkan 2. kitabım, “Kuyudaki Taş / Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” oyunu tüm yönleri ve belgeleri ile açıklıyor. Bu kitabı mücadelenin bir aracı olarak değerlendirmenin bu türden iftiraların bir daha tekrarlanmaması için gerekli olduğunu düşünüyorum.

http://www.canakkaleolay.com/details.asp?id=82760

“Son sözü doğa söyler”

Türkiye’deki çevre mücadelesini yakından takip eden gazeteci-yazar Özer Akdemir, Çanakkale OLAY ile yaptığı röportajda bölgedeki çevre sorunlarını değerlendirdi. Akdemir, “11 yıldır AKP hükümeti eliyle yürütülen saldırılar, halkın yaşam alanlarını, sağlığını, geleceğini yok oluşa sürüklüyor” dedi.

Evrensel Gazetesi İzmir Temsilcisi Özer Akdemir, geçtiğimiz günlerde Türkiye Boralar Birliği ve Çanakkale Barosu’nun ortaklaşa düzenlediği bir etkinlik nedeni ile geldiği Çanakkale’de Kazdağları’nda altın madeni arama çalışmalarını ve Lapseki-Karabiga arasındaki termik santral faaliyetlerini değerlendirdi.
 
Evrensel Basım Yayın’dan çıkan “Anadolu’nun altındaki tehlike, Kışladağ’a ağıt” ve “Kuyudaki taş- Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” isimli iki kitabı bulunan gazeteci-yazar Özer Akdemir, “Altın madenlerine karşı köylünün başlatacağı fiili direniş, dağın dört bir yanını saracaktır” dedi.
 
İşte gazeteci-yazar Özer Akdemir’in Çanakkale OLAY Gazetesi’ne yaptığı o açıklamalar;
 
OLAY: Çevre konularında yetkinleşmiş bir gazeteci ve yine bu konuda iki kitabı olan bir yazarsınız. Türkiye’nin son 20 yıl içinde karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarının nedeni sizce nedir?
 
Özer Akdemir: Çevre sorunlarının da, emeğin sorunlarının da, özgürlüklerin önündeki engellerin de temel kaynağı tek kelime ile ‘Kapitalizm’dir. Sürekli kar, sürekli sömürü üzerinde şekillenen bu sistem, dediğiniz gibi ülkemizin son 20 yılında yer altı-yerüstü zenginliklerimizin sömürüsüne yöneldi. Madenler, sular, ormanlar, kıyılar, koruma altında olsun olmasın kültürel değerler yağmanın yeni kurbanları yapılmak isteniyor. Geçmişteki hükümetlerin yanı sıra son 11 yıldır AKP hükümeti eliyle yürütülen bu saldırılar, halkın yaşam alanlarını, sağlığını, geleceğini yok oluşa sürüklüyor.
 
OLAY: Türkiye’nin birçok yerine çevre sorunları ile ilgili haberler yapmak amacıyla gidiyorsunuz. Ülke genelindeki mevcut çevre sorunlarını değerlendirir misiniz?
 
Özer Akdemir: Her yer yangın yeri gibi! En güzel köşelerimiz, barbar bir talanın elinde adeta can çekişiyor. Bu durum gözlerden kaçırılmak isteniyor ama gerçeklerin üzerini örten bu sis perdesi bile artık talanın, yıkımın boyutları karşısında çaresiz kalıyor. Ülkenin yüzlerce köşesinde siyanürlü altın işletmeciliği ile topraklarımız zehirleniyor. Dereler HES’lere kurban ediliyor. Termik santraller havayı, yaşamı, geleceği karartıyor. Nükleer bir kabusa ramak kaldı. Temiz, yenilenebilir enerji kılıfı altında köylülerin meralarına, tarlalarına el konuluyor. Halk topraktan, tarım ve hayvancılıktan koparılıp bu projelerde ucuz iş gücü, ücretli köle haline getiriliyor.
 
OLAY: Özellikle Karadeniz’e bir parantez açmak gerekirse, Karadeniz’deki tahribat ne düzeyde?
 
Özer Akdemir: Karadeniz Sahil yolunun yarattığı yıkım, tahribatın boyutları yıllar içerisinde kendini daha çok gösteriyor. Doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu sisteme yapılan bu ‘akılsız’ müdahale hem ‘denizin çocukları’ Karadenizlileri adeta denizden yalıtırken, hem de güzelim kıyıları mahvetti. Ama her zaman son sözü doğa söylemiştir. Deniz, kıyılara yapılan yolları yerle bir ederek geri alacak eninde sonunda. Çernobil nükleer kazasının ardından bölgedeki kanser olaylarındaki artış artık gizlenemiyor. Bunun yanı sıra son birkaç yılın bu bölge açısından kuşkusuz en önemli çevresel sorunu HES projeleri. Gerek Karadeniz’de gerekse ülkenin hemen her yerinde, üzerinde HES projesi yapılmayan dere, ırmak kalmadı neredeyse. Bu HES’lerin yaptığı doğa tahribatı ve sulara sermaye tarafından el konulması gibi sorunların yanı sıra, özellikle Karadeniz’de olduğu gibi büyük bir kültürel ve toplumsal sıkıntının da ana nedeni. Yüzlerce yıldır dere kenarlarında, o suyun sesiyle yaşayan insanların ellerinden sularının alınmasının yaratacağı tahribat, çevre sorunlarının çok ötesinde toplumsal bir travmayı da tetikliyor. İşte bunun için Karadenizliler geçmişte önleyemedikleri sahil yolunun verdiği dersle ‘Denizimizi aldınız, deremizi asla’ diye direnmeyi örgütlüyorlar.
 
OLAY: Yeni tabiat kanunu, “Üstün Kamu” yararı ifadesi eklenerek mecliste görüşülmeyi bekliyor. Komisyonda CHP grubunun şerhine rağmen oy çokluğu ile kabul edildi. Siz bu kanunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Özer Akdemir: Yasanın temel amacı, AKP döneminde çıkarılan yüzlerce diğer yasada olduğu gibi sermayenin, sömürü alanlarının önündeki engelleri temizlemek. Bunu yaparken de sanki tam tersi bir algı yaratmak için yasalara ilginç adlar koyuyorlar. Tabiatı ve Biyo-çeşitliliği Koruma Yasası bunun en bariz örneklerinden birisi. İşin özü; tabiatı bu yasadan korumak gerekiyor!... Bütün SİT alanlarını kaldırıyor mesela, artık ne doğal, ne tarihi SİT’ler şirketlerin önüne engel olamayacak. Oluşturulan kurullar hükümete göbekten bağlı. Kurullardan doğayı koruyacak, şirketlerin talanına dur diyecek bir karar çıkma olasılığının önü kesiliyor. “Üstün kamu yararı” yaşamın sürdürülebilirliği penceresinden değil kalkınmanın sürdürülebilirliğinden bakılarak yorumlanıyor. Bunun gibi birçok yıkım maddesi var bu yasa da.
 
OLAY: Çanakkale bölgesindeki özellikle Kazdağları’nda altın madeni arama çalışmalarını uzunca bir süredir yakından takip ediyorsunuz. Buradaki durumu özetleyebilir misiniz?
 
Özer Akdemir: Kazdağları’ndaki altın işletmeciliğinin diğer altın madenlerinden farkı bu kadar dar bir alanda onlarca altın arama faaliyetinin aynı anda sürmesi. Benim bildiğim 40’a yakın farklı altın arama çalışması hali hazırda devam ediyor. Bunlardan 8’inin ÇED süreci tamamlandı. Madencilerin işlerini kolaylaştırmak için enerji hatları, yol genişletme çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Çok yakın bir gelecekte Ağı Dağı, Kirazlı bölgesi, Halilağa sırtları gibi ormanlık alanların tıraşlanmasına, maden tesislerinin kurulmasına geçilebilir. Bunun ardından tel örgülerle çevreli son derece güvenlikli bir alanda siyanürlü yığın liçi yöntemi ile altın işletmeciliği faaliyeti gelecek. Daha şimdiden, sondaj aşamasında bile 40’ın üzerinde köyün içme suları ya içilemez ya da bulanıklık vs, sorunlarla boğuşuyor. Durum bu kadar kötü ama tüm bunlar durdurulabilir. Hiçbir şey için geç değil. Hatta bugün Kazdağları’ndaki tahribat bu madenlerin üretime geçmesinin ardından yaşanacaklarla kıyaslanamaz bile. Peki ne yapılabilir? Ben iki yolu olduğunu düşünüyorum Kazdağları’nın kurtulmuşunun. İkisi de halkın gücünü esas alıyor aslında. Birincisinde Çanakkale merkezli, özellikle belediyenin önemli bir güç merkezi olarak işin içinde olduğu, onbinlerce Çanakkalelinin sularına, doğasına sahip çıkma mücadelesinin yaratılması. Kazdağları’ndan, Çanakkale’nin geleceğinden, suyundan, havasından, toprağından, tarihsel öneminden sorumlu olduğunu düşünen herkesin çabası ile gerekirse ev ev gezilerek insanlara durumun vahameti anlatılmalı her şeyden önce. Sonra siyasi iktidarın Kazdağları’ndaki bu madenciliğe yeşil ışık yakan politikaları halkın meydanlara çıkışı ile protesto edilmeli ve meydanlar bu faaliyet durana kadar boşaltılmamalı. Tıpkı, Mısır diktatörü Mübarek’in, Tunus’da Bin Ali’nin devrilmesi gibi. Meydanlar Kazdağları’nı korumak için dolabilir, dolmalı. Bu hiç zor değil bence. Yeter ki bunun gerekli olduğu kararı verilsin, çalışması yapılsın halka kabul ettirilsin. Halka güvenilsin. Bu gücün karşısında hiçbir güç duramaz. İkinci sonuca gidebilecek mücadele yöntemi dağın birçok yerine yayılan işletmelere karşı, herhangi bir yerinde tutuşturulacak direniş kıvılcımının yaratılmasıdır. Karaköy’de, Kızılelma’da, Evciler’de ya da başka bir yerde altın madenlerine karşı köylünün başlatacağı fiili direniş, dağın dört bir yanını saracaktır diye düşürüyorum. Halk buna hazır ve o kıvılcımı çakacak yer bekleniyor sadece.
 
OLAY: Çanakkale’de Lapseki ile Karabiga arasına yaklaşık 100 km’lik bir alanda 14 bin megavat termik santral kurulması planlanıyor. Bu konuyla ilgili görüşleriniz nelerdir?
 
Özer Akdemir: ‘Akıl tutulması’ demek gerek belki ama kapitalist akıl ancak olayın karlılık yönünü düşünür. Doğa, canlı yaşamı, tarih, kültür, hatta o çok sevdikleri “vatan-millet-kitap” paranın gücü karşısında anlamsızlaşır bu sistemde. Sisteme hizmet edenlerin dini-imanı da işte buna endekslidir. Doğayı sevmeyen, yaşamı yok eden bir sistemin vicdanla, inançla, güzel olan ne varsa onlarla yan yana gelmesi beklenemez. Çanakkale Biga’daki daracık alana kurulması planlanan termik santralleri, ya da Hatay Erzin de olduğu gibi narenciye bahçelerinin yanı başına dikilmek istenen 16 termik santrali, ya da ‘çeşm-i cihan Amasra’yı küle boğacak santrali yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirebilirsek olan biteni anlayabiliriz diye düşünüyorum.
 
OLAY: Karabiga’da özellikle çok trajik haberler alıyoruz. Bir hafta içinde iki üç kere toplanmaya çalışılan belediye meclis toplantıları, termikçilerin baskısı nedeni ile sinir krizi geçiren belediye meclis üyeleri, suç duyuruları, şikayetler vs. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Özer Akdemir: Karabiga’da 2010 yılında TV programı çekmiştik. Karabiga’dan önce Elmalı köyünde altın madenciliğine karşı köylünün eylemini çektik. Karabiga belediye başkanı Elmalı’da altın madenciliğine ve termik santrale karşı olduğunu, mücadele edeceklerini söylüyordu. Aynı sözleri termik santralin kurulmasının planlandığı Karabiga’da Priapos antik kenti kalıntılarının önündeki çekimlerimizde de tekrarladı. Elmalı’nın direnişi sonuç verdi, altıncılar madenden vazgeçip gittiler. Aynı direnişi belediye Başkanı gösteremedi ne yazık ki. Duyduğuma göre termikçiler tarafından götürüldüğü bir yurt dışı seyahati sonrası ‘ikna edilmiş’! Şimdi termiği savunuyor. Karabiga’da olan bitenin ana nedenlerinden birisi başkanın bu anlamsız tavrı. Karabigalı, Bigalılar tüm yöre halkı kendi geleceklerinin kararmasını önlemek istiyorlarsa termiğe de ona geçiş izni veren belediye başkanlarına da ‘dur’ demeliler. Halkının yaşam alanlarını yok eden bir faaliyeti destekleyen kişi belediye başkanlığında bir dakika oturmamalı. Oturtulmamalı. İstifa etsin, ettirilsin. Gitsin termikçi şirkete çalışsın…
 
OLAY: Tüm bu süreçte çevre mücadelesi verilirken, insanın aklına Bergama örneği gelmiyor değil. Yani yarın bir gün, bugün bu mücadeleyi veren insanlar alman casusluğu ile suçlanabilirler. Ya da haklarında yalan haberler çıkabilir. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Özer Akdemir: Bergama köylü hareketinin sönümlenmesinde birinci derecede rol oynayan bu ‘iftira’nın Kazdağlarında ve yörede yaşam alanlarını korumaya çalışan kişi ve kurumlar için de tekrarlandığını sıkça duyuyorum. Hatta Çanakkale Belediye Başkanının bu iddialar karşısında açıklama yaptığı konuşmalarını bile anımsıyorum. Aslında ortaya atılan bu yalanın ortaya konuş süreci, aktörleri, sahtelikleri belgeleri ile kanıtlandı. Bu yalan, yaşam alanını savunan halka karşı nelerin yapılabileceğinin görülmesi açısından örnek olarak gösterilip, arkasındaki güçlerin deşifre edilmesini sağlayacak bir fırsata da çevrilebilir. Hatta çevrilmeli ki on yılı aşkın bir süredir her fırsatta tekrarlanan bu yalanı bir daha kullanma cesaretleri kalmasın. 2011 yılı Kasım ayında Evrensel Basım Yayın’da çıkan 2. kitabım, “Kuyudaki Taş / Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” oyunu tüm yönleri ve belgeleri ile açıklıyor. Bu kitabı mücadelenin bir aracı olarak değerlendirmenin bu türden iftiraların bir daha tekrarlanmaması için gerekli olduğunu düşünüyorum.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Karabiga kararmasın diye…




Özer AKDEMİR

“Karabiga Beldesinin el değmemiş doğası, temiz denizi ile bilindik sahil yerleşimlerinden en büyük farkı sükûnet ve huzur vaad eden bir coğrafya olmasıdır. Göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovanın ortasından geçerek ulaştığınız Beldemize, ayak bastığınız anda esen rüzgârın ciğerlerinize doldurduğu iyot kokusu size zindelik katacaktır. Büyük şehirlerin trafik karmaşasından, kirli havasından, stresinden sıkıldıysanız adresiniz; Tarih, Doğa ve Denizin Buluştuğu Nokta KARABİGA.”

BAŞKAN TERMİK YANLISI

Karabiga belediyesinin internet sitesinin ana sayfasında yer alan bu çağrının hemen yanında bir imza linki var. “Termik Santrale hayır” yazan yer tıkladığında bir imza metni çıkıyor karşınıza. Karabiga’lılar şirin beldelerinin yukarıdaki gibi anılmasının bu termik santralin yapımının önlenmesi ile olanaklı olacağını biliyorlar. Belediyenin internet sitesinde bu imza metni belediye başkanının da termik santral projesine karşı olduğu izlenimi verebilir. Geçtiğimiz günlerde kurulan Karabiga Çevre Platformu Sözcüsü Aslı Badem başkan Muzaffer Karataş’ın termik santralin kurulması için canhıraş bir çalışma içinde olduğunu belirterek, “İnternet sitesindeki o imza kampanyası eski tarihli. 2011-2012’den kalma. Muhtemelen kaldırmayı unutmuşlardır” diyor.

TERMİĞE HAYIR EYLEMİ

Küçük beldenin halkı bugün termik santrale karşı büyük bir eyleme hazırlanıyor. Karabiga, Biga, Çanakkale ve civar köylerden gelecek insanlar Karabiga’nın kararmamasını, termik santrale izin verilmemesini talep edecekler. Çevre Platformu Sözcüsü Aslı Badem eylemle ilgili, Cumhuriyet Meydanı’nda toplanılıp Alarko-Cenal termik santral inşaat hafriyatının bulunduğu alana yürüyeceklerini, burada basın açıklaması yapıp siyah çelenk bırakacaklarını söyledi. Badem, il milletvekillerini de çağırdıkları eyleme katılımın büyük olmasını beklediklerini dile getirdi.

BELDE ÇOK GERGİN

Karabiga’da Priapos antik kentine komşu alanda termik santral kurulması projesi son yaşanan gelişmelerle tekrar hareketlendi. Termik santralin kül depolama alanı Karabiga’lıların yaşam salanlarına komşu olduğu ortaya çıkınca, belediye meclisinden alanla ilgili plana olur çıkmadı. Belediye meclisi tam anlamıyla ikiye bölünmüş durumda. Başında belediye başkanını bulunduğu meclisin 5 kişilik üyesi termik santrali savunurken, diğer 5 kişi ise karşı çıkıyor. Küçük beldede gerginlik had safhada. Öyle ki termik santral planının oylanacağı gün bir meclis üyesi strese bağlı sinir krizleri geçirerek hastanelik oldu.

MÜHÜRLENDİ AMA…

Karabiga Çevre Platformu termik santrali “Karabiga’nın idam fermanı” olduğu açıklamasını yapıyor. Platform, toplam 700 dönümü bulan termik santral alanının bir kısmının doğal sit, yine Priapos kale kalıntılarının 1. derecede arkeolojik kazı alanı olduğuna dikkat çekiyor. Öte yandan, izinsiz olduğu anlaşılan termik santral kül depo alanı inşaatı belediye tarafından mühürlenmiş olmasına rağmen çalışmalara devam ediyor. Çevre Platformu avukatı Engin Balıkçı’nın termik santrale karşı açılan davanın bilirkişi keşfi sırasında ortaya koyduğu bu duruma karşı şirket yetkililerinin ‘susma hakkı’nı kullanması dikkat çekti.
(Karabiga/EVRENSEL)

Çığlık çoğalıyor...

18 Nisan 2013
"Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz,
Bizse ortadan kaldırılmış yoksulluk."
Victor Hugo
 Çığlık çoğalıyor...
Özer AKDEMİR

Norveçli ressam Edvard Munch en önemli çalışması sayılan ‘Çığlık’ tablosunu 1893 tarihinde yapmış. Tam o resmi yaptığı günlerde 30 yaşında olan ressam, annesini ve kız kardeşini de kaybettiği tüberküloz hastalığı ile boğuşmaktadır.

Geçtiğimiz günlerde Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar kanser hastalığı ile boğuşan genç bir kızın ilaç yardımı talebine cebine para koyarak yanıt vermişti. “Ben dilenci değilim” diye parayı bakana iade eden Trakya Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü 3’üncü sınıf öğrencisi 23 yaşındaki Dilek Özçelik, bakanın ve yanındaki resmi zevatın yanından ağlayarak uzaklaşmıştı.
Genç kızın gözyaşları içerisinde uzaklaşırken çekilen fotoğrafları E. Munch’un “Çığlık”ının 120 yıl sonraki haliydi sanki.

E. Munch, günlüğünde arkadaşları ile Nice’de gezerken kendi iç dünyasının ve doğanın çığlığını duyumsayarak yaptığını yazar resmi. Bakan E. Bayraktar’ın yol açtığı ‘çığlık’ ise tedavisi için ilaç bulamadığını söyleyen genç bir kızın incitilen onurunun sesidir.

Bir paket makarna, bir poşet pirinç, bir torba kömüre insanların oylarını satın alan, onları yardıma muhtaç hale getirip sadaka kültürünü topluma yaymaya çalışanların iktidarında, bakanın yaptığı çok da yadırganacak bir şey değil aslında.

Lenf kanseri hastası genç kızın çığlıklarına benzer çığlıklar şimdi ülkenin dört bir yanında daha çok duyuluyor. Doğası talan edilmek istenen Kazdağları'nda, Turgutlu Çaldağı'nda, Amasra’da, Sivas Bakırtepe’de, Karadenizde…

Emeğinin hakkını aradığı için işçileri kapı önüne konan fabrikalardan, akademik, bilimsel özgürlük istediği için gaza boğulan üniversitelerden, toprakları gıda tekellerine satılmak istenen köylerden, kentsel dönüşüm adı altında yerinden-yurdundan edilmeye çalışılan kent yoksullarından yükseliyor bu çığlıklar.

Yoksulların çığlıklar birleşiyor. Yoksulluğu ortadan kaldırmak için...
Çığlık çoğalıyor…
https://www.evrensel.net/haber/54480/ciglik-cogaliyor

15 Nisan 2013 Pazartesi

“Kazdağları Aşil bağımızdır”



Türkiye Barolar Birliği ve Çanakkale Barosu ortaklığında, Kolin Otel'de gerçekleştirilen “Kazdağları ve Siyanürlü Altın Madenciliği' konulu panel büyük ilgi gördü. Kazdağları'nda faaliyetlerini sürdüren altın tekellerinin yarattığı olumsuzlukların ele alındığı panellere katılan konuşmacılar, siyanürlü altın madenciliği ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Çevre mücadelesinde etkin rol oynayan, çeşitli mesleklerden çok sayıda ismin konuşmacı olarak katıldığı panellerde siyanürlü altın madenciliği, Kazdağları, Türkiye’deki ve dünya üzerindeki siyanürlü altın madeni çalışmaları, Kazdağları’nı bekleyen tehlike, çevre mücadelesi gibi birbiriyle ilintili birçok konu masaya yatırıldı.
 
Kazdağları'nı tehdit eden ve olası çevre felaketleri hafta sonu Kolin Otel'de gerçekleştirilen 'Kazdağları ve Siyanürlü Altın Madenciliği' konulu panel ile irdelendi. Kazdağları'nda faaliyetlerini sürdüren altın tekellerinin yarattığı olumsuzlukların ele alındığı konferansa katılan konuşmacılar, siyanürlü altın madenciliği ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Önemli isimlerin konuşmacı olarak katıldığı konferansta 'Kazdağları ve Siyanürlü Altın Madenciliği' konusuna dikkat çekildi. 3 oturumdan oluşan konferansın ardından katılımcılar, Kazdağları ve yöresinde sondaj faaliyetleri inceledi.
Türkiye Barolar Birliği ile Çanakkale Barosu tarafından ortaklaşa düzenlenen 'Kazdağları ve Siyanürlü Altın Madenciliği' konulu konferans Kolin Otel'de gerçekleştirdi. Konferansın birinci oturumu saygı duruşu ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başladı. Konferansın açılış konuşmasını yapan Çanakkale Baro Başkanı Av. Bülent Şarlan; “Değil Kazdağları’nın zarar görmesi, içindeki bir dalın bile kırılmasına avukatlar olarak tahammülümüz yoktur. Programımızın afişe dikkatinizi çekerim. Orada topuğuna ok saplanmış bir görüntü göreceksiniz. Yarı tanrısal kahraman Aşil topuğundan vurulmuştu. Birazda bundan olsa gerek vücudumuzda hiç esnemeyen, en güçlü bağ ayağımızdaki Aşil bağıdır. O sebeptendir ki Kazdağları’na hassasiyetimiz Aşil bağları gibidir. Oynatılamaz, esnetilemez, eğilemez, bükülemez. Çünkü biz avukatlar; (Tabiata saygı, aklınvicdanıdır) diyen, Ankara’da bir İğde Ağacı kesildiği için gözyaşı döken, Yalova’da bir Çınar Ağacı kesilmesin diye köşkü yerinden yürüten, Atatürk’ten ilhamını alan bir mesleğin mensuplarıyız. Çünkü biz avukatlar, hakkı savunan, hakkı arayan bir mesleğin mensubu olarak; siyanürlü altın işletmeciliğinin, insan haklarının ve çevre hakkının ihlal olduğunu söylüyoruz. Su kaynaklarının temizliği hakkının yok edildiğini ifade ediyoruz. Gıda güvenliği hakkının tehdit edildiğini vurguluyoruz” dedi.
 “Kazdağları enkaz dağlarına dönüştürülmemeli”
Kazdağları'nın enkaz dağlarına dönüştürülmemesi gerektiğini ifade eden Şarlan; “Bu ilkeler yolumuza ışık tutmaktadır. Olmak ya da olmamakla sınanan Kazdağları bugün; eşsiz ormanlarıyla, endemik türleriyle, oksijeniyle Türkiye’de birincidir. Tarihsel, kültürel, ekolojik ve toplumsal mirasıyla bir mücevher ve bir incidir. Dünyamızın en önemli ekosistemlerinden biridir. Bu ve daha nice değerlere rağmen, on altı (66 da olabilir) maden firması, toprağın altına, topraktaki altına göz dikmiş durumdadır. Adeta toprağın altını üstüne getirmek istemektedir. Binlerce sondajla, açılan ölüm çukurlarıyla Kazdağları’nın kevgire çevrilmesidir. Kazdağları’nın ‘en’kazdağlarına dönüştürülmesidir. Yöre insanının çığlığına, Kazdağları’nın feryadına avukatlar olarak ses veriyoruz. Kazdağları’nın üstünün ‘Altın’dan daha değerli olduğunu haykırıyoruz. Doğaya, yeni doğanlara, doğacaklara borç ödüyoruz” diye konuştu.
 Coşar; “Siyanür, insan sağlığını tehdit etmektedir”
Kazdağları'nın önemine değinen Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Vedat Ahsen Coşar ise; “Efsanelere ev sahipliği yapmış olan Kazdağları, verimli topraklarıyla bir çok önemli olaya konu olmuştur. Kazdağları tarih boyunca hep saldırıya uğramıştır ve hep yağmalanmıştır tıp kı bugün olduğu gibi. Ne yazık ki, bugünde Kazdağları sahip olduğu güzellikleriyle değil, topraklarında siyanürle altın madenciliği faaliyetleri yürütülmesiyle gündemimizde yer almaktadır. Siyanür hepimizin bildiği üzere, dünya üzerinde en zehirli bileşimlerden biris olup madencilikte siyanür kullanımı 1880'li yıllarda başlamıştır. O tarihten buyana süren doğal yaşama ve ekolojik dengeye verdiği zararlarla hep tartışma konusu olmuştur. Altın madenciliğinde siyanür kullanımı çok tehlikeli olabilmektedir. Siyanürün sulara karışması ile nehirlerdeki canlılar ölmekte, sulama sularına karışmasıyla da meyve ve sebzelere siyanür karışmakta ve insan sağlığını bu durum ciddi şekilde tehdit etmektedir” şeklinde konuştu.
Açılış konuşmalarının ardından yöneticiliğini Çanakkale Barosu Çevre Komisyonu Başkanı Av. Ali Aydın Çalıdağ'ın yaptığı 'Kazdağlarının Coğrafi Yapısı, Endemik Tür Zenginliği, Tarım ve Ormancılık Yönünden Önemi, Siyanürlü Altın Madeni İşletmeciliğinin Çevreye Etkileri' konulu birinci oturuma ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş, ÇOMÜ Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Kenan Kaynaş, Orman Yüksek Mühendisi Doç. Dr. Yücel Çağlar ile Çanakkale Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı ve Çanakkale Çevre Platformu Dönem Sözcüsü Hicri Nalbat konuşmacı olarak katıldı.
Kazdağı ve Çanakkale yörelerinin yer sistem bilimsel, hidroklimatolojik ve ekolojik biyocoğrafya özellikleri hakkında bilgiler veren ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş, siyanürlü altın madenciliği konusuna da değindi. Türkeş; “Kazdağı'nda 101 familyaya ait 800 vasküler bitki taksonu bulunduğu kabul edilmektedir. Bu önemli bir rakam. Kazdağı yöresinde kaydedilen bitki taksonlarından 71'i Türkiye endemiği iken, Kazdağı endemiği bitkilerin sayısı 24'tür. Kazdağı'nın endemik taksonlar açısıından önemli bir gen kaynağı özelliği taşıyan doruklar vejetasyon katının sintaksonomik özelliklerine ilişkin çalışmada, 52 familya ve 132 cinse ait vasküler bitkilerden 189 adet yöreye özgü takson toplanmış ve bunlardan 45'inin Türkiye endemiği olarak belirlenmiştir” dedi.


 

Kazdağları'nda altın madenciliği ve tarım
Kazdağları'nda altın madenciliği ve tarım ile ilgili bilgiler veren ÇOMÜ Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Kenan Kaynaş; “Bütün canlıların yaşam kaynağı sudur. Eğer su olmazsa tarım yapılamaz. Sondaj da insan sağlığına zararlı olan kimyasallar kullanılıyor. Önce sondajlar yapılıyor. Bu kimyasal maddelerle yeraltı suları bir kere kirletiliyor. Daha sonra ormanlar kesiliyor. Yavaş yavaş kademeli olarak merdiven şeklinde ölüm çukurları oluşmaya başlıyor. Bütün siyanürlü atıklar olduğu gibi toprağı ve taban sularımızı kirletiyor. Siyanür toprakta hareketsiz duran ağır metalleri hareketli hale getiriyor. Bu ağır metaller toprakta hareketli hale geçince bitki kökleri tarafından alınıyor ve bitkinin bünyesine geçiyor. Bitkinin bünyesinde parçalanma olayı söz konusu değil. Bu bitkiyi yiyen insan ve hayvanlar veya bu bitkiyi yiyen hayvanları yiyen insanlar aynen bu ağır metalleri kendi vücutlarına alıyorlar. Bunun sonucunda değişik rahatsızlıklar ortaya çıkıyor” dedi.
Nalbant; “Direnci büyütüp dünyaya yaymalıyız”
Çanakkale Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı ve Çanakkale Çevre Platformu Dönem Sözcüsü Hicri Nalbat, Çanakkale'de altın tekellerine karşı verilen mücadelenin büyütülüp dünya ülkelerine yayılması gerektiğini belirterek; “1 milyon 750 bin ton atığı topraklarımıza gelişi güzel bırakmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Altın tekellerinin bırakacakları bedel, dağlarımızdaki bir kaç meşe ağacının değeri kadar bile değildir. Altın tekelleri yapacakları 50 milyon liralık yatırımın %67'sini stratejik yatırım teşvikleri aracılığıyla geri alacaklardır. Altın tekelleri ülkemizde yaşam alanlarını yok ederek, yörede yaşayanların sağlığını bozacak, göç etme gücü olanlar göçecekler göç edemeyenler ise hastalanıp öleceklerdir. Bunun adı da yavaşlatılmış soykırımdır. Altın tekelleri Türkiye'nin her yerinde vahşet uygulamaktadır. Türkiye'de direnci büyütüp dünyanın birçok ülkesine yaymalıyız. Bu panel bu anlamda önemlidir” dedi. Konferansa katılan konuşmacılara takdim edilen plaketlerin ardından birinci oturum sona erdi.

Çevre davalarını avukatlar değil, halk kazanır
Türkiye Barolar Birliği ve Çanakkale Barosu öncülüğünde gerçekleştirilen Kazdağları ve Siyanürlü Altın Madenciliği konulu toplantının 2.oturumunda Kazdağları’nda altın madenciliği çalışmalarının siyasal, sosyal, ekonomik yönden değerlendirilmesi yapıldı.
TBB Çevre Komisyonu Üyesi Av. Bedrettin Kalın'ın yöneticiliğini yaptığı 2.oturumda CHP Milletvekili ve TBMM Çevre Komisyonu Üyesi Serdar Soydan, Ankara Barosu'ndan Av. Mehmet Horuş ve Jeoloji Yüksek Mühendisi Tahir Öngür konuşmacı olarak yer aldı.
 “Küresel bir yağma ve yıkımla karşı karşıyayız”
TBB Çevre Komisyonu Üyesi Av.Bedrettin Kalın küresel bir yağma ve yıkımla karşı karşıya olunduğunu belirterek, çevre tahribatının ve yıkımın yeni çıkan kanunlarla hızlandığına dikkati çekti. Doğal güzelliklerin birere birer tahrip edildiğine değinen Kalın cumhuriyet tarihi boyunca 1500 tane maden ruhsatı verildiğini, son 10 yılda AKP Hükümeti döneminde ise 43 bin 500 ruhsatın çıktığını belirtti. Ülkenin artık parsel parsel değil, ruhsat ruhsat satıldığını belirten Kalın satışların çoğunun da yabancılara yapıldığına işaret etti. Kalın: “Bu insanlar nerde yaşayacak diye düşünen yok. Artvin gibi küçük bir şehirde bile 325 maden ruhsatı verilmiş diyerek Artvin'de halkın tepki gösterdiğini ve madene hayır mitingi düzenlendiğini belirtti. Maden şirketlerinin istihdam yalanıyla halkı kandırmaya çalıştığını da söyleyen Kalın tam tersine insanların doğası ve yaşam alanları tahrip edilmiş bir kentte yaşamak istemediğini, o yüzden Artvin'de nüfusun azaldığını ve 50 bin insanın göç ettiğini belirtti. Altın arama faaliyetleri konusunda1982 anayasasına göre anayasanın 168.maddesine aykırı davranıldığını da ifade eden Kalın, tabi servetler kanununun da halka ait olan ve devlet tarafından korunması gereken zenginliklerin yabancı şirketlere arz edildiğini ve maden yasasının sömürge yasası olduğunu belirtti. ÇED olumlu raporlarının arka arkaya verilmesinin maskaralık olduğunu belirten Kalın: “Vatandaşların ÇED toplantılarının düzenlenmesine mani olduğunu, bunun da doğru olduğunu belirtti. Tabiatı Koruma yasasının tehlikeli bir yasa olduğuna dikkati çeken Kalın kurulan izleme komisyonuna daha çok destek verilmesi gerektiğini söyledi.


“Yalancı Başbakan”

CHP Milletvekili ve TBMM Çevre Komisyonu Üyesi Serdar Soydan ise Çanakkale'de verilen çevre mücadelesinde ortalıkta görünmeyen AKP Milletvekillerine ve AKP Örgütüne sert çıkarak konunun siyasi bir platforma çekilmesinin doğru olmadığını çevresel etkilerin sonuçlarının parti ayrımı yapmadığını söyledi. Soydan son 10 yıldır çevre konusunun öncelikli olarak gündemde olduğunu ifade ederek: “Çok eskiye gitmeye gerek yok, eskiden ne konuşuyorduk. Son 10 yıldır neleri konuşuyoruz. Onlara bakmamız gerek. Eskiden çevre bilincimiz bu kadar gelişmemişti, çünkü yaşama alanlarımız hiç bu kadar tehdit altında olmamıştı. AKP Hükümetinin attığı her olumsuz adımdan sonra çevre duyarlılığımız da artmaya başladı” dedi. Toprak tabakasının önemine dikkat çeken Soydan toprağın korunmadığı bir yerde, canlıların neslinin devam edemeyeceğine ve insanlığın ve yaşamın tehlikeye gireceğine işaret etti. İnsanlığın sağlıklı yaşamak, çevreyi korumak ve yaşanılabilir çevreyi devam ettirmek zorunda olduğunu kaydeden Soydan, hükümetin Türkiye'nin değişik yerlerinde doğal güzellikleri nükleer santral çalışmaları, HES ve maden arama faaliyetleri ile tahrip ettiğini ve kural tanımadığını belirten Soydan: “Çevreye zarar verirsek cezasını sadece AKP'ye oy vermeyenler değil, hepimiz çekeceğiz” dedi. Hükümetin bir adım atmayı bırak, çevreyi adeta yok etmek için çabaladığını belirten Soydan: “ Biz çevreyi koruyalım diye çağrıda bulunuyoruz. AKP onu da yanlış anlıyor. AKP Hükümeti kendi yandaşlarını ve kendi çevresini koruyor. Verdiği ruhsat ve izinlerle kendi yandaşlarının ve çevresinin geleceğini garantiyi alıyor” dedi. Çevreyi yok etmek isteyen bir hükümetle mücadele edildiğini belirten Soydan mecliste sayıca çoğunlukta olan AKP'li vekiller içinde Başbakan'ın emriyle hareket etmeyen, vicdan sahibi vekil aradıklarını, ama vekillerin etki altında olduğunu söyledi. Soydan siyanürün zararlarını anlattıklarında AKP’li vekilin siyanürün zararlı olmadığını, tuzun da fazlasının insan sağlığı için zararlı olduğu gibi örnekler verdiğini belirterek, Şahinli Köyü'nde bayram zamanı sular kesildiğinde köye tankerlerle su taşındığını vekilin halka: “Sizi dereden topladığı sularla kandırmış” dediğini hatırlattı. Soydan Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın altın şirketlerinin kendine tahsis ettiği uçakla Çanakkale'ye gelmesini de eleştirerek: “ Çağlayan'a sordum, bu uçak kimin diye? Cevaplamadı. Bir bakan madencinin uçağına biniyorsa, hükümet madencilerle kol koladır” diyen Soydan bunun hükümetin çevre anlayışını da yansıttığını söyledi. Başbakan Erdoğan'ın zaman zaman çevreci söylemlerle halkı etkilemeye çalıştığını da belirten Soydan : “Yalancı başbakan, sen termik santrallerle Biga’nın toprağını yok et. Artvin'i yok et, sonra utanmadan halka yalan söyle. Her konuda söylediğin gibi bu konuda da yalan söylüyorsun” dedi. Soydan:” İşimiz zor, başbakan anlamıyorsa iş bize düşüyor. Bu konuda görev sadece mücadele eden çevrecilerin görevi değil, bu görev hepimizin. Gelin eylem yapalım, 50 bin kişi Cumhuriyet Meydanı'nda toplanalım. Ankara’ya gidelim” dedi.
Soydan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma kanunun Türkiye'de korunan yüzde 5 alanı da kullanıma açmaya olanak sağlayacağını ve asıl tehlikenin o zaman başlayacağını söyleyerek, Milli Parklar Kanununun da kaldırılacağını ve madencilerle, termik santralcilerin önündeki engellerin ortadan kaldırılmaya çalışıldığını söyledi. “Belgrad Ormanı'nda, Atatürk Orman Çiftliği'nde rezidans, Manyas Kuş Gölü çevresinde havaalanı görebiliriz. Bu yasa AKP'nin çevresini çok iyi koruyacak bir yasa belki ama gelecek nesillere bırakılacak mirasın da yok olması anlamına geliyor” dedi. Bu yasa tasarıları hazırlayan hükümet varken ve bakanı altıncıların uçağıyla gezerken, Erdoğan'ın çevreci açıklamalarının inandırıcı olmadığını kaydeden Soydan, maden bölgelerinde çıkan yangınların da manidar olduğuna dikkati çekti. Havran'da bir maden ocağında kesilecek olan ağaçların yandığını ve yetkililerin sabotaj olma ihtimali olmadığını açıkladıklarını belirten Soydan: “Benim içimdeki sabotaj ihtimalini yok edemediniz” dedi. Önümüzdeki süreçte de kesilecek ağaçlarla ilgili yangın hadisesinin gerçekleşebileceği tehlikesine dikkati çeken Soydan: “Dikkatli olmalıyız” dedi.
Çevre ile ilgili ahlaksız yasaların kapalı kapılar altında, katılımcı anlayıştan ve şeffaflıktan uzak çıkarıldığına dikkati çeken Soydan meclis tv'nin akşam 19:00'da kapandığını ve yasaların bundan sonra AKP'nin rant anlayışına uygun bir şekilde geçirildiğini belirterek:” Bir yasa geçiyor, ama yasadan haberimiz yok. Uyanık olmak zorundayız. Çevre meselesi konusunda çocuklarımıza mirası devredebilmek için daha çok mücadele etmek ve çalışmak zorundayız” dedi.

Para için çevreyi feda edelim mi?
Ankara Barosu avukatlarından Av. Mehmet Horuş ise yıllardır çevre konusunda atılan adımlarla ilgili baroların aktif olarak mücadele verdiğini, ama çevre konusunda menfaatlerle ilgili maddelerde gerileme olduğunu, dava harçlarının arttığını, ÇED'lerde yürütmeyi durdurma süresinin uzadığını belirterek: “Atı alan Üsküdar'ı geçti” dedi. Önceki dönemlerde 60 günlük sürenin uzatıldığını, son dönemlerde buna da ayarlama getirildiğini kaydeden Horuş: “Söz konusu doğa ise 60 günün, 100 günün önemi olmaz” dedi. Horuş davalarla ilgili örnekler vererek: “Antalya'da HES Projesinin zarar vereceği ortaya çıktı, tescillendi. Red edilmesine rağmen yine de çalışmalara başlandı. Haklarda geriye gidiş var dedi. Üstün Kamu Yararı konusuna da değinen Horuş idarelerin karar alacağını hatta kentsel dönüşüm yasasında bile afetle ilgili:” Vatandaş razı değilse, elinden zorla alınır” maddesinin geldiğini ve böylece yargı muafiyetine doğru bir geri gitme eğilimi olduğunu belirtti. Alınan mahkeme kararlarının sonuçlarını da değerlendiren Horuş:” Yürütmeyi durdurma konusunda karar alınıyor, ama bununla da yüzleşmek istemiyorlar” dedi. “Kalkınma için paraya ihtiyacımız var, o zaman sağlığımızı ve çevremizi feda edelim. Çok paraya ihtiyacımız var, o zaman daha fazla feda edelim” anlayışının yerleştiğini ifade eden Horuş bu düşüncenin tam bir kapitalist rasyonalist düşünceye hizmet etmek olduğunu belirtti. Ağaç kesildikten sonra ağacı fiyatlandıran mantalitede problem olduğunu belirten Horuş:” Ağaca kereste gözüyle bakarsak bu meseleyi çözemeyiz” dedi. İptal kararının daha tebliği yapılmadan yeni ÇED izni verildiğini belirten Horuş: “En vahim olanı etkin denetimin kalkması ve çevre davalarında yargının denetiminin işlevsizleştirilmesi” dedi. Sonuçlarla yüzyüze kalındığını belirten Horuş çevresini korumak için yurttaşlık görevini yapan 200 bin çevrecinin ise yargılandığını söyledi. Horuş: “ Hamzaoğlu'nun Dilovası'nda ağır metaller var, Beyza Üstün'ün ise sularımızı satıyorlar” dediği için soruşturma kapsamına alındığını belirten Horuş Kazdağları'nda sürdürülen mücadelede ÇED davaları sürecinin sınırlı bir mücadele olduğunu belirterek, çevre davalarını avukatlar değil, halk kazanır, Kazdağları'nda da bu şekilde olmalı” dedi. Hukuksal arayışla ilgili yeni bir hukuk arayışının başladığına da dikkat çeken Horuş derelerin başında nöbet tutan kadınlarla ve yurttaş tepkisi ile şekillenen, kendini gösteren yeni bir hukuk arayışı bu” dedi.
Jeoloji Yüksek Mühendisi Tahir Öngür ise maden arama konusunda uygulamaları kabul ettiren, ya da akademisyenler aracılığı ile daha da kafa karıştırıcı hale getirilerek farklı sunulduğu bu belirterek dışsallık adı altında vahşi ve çevreye zarar verici madenciliğin Türkiye'de olduğu gibi az gelişmiş ülkelere kaydırıldığına işaret etti.
 
Bergama’dan Çanakkale’ye çevre mücadelesi
“Kazdağları ve Siyanürlü Altın Madenciliği” konulu panellerin üçüncü oturumunda Biga Yarımadası’ndaki termik santral çalışmalarına altın madenciliğine karşı yürütülen mücadelenin yol haritası Bergama gibi örneklerle çizilmeye çalışıldı. Mücadele süresince karşılaşılabilecek sorunlar konuşulurken, mücadelenin örgütlü halk kitleleri tarafından yapılmasının “Olmazsa olmaz” olduğu dile getirildi.
  
Türkiye Barolar Birliği ve Çanakkale Barosu’nun birlikte organize ettiği “Kazdağları ve Siyanürlü Altın Madenciliği” konulu panellerin üçüncü oturumunda “Kazdağları’nda altın madenciliği faaliyetlerinin canlılara ve halk sağlığına etkileri ile hukuksal ve toplamsal boyutları” konuşuldu. Katılımın oldukça yoğun olduğu üçüncü oturumun konuşmacıları ise sırasıyla, ÇOMÜ Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Coşkun Bakar, Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, gazeteci-yazar Özer Akdemir ve İzmir Barosu avukatlarından Ali Arif Cangı’ydı. İlk konuşmacı ÇOMÜ Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Coşkun Bakar, doymak bilmez tüketme arzusu ve kar iştahına çözüm bulunamadığı sürece kısa vadede küresel yıkıma karşı başarılı olmanın da mümkün olmadığını dile getirdi. İkinci konuşmacı Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, “Kazdağları’nın altından, blok blok külçe altın çıksa şuandaki o dağları bir kez daha yaratma şansınız yoktur, mümkün de değildir” şeklinde konuştu. Gazeteci yazar Özer Akdemir, “Halkın örgütlü mücadelesi karşısında hiçbir güç duramaz” derken, Avukat Ali Arif Cangı, “Kadınların olmadığı hiçbir mücadele başarılı olamaz” dedi.
 
“Tüketme arzusu ve daha fazla kar hırsı”
Oturumun moderatörlüğünü ise ÇOMÜ Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. Türker Savaş yaptı. Savaş, tüm katılımcılara teşekkür ederek başlattığı oturumun ilk konuşmacısı ÇOMÜ Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Coşkun Bakar, siyanürlü altın madenciğinin halk sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı. Bakar, “Öncelikle bir uyarıda bulunmak istiyorum; biz doktoruz. İşimiz; tanı koymak. Koyduğumuz tanıya göre de insanları tedavi etmek. Ben halk sağlığı uzmanıyım. En önemli işlevlerimden bir tanesi insanların sağlığının korunması ve geliştirilmesidir. Bunun için ön görülerde bulunulmasıdır. Bu görevimi yıllardır dünyanın birçok yerinde bir çok halk sağlığı uzmanı tarafından yapılıyor. Çocuklarımızı kızamık ve çocuk felci konusunda hiç hastalıkla karşılaşmadıkları halde aşıladığımız için bugün kızamık ve çocuk felcini görmüyoruz. Bulunduğumuz bu tahminler, bu öngörüler, gelecekte insanların sağlığının korunması açısından önemli. İşimiz kızamık ve çocuk felcinden çok daha zor. Karşı karşıya kalacağımız sorunlar, hastalıklar, kanser vakaları mücadele edilmesi o kadar da kolay değil” dedi. Oldukça kapsamlı ve geniş bir sunum yapan Doç. Dr. Bakar, her şeyin temelinde doymak bilmez tüketme arzusu ve daha fazla kar etme iştahının yattığını dile getirerek, “Özellikle altın madenciliği konusunda bir sunum yapacak olmama rağmen, bu sunumdaki tehlikelerin birçok alanı ilgilendirdiği vurgusunu yapmalıyım. Sanayi, tarım, turizm, kentleşme, ulaşım ve enerji sektörleri gibi konuları yakından ilgilendirmektedir. Her şeyin temelinde ise, doymak bilmeyen tüketme arzusu ve daha fazla kar etme iştahı yatmaktadır. Bunlara akılcı çözüm bulamadığımız takdirde de bu küresel yıkıma kısa vadede çözüm bulmak mümkün görünmemektedir. Birileri daha fazla tüketmek istedikçe birileri daha fazla kazanmak istemektedir. Birileri de yaşam için asıl önemli olanları yok etmektedir. En kötüsü ise insanoğlu kendi eliyle yarattığı bu şeytanı, hala anlayamamaktadır” şeklinde konuştu.



“Dağları tekrar yaratma şansımız yok”
Üçüncü oturumun ikinci konuşmacısı olan Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, çevre mücadelesinde hukukçuların önemli olduğunu ifade ederek, bu toplantının da baro tarafından düzenlenmesinin anlamlı olduğunu dile getirdi. Başkan Gökhan, bölgedeki altın madenciliğine ve termik santrallere karşı sessiz kalan ÇOMÜ gibi kurumlar ve turizmcileri, işadamlarını da söyleyeceklerini dile getirdi. Gökhan, “(Altın çok önemli bir ihtiyaç, insan sağlığına yararlı, ekonomiyi canlandıracak bir ihtiyaç. Altın olmazsa olmaz) demek isterdik. Ama tam tersi çok komik bir konuyu tartışıyoruz. Neyi tartışıyoruz? Altının çıkarılma konusunu. Peki, altını çıkardığımızda ne işe yarayacak? Mevcut şuandaki dünya genelindeki altının çok küçük bir miktarı yani yüzde 5’i gibi bir oranı tıpta, elektronik malzemelerde, bilgisayar ve çiplerde kullanılıyor. Yüzde 10’u 15’ı da eşlerimizin kolunda boynunda süs eşyası olarak kullanılıyor. Geri kalan yüzde 85 nerede? Merkez bankalarının kasalarında yatıyor. İnsanlığa bir yararı mı var bunun? Altının çıkarılması için harap edilen doğanın insanlığa yararı var. Siyanür riskinin ötesinde bir olay bu. Tabi ki siyanür çok büyük bir risk ama orada doğanın tahribatını telafi edebilme şansımız yok. Böyle bir anlamsızlık olamaz. Kazdağları’nın altından, blok blok külçe altın çıksa şuandaki o dağları bir kez daha yaratma şansınız yoktur, mümkün de değildir” dedi.

Halkın örgütlü mücadelesi şarttır”
Üçüncü oturumun üçüncü konuşmacısı gazeteci-yazar Özer Akdemir, Türkiye’nin birçok yerinde olduğu gibi Çanakkale bölgesinde de ulusal ve uluslararası sermayenin yürüttüğü proje ve yatırımların doğa katliamına neden olduğunu dile getirdi. Akdemir, altın madenciliğine, termik santrallere ve HES’lere kadar tüm bu yatırımlara karşı örgütlü mücadelenin şart olduğunu ifade etti. Gazeteci-yazar Akdemir, “Örgütlü bir halkın karşısında hiçbir güç duramaz. Gerze’de duramadıkları gibi, Çanakkale’de duramayacaklar. Buradaki mücadele de ancak ve ancak, halkın bir arada ve örgütlü mücadelesi ile başarıya ulaşır” dedi. Akdemir, haber amaçlı olarak katıldığı, Gerze, Tortum gibi çevre direnişlerinden fotoğraflar göstererek izlenimlerini aktardı. Bergama köylülerinin direnişi ve “Alman casusluğu” iddiaları konusunda da açıklama yapan Akdemir, “Dr. Necip Hablemitoğlu’nun kitabında dayandığı belgeler sahte çıktı. Eğer Hablemitoğlu öldürülmesiydi bunlar açığa çıkacaktı. Hablemitoğlu, bu iddiaların ortaya çıkacağı duruşma gününden 8 gün önce öldürüldü” dedi. Çanakkale’de tehlike altında olan Atikhisar Barajı’na da değinen Akdemir, “Atikhisar Barajı heba edilmemeli. Koskoca bir kentin içme suyunu karşılıyor. Orada yaşayan ve bölgede yaşayan insanların yaşamı söz konusudur. Bu bölgede termik santraller var. ÇED’leri tamamlananlar, ruhsat alanlar, ÇED hazırlığı yapanlar. 7 altın madeni işletmesinin olduğu 8’rincisinin ise Bergama’da işletmecilik yapan bir firma olduğu söyleniyor” dedi. Akdemir, özellikle Muratlar köyü başta olmak üzere bazı köylerde suların içilimez raporu olduğunu hatırlattı. Daha çalışmalar başlamadan, siyanür kullanımına geçilmeden yaşanan bu su raporlarının gelecek açısından çok şey ifade ettiğini dile getirdi.

“Kadınların içinde olmadığı hiçbir mücadele kazanılamaz”
İzmir Barosu avukatlarından, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eşsözcüsü Ali Arif Cangı ise, oturumun final konuşmacısıydı. Cangı, Bergama altın madeni, Efem çukuru, gibi süreçlerin hukuksal mücadeleleri konusunda bilgilendirmeler yaptı. “Bergama madencilik mücadelesi, hepimiz için bir okuldur” diyen Cangı, Oradan çok önemli dersler çıkarmamız gerekir. Oradaki hukuk katliamını örnek alıp, madencikte tanınan hukuki kalkanı aşmanın yollarını siyaset ile çözmeliyiz. Bunu birlikte başarabilmek için de eko-merkezci bir siyaset yaratmalıyız” dedi. Cangı, konuşmacılar arasında kadın olmamasını da eleştirerek “Bugün maalesef görüyoruz ki konuşmacıların arasında hiç kadın yok. Kadının yer almadığı hiçbir mücadelenin kazanılma şansı da yoktur” dedi. Cangı, çocuklara bırakılacak en iyi mirasın “yanabilir bir kent, yaşanabilir bir dünya” olduğunu da sözlerine ekledi. Cangı, Bergama ve Efem çukuru gibi çevre mücadelelerinin simgeleştiği süreçlere dair Evrensel Gazetesi İzmir temsilcisi Özer Akdemir’in yaptığı haberlere de dikkat çekerek, bu süreçlerin psikolojik baskıları olduğunu da dile getirdi. Cangı, dönemin üst düzey komutanlarının, İzmir Valisi gibi üst düzey bürokratların altın madeni şirketlerine yaptıkları ziyaretlerin bu psikolojik baskının bir parçası olduğunu ifade etti. Cangı, “Ben bir köylünün (Ya avukat bey, koskoca Ege Ordu Komutanı buraya gelip şirket yetkililerine plaket veriyor. Biz bu işe nasıl karşı olalım?) dediğini hiç unutamam” dedi. Konuşmacıların ardından katılımcılara Türkiye Barolar Birliği ve Çanakkale Barosu adına plaketler verildi.


Akdemir’e büyük ilgi
Gazeteci-yazar Özer Akdemir’in Evrensel Basım Yayın’dan çıkan “Anadolu’nun altındaki tehlike, Kışladağ’a ağıt” ve “Kuyudaki taş- Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” isimli iki kitabı da panellere katılımcılar tarafından büyük ilgi gördü. Katılımcılar panel sonunda kuyruk oluşturarak aldıkları kitapları Akdemir’in imzalamasını istediler.

Kazdağlarının yaşam savaşında yeni bir hukuk yeni mücadele arayışları




Kazdağları nasıl kurtulur?

Özer AKDEMİR


Sabah saatlerinden itibaren sürekli yağan yağmurdan korunmak için Bayramiç’in Karaköy köy meydanındaki kahvenin çardağının altına toplanan kalabalığın ilgisi üç köylü üzerinde yoğunlaşıyordu. Köy muhtarı ve iki genç, aralarında milletvekili ve meslek odası başkanları gibi kişilerin bulunduğu gruptan kendileriyle sohbet etmek isteyen, aynı karede bulunmak için ortalarına girip fotoğraf çektirenlerin ilgisinden hoşnutlardı. Bu kişiler, Kazdağlarında altın madenciliğine karşı verilen mücadelenin son dönemindeki en ilginç öykünün kahramanlarıydı.

Türkiye Barolar Birliği ve Çanakkale Barosu tarafından ortaklaşa gerçekleştirilen “Kazdağları ve Altın Madeni İşletmeciliği” konulu iki günlük etkinliğin ikinci gününde dağdaki sondaj alanlarının gezilmesi planlanmıştı. Bir gün önceki güneşli havaya nazire yaparcasına sabaha karşı başlayan yağmur buna olanak tanımadı. Gidilmesi planlanan Karaköy’e Çanakkale Belediyesi’nin sağladığı iki otobüsle gidildi ama yoğun yağış köyden 5 km uzaktaki sondaj alanının gezilmesine engel oldu.

KARAKÖYLÜ ÜÇ GENÇ

Dağın dört bir yanında yüzlercesi olan sondaj alanlarından ayrı bir özelliği vardı Karaköy yakınlarındaki sondajın. Geçtiğimiz haftalarda bu sondajın havuzunun çökmesi sonrası derelere ve yer altı sularına karışan kimyasallar bölgedeki akarsularda bulunan yüzlerce balık ve kurbağanın ölümüne yol açmış, kirli bulanık bir renkte akan su Bayramiç Barajına akmıştı. Bu sulardaki kirliliğin araştırılması için Çanakkale İl Sağlık Müdürlüğünden gelen ekiplerin, numune aldıktan sonra yakın bir lokanta da maden yetkilileri ile rakı içmeleri yakın geçmişte yörede yaşanan ilk skandal değildi aslında. Yine Karaköy’den üç genç, maden sondaj alanına gidip ‘topraklarımızdan defolun, sizi istemiyoruz’ dedikleri için Çan Mahkemesi tarafından 3 ay boyunca kendi dağlarına çıkmaktan men edildi. Yetmedi, madenci şirket haklarında 7200 dolarlık tazminat davası açtı. Kendilerine her türlü desteği vereceklerini söyleyen Türkiye Barolar Birliği’nden hukukçulara “Bizim suçumuz topraklarımızı korumak istememiz. Burası Kanada toprağı mı bizi dağlarımızdan uzaklaştırıyorlar, dolarla tazminat istiyorlar?” diyen gençler, altın madenine karşı sonuna kadar mücadele kararlılığında olduklarını söylüyorlar. Köy muhtarı da devletin kendilerinin yanında olması gerekirken altıncıların yanında olmasının şaşkınlığını yaşadıklarını söylerken, “köylümüz kararlı, bu madencileri topraklarımızdan kovacağız” dedi.

UMUT KADINLARIN KARARLILIĞINDA

Bir önceki gün Çanakkale’de yapılan oturumda Başbakan’ı çevre ile ilgili sözleri nedeniyle yalancılıkla suçlayan CHP Çanakkale milletvekili Serdar Soydan, AKP’nin madencilik politikasının Kazdağalarının ve ülkedeki onlarca yaşam alanının ölüm fermanı olduğunu söyledi. Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri Cengiz Tuğral hukuk ve diğer alanlarda yöre halkının yanında oldukları mesajını vermek için bu etkinliği gerçekleştirdikleri kaydetti. Köy kahvesinde bu toplantı yapılırken Çanakkale’den gelen gruptaki kadınlar ise bir köy evinde köylü kadınlarla sohbet ettiler. Görüşmeye katılanlar Karaköy’lü kadınların kararlılığının Kazdağları’nın altın madeni talanından kurtulması mücadelesi için en büyük dayanak oluşturduğu görüşünde birleştiler.

ÇEVRE DAVALARINI AVUKATLAR DEĞİL HALK KAZANIR

Kutu: Etkinliğin Cumartesi Kolin Otel’deki bölümü sabah ve öğleden sonra yapılan üç farklı oturumdan oluştu. Etkinliğin açılışında konuşan Çanakkale Barosu Başkanı Av. Bülent Şarlan hukukçular olarak Kazdağlarındaki bir dalın dahi kırılmasına tahammüllerinin olmadığını söyledi. Şarlan “Siyanürlü altın madenciliğinin ar damarı Kazdağlarında çatlamıştır” dedi. Birçok bilim insanı ve hukukçunun katıldığı oturumlarda Kazdağlarının Coğrafi yapısı, endemik tür zenginliği, tarım ve ormancılık yönünden önemi ve siyanürlü altın işletmeciliğinin çevreye etkileri anlatıldı. Ülkenin dört bir yanından gelen hukukçuların katıldığı toplantının önemli konuşmalarından birisi de Ankara Barosu avukmatlarından Mehmet Horuş’un ki oldu. Horuş Kazdağları'nda sürdürülen mücadelede açılan ÇED davalarının yeterli olmadığını belirterek, “çevre davalarını avukatlar değil, halk kazanır. Derelerin başında nöbet tutan kadınlarla ve yurttaş tepkisi ile şekillenen, kendini gösteren yeni bir hukuk arayışı başlamıştır” diye konuştu.

ÖRGÜTLÜ HALK YENİLMEZ

Etkinliğin öğleden sonraki son oturumunda Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Yeşil ve Sol Gelecek Partisi Arif Ali Cangı, Çanakkale Tabip Odasından Dr. Coşkun Bakar ve gazetemiz muhabiri Özer Akdemir de konuşmacı idiler. Belediye Başkanı Ülgür Gökhan Kazdağlarının bölgenin yaşam kaynağı olduğuna dikkat çekerek, “Çanakkalenin en önemli ve tek içme suyu kaynağı Atikhisar barajıdır. Bu altın madenlerinin en uzağı bile barajın koruma havzası içinde kalıyor. Bu durumu gösteren DSİ harikalarını valiye gösterdim o da şaşırdı kaldı.” dedi. Gökhan’ın ardından konuşan gazetemiz muhabiri Akdemir Çanakkale’nin içme suyundaki tehdidin benzerinin İzmir Efemçukuru altın madeni ile İzmir’i tehdit ettiğine dikkat çekerek, “Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu da kentin suyunun korunması için mücadele edeceğine namus şeref sözü vermiş, ama halkın bu mücadeleye aktif katılımını sağlamayı önerenleri ise ‘ben gürültü patırtı etmeden bu işi çözeceğim’ diye reddetmişti. Maden iki yıldır çalışıyor. Kocaoğlu’nun yöntemlerinin işe yaramadığı görüldü. Bundan ders alınarak, Atikhisar’ın kirlenmemesi için Çanakkale halkının, yöre köylülerinin kitlesel olarak aktif mücadelenin içine katılımı sağlanmak durumunda. Örgütlü halkı hiçbir güç yenemez” diye konuştu. Arif Ali Cangı ise etkinlikte hiç kadın konuşmacı olmamasını eleştirerek kadınların içinde olmadığı toplumsal hareketlerin şansının da olmadığını söyledi.

(Çanakkale/EVRENSEL)

İklim değişikliği tarımı vuruyor: Gıda fiyatlarında sıçrama uyarısı!

  01 Haziran 2023 07:00 Dr. Oğuz Tutal'ın araştırmasına göre Türkiye için en büyük tehlike kuraklık ve aşırı sıcaklar... Araştırma g...