29 Mayıs 2022 Pazar

Dortmundlu ağaçlar ve yüzler (Pazar yazısı)

 

29 Mayıs 2022 01:41


 


Fotoğraflar: Özer Akdemir/Evrensel

PAZAR

Bir haftadır Almanya’dayım, Dortmund’da. Hem dostları ziyaret, hem geçtiğimiz günlerde çıkan beşinci kitabım “Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi”nin imzası için geldim. Sağ olsun dostlar zamanları elverdiği ölçüde gezdiriyorlar kenti.

Evrensel’in ilk yıllarında gazetenin her taşında büyük emeği olan Hüseyin Kantaş dostumla gezerken yolumuzu düşürdüğümüz Borsigplatz Meydanı binalarla çevrelenmiş yemyeşil bir alan. Ulu bir çınar ağacı yer yer çimenlerden görünmez hale gelen tramvay yolunun hemen yanı başında meydanı kucaklamak ister gibi dallarını gökyüzüne uzatmış. Meydanı bir kemer gibi dolanıp kentin içlerinde kaybolan yolların çevresi ve kaldırımlar da ağaçlarla dolu. Zaten Dortmund neredeyse tüm Alman şehirleri gibi ağaçların arasında kaybolmuş bir kent.

Eğer bir gün sizin de yolunuz benim gibi Borsigplatz Meydanı’na düşerse dalları dibinden budanmış ağaçlara dikkatli bakın. Beni bu meydanla, rengarenk binalarla, büyük bölümünü her ulustan göçmenlerin oluşturduğu insanlar ve ağaçlarla tanıştıran Hüseyin bir ağacın altına gidip parmağı ile budağını göstererek; “Sence neye benziyor?” diye sordu. Ağaçtan kaşı, gözü, ağzı, burnu ve saçları ile bir insan yüzünün bana baktığını o zaman gördüm!..

Islak saçlarını güneşte kurutmak için dalgalandıran bir kadın, başını geriye atmış, yeşil yapraklar kıvırcık saçlar gibi yüzünün etrafına dökülmüş. Bu ilginç keşfin ardından hemen yakınlardaki diğer ağaçlara da baktım. Birinde, düşünceli ihtiyar bir adamın yüzünü andırıyordu ağacın budağı. Önünde akıp giden arabaları, insanları ve meydanın üzerinde dolanan bulutları dingin bir sessizlikle izleyip düşünüyor gibiydi...

Afacan bir çocuk yüzü de gördüm başka bir ağacın budağında. Neşeden ağzını kocaman açmış, gözleri birbirinden uzaklaşmış, belli ki çok hoşuna giden bir oyuna kendini iyice kaptırmış yaramaz bir çocuk...

Ağaçların budakları hayal gücünüze fazla mesai yaptıracaktır, emin olun! Yeter ki onlara zaman ayırın biraz, kafanızı kaldırıp bakın uzun uzun. Yaşadıklarınızın imbiğinden süzülen anılar mutlaka karşınıza çıkacaktır. Hayatınızın bir yerinde size değmiş yüzler yağmuru ha yağdı ha yağacak bir gökyüzü ile kararan Borsigplatz Meydanı’ndaki ağaçların budaklarından üzerinize üzerinize gelecektir...

Yağmurun ilk damlaları daha biz meydandan ayrılmadan düşmeye başlamıştı. Birkaç yüz metre yürüdüğümüzde ise bizi en yakın binanın saçağı altına sığınmak zorunda bırakacak yoğunlukta bir yağmur boşaldı. Almanya’daki binaların saçaklarının ne kadar dar olduğunu o zaman anladım. Ne sizi yağmurdan koruyabiliyordu bu saçaklar ne arada bir kendini gösteren güneşe karşı bir avuç gölge yapacak kadar genişliği vardı.

Velhasılı, Dortmund’da bir öğle sonrası aniden bastıran yağmurda, daracık bir saçağın altında iliklerimize kadar ıslandık. Dortmund Limanından kentin içine doğru esen rüzgar da bizi ıslatmak için saçağa sağından solundan hücum eden yağmura epeyce bir yardım etti...


Islak elbiseleri değiştirmek için eve döndüğümüzde meydandaki ağaçlarda gördüğüm yüzler geldi gözlerimin önüne. Bergama Kozak Yaylası’nda, içinden incecik dumanlar çıkan bir odun kömürü yığınının üzerinde, boyu uzunluğundaki küreğe yaslanarak bize gülümseyen Beytullah’a benzetmiştim bu yüzlerden birini. Ağacın kabuğunun bir yeri, belki de bir bıçkı darbesi nedeniyle kabarmış, yeşilin arasında beyaz beyaz kalmıştı. Kömür karası olmuş yüzünde bembeyaz parlayan dişleri vardı Beytullah’ın da. 15 yaşlarında yaşamın tüm yükünü omuzlarında taşıyordu genç Mardinli.

Sonra Çineli Halil Özen’in soluk yüzü de bir an bir budağın içinden acı acı gülümsedi sanki bana. Budağın kabuğu ağacın gövdesine kadar soyulmuştu. Maden işletmesinde çalışırken silikozis hastası olan ve işten çıkarılan Halil Özen iğneden ipliğe dönmüş incecik bedeni ve sapsarı yüzle bir hastane odasında nefes alamayarak ölmüştü. Yaşı daha 40 bile değildi!..

Bu yazıyı yazarken Almanya’ya gelmeden birkaç gün önce baskısı tamamlanan “Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi” öykülerindeki yüzler geliyor nedense hep aklıma. Epey bir haşır neşir olmuştuk o yüzlerle, kitabın baskıya hazırlık sürecinde.

Bu yüzlerin her biri kederli bir öykünün kahramanları idiler. Soğuk gözlerini kısıp avının çırpınışlarına aldırmadan onu yutmaya çalışan bir yılanın ağzında çırpınan kuşlar gibiydiler. Bir maden işletmesine, termik santrale, RES, HES, JES şirketlerine karşı yaşam alanlarını, yaşamlarını ve geleceklerini korumaya çalışıyorlardı. Bu sırada büyük acılar çekiyorlar, öfkeyle, umarla, canhıraş çığlıklar atıyorlar, ama asla teslim olmuyorlardı...

Bu öykülerdeki insanlara benzettim Dortmundlu ağaçların yüzlerini. Bir meydanın etrafına kümelenmiş çığlıklar atıyorlardı. Çoğu kederli olsa da bu yüzlerin umut da vardı bir budakta filizlenen. Kara bulutların elbet bir gün dağılacağını, güneşin yeniden doğacağını biliyor bu ağaçlar...

 https://www.evrensel.net/yazi/91007/dortmundlu-agaclar-ve-yuzler

22 Mayıs 2022 Pazar

Özer Akdemir ile yeni öyküleri üzerine: 'Dört yandan kuş çığlıkları yükseliyor'

 

22 Mayıs 2022 04:57


Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi” okurla buluştu. Evrensel'in İzmir Temsilcisi ve Öykü Yazarı Özer Akdemir’le bir araya geldik ve yeni kitabını konuştuk.



Fotoğraf: Dilek Omaklılar/Evrensel

  ANASAYFA

  22 Mayıs 2022


Dilek OMAKLILAR
İzmir

Gazeteci-Yazar Özer Akdemir’in ülkenin dört bir yanında direnmeye devam eden yaşam savunucularının hikayelerini, bizzat kendi tanıklığıyla anlattığı yeni kitabı “Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi” okurla buluştu. Biz de Akdemir’le bir araya geldik ve yeni kitabını konuştuk.

Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan “Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi” önemli bir tanıklık. Doğanın, suyun, ağaçların korunması için verilen mücadelenin kitabı olmasının yanında bunların ne şekilde işgal edilmeye çalışıldığını da gözler önüne seren bir çalışma. Üstelik örgütlü mücadeleyle nelerin başarılabildiğini de anlatan umutlu bir kitap.

Akdemir’le bir önceki kitabı “Doğa ve Direniş Öyküleri” hakkında yaptığımız söyleşide, “Mücadele devam ettiği sürece öyküler de devam edecek” demiştik. Öyle de oldu, mücadele gibi öyküler de devam etti. “Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi”nin önceki kitaptan farklı yanları da var elbette.

BURJUVA İÇİN ‘GÖZ ZEVKİ’, KÖYLÜ İÇİN YAŞAM MÜCADELESİ

Akdemir, “Kitaptaki öykülerin hemen hepsi yoksul köylülerin, işçi ve emekçilerin maruz kaldığı sorunları içeriyor. Zaten ekoloji mücadelesi de buradan kaynaklanıyor. Hani diyorlar ya, ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ diye, öyle değil tabii ki… Bir burjuva meseleye farklı açıdan bakıyor; bir köylü, bir işçi başka… Onlar için yaşam mücadelesi olan şey, bir burjuva için göz zevki meselesi olabiliyor” diyor.

Burada “Doğa ve Direniş Öyküleri”ndeki bir öyküyü hatırlatıyor Akdemir: “Önceki kitapta bir öyküm vardı, İzmir Körfezi’ne köprü yapımı süreciyle ilgiliydi. Bostanlı’da bir burjuva, bir tarafta flamingoları görüyor, diğer yanda deniz ayakları altında. O, ‘Şimdi buraya bir köprü yapılırsa yazık olacak, benim de göz zevkim bozulacak, satar giderim’ diyor. Oysa kuşların yaşam alanı gidiyor, o bölgede balıkçılıkla geçinen insanların geçim kapıları o köprüyle birlikte zarar görüyor.”


Akdemir kitabında sermayeyle devletin organik ilişkisini de gösteriyor okura. “Mesela Topçam’da köylülerin kafasına taş yağarken jandarmanın köylüleri korumak için değil, şirketi korumak için yaptıklarını da insanların devlet olgusuyla tanışması gibi bir yerden ele almaya çalışıyorum. ‘Devlet senin benim değil, bu şirketlerin devleti’ni göstermeye çalışıyorum” diyor.

KÖYLÜLERİN TOPRAĞI ELLERİNDEN NASIL ALINDI?

“Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi”deki kimi öykülerde bir dönüşümü de görüyoruz. Deneyimli-deneyimsiz köylülerin mücadelesinin nereden nereye taşındığını, örgütlü olmayan mücadelelerin nasıl sonuçlandığını, topraklarını bırakıp gitmek zorunda kalan köylülerin hissettiklerini...

“Köygöçüren” bunu hissettiğimiz öykülerden biri örneğin. Şöyle diyor öyküde bir gazeteci: “Köylülerin evlerini sattıklarını biliyordum ama camiyi ve mezarlığı bile satacak hale nasıl geldiler anlayabilmiş değilim. İnsan ana babasının mezarlarını nasıl terk edip gidebilir ki?”

Akdemir de bu örneğimizden yola çıkarak şunları söylüyor: “Tüm bu süreçler bir deneyim. Türkiye’nin en büyük şirketlerinden biri gidiyor Gökbel Dağlarına, köylülere para teklif ediyor. İkna edemediğini tehdit ediyor, o da olmazsa yasa çıkarttırıyor. Acele kamulaştırma yasasıyla Bakanlar Kurulu köylülerin elinden toprağını alıyor ve şirkete, ‘Buyur’ diyor. Doğal olarak köylüler toprağından kopuyor, göç etmek zorunda kalıyor. Gittikleri yerlerde yaşam kurmaya çalışsalar da akılları köklerinde… ‘Gönüllü satanlar da var’ demişti konuştuğum köylülerden biri. Hakikaten köylünün durumu son süreçte çok zor, yaşam hakkını korumaya çalışan sosyal bir sınıftan bahsediyoruz. Böyle bir durumda insanların arkasında dayanacakları bir güç yoksa, bir hukuk korumuyorsa, herhangi bir örgütlülük yoksa, yapayalnız kalıyorlar ve toprağını satıp gitmek zorunda kalıyorlar…”

KÖYLÜLER 2 MİLYON AĞACIN KESİLMESİNİ ÖNLEDİ

Başta da söylediğim gibi, bunları anlatmasına rağmen umutsuz bir tablo çizmiyor Akdemir. Örgütlü güçle, güçlü şirketlerin karşısında mücadelelerini sürdürenlerin hikayeleri de var kitapta elbette… “Turgutlu Çaldağı’yla ilgili ‘Dağın Yüreğine Yolculuk’ ve ‘Çal Dağı’nda Yaşam Çığlığı’ öyküleri gibi.

“Bölgede nikel madeniyle ilgili deneme üretim tesisi kurulmuştu ve ciddi bir doğa tahribi görüldü. Eğer bu maden yapılsaydı 2 milyon ağaç kesilecekti. Çaldağı’nın neredeyse tamamının yok olacağı bir süreç. Bu yöredeki mücadele oldukça önemli. Hukuki anlamda da çok emek verildi. Kaç yıl geçti, şu an deneme üretim tesislerinin dışında bir maden işletmesi yapılamıyor. Deneme üretim tesisleri de yaklaşık 4-5 yıldır boş durumda. Mücadele eden varsa bir yerde, orada kazanım olabiliyor.”


YAŞAM ALANINI KORUMA KAVGASI VERENLERİN SESLERİ

“Murat Dağı’ndaki Ardıç Ağacı”, silikozis hastası bir işçinin eşinin anlattıklarını aktaran “Ciğer Acısı”, Malatya’da babası fabrika işçisi, annesi temizlikçi olan 14 yaşındaki Kerem’in hikayesinin yer aldığı “Hurman Çayı”, madenciler ağacını kesmesin diye kendini zeytininin gövdesine zincirleyen “Hasan Aga’nın Zeytini” ve diğerleri…

55 öykünün yer aldığı kitap aslında bize şunu gösteriyor, “Ülkenin dört bir yanından yılanın ağzındaki kuş çığlıkları duyulmaya başlandı. Her yerde yaşam alanlarını koruma kavgası verenlerin sesleri yükseliyordu artık…” İşte bu kitap bize kuş gibi çığıranların hikayelerini anlatıyor.

KİTABIN ADI BERGAMA KÖYLÜLERİNDEN

Akdemir kitabın isminin öyküsünü şöyle anlatıyor: “Söz Bergama köylülerinin sözüdür. ‘Yılanın ağzındaki kuş gibi çığıriyik’ derler. Bu aslında köylülerin mücadelelerinde durdukları pozisyonu gösteriyor. Yılan gibi şirketler yaşam alanlarını yutmaya çalışırken oradaki insanlar kuş gibi çığlık atıyor. Bu çığlık hem feryatları hem de mücadelelerini gösteriyor. Kitaptaki diğer öykülerle birlikte de bütünü göstermesi açısından bu ismi seçtik. Bir başka sözü daha vardı Bergamalıların, ‘Karıncanın kardeşi’. Burada da dayanışmanın öneminden bahsediyorlar aslında ve bunun da öyküsü kitapta yer alıyor.”

Ayrıca Akdemir’in kitap kapağı için de özel bir teşekkürü var: “Kitap kapağının resmi kitabı tamamladı. Hürrem Karaoğlu arkadaşımız sağ olsun. Kapak konusunda yayınevi çalışırken sürece dahil olmak istedi ve iki taslak gönderdi. Biri ön kapak, diğeri de iç kapak oldu.”

 https://www.evrensel.net/haber/462048/ozer-akdemir-ile-yeni-oykuleri-uzerine-dort-yandan-kus-cigliklari-yukseliyor

15 Mayıs 2022 Pazar

Latmos, Dilek Yarımadası ve bir kadın (Pazar yazısı)

 

15 Mayıs 2022 00:30


 


Fotoğraf: EKODOSD

Geçenlerde akşamüzeri telefonum çaldı. Söke’ye bağlı Çavdar Köyü Eski Muhtarı İhsan Garagöz’dü arayan. Kalabalık bir yerdeyim, gürültü patırtı çok. “Acil değilse sonra konuşalım” dedim, durumu anlatıp. “Tamam ama, önemli bir konu” dedi sadece. Bir de hasta olduğu her halinden belli, yatakta üstüne yorgan çekip yatan orta yaşın üzerinde bir kadının fotoğrafını gönderdi. Altına şu notu düşmüş; “20 gün önce belinden ameliyat oldu. Doktoru öldü. 15 gün sonra kontrol demişti. 5 gün geçti, hastane toktor bulamıyorum, paramla”.

Ertesi gün aradım İhsan Garagöz’ü. Yatakta hasta yatan eşiymiş. “Beline platin takıldı. Söke Devlet Hastanesinde Ayşe’yi ameliyat eden doktor, ameliyat sonrası 15 gün içinde kontrole gelin demişti. Ne yazık ki doktor ameliyattan 5 gün sonra öldü. Şimdi kontrol için randevu almaya çalışıyoruz, randevu sayfası kapalı. Hiçbir doktor da almak istemiyor bizi. Aydın’da hastane bulmaya çalıştım yine bulamadım. Paralı doktora bile razıyız, onu da bulamıyoruz. Sağlık sisteminin geldiği yer böyle. Yazın bunu” dedi.

İhsan Garagöz ara sıra Latmos (Beşparmak) Dağı’nın tepelerinden arardı beni. Dağı karış karış gezen ve gittiği yerlerdeki madenlerin yol açtığı tahribatları fotoğraflayan birisiydi. Bu yüzden başı birçok kez belaya girmiş, maden ruhsat alanı içindeki ormanları para karşılığı kesen köylüleriyle de papaz olmuştu. Dağlardaki tahribatı sağır sultanın duyması için telefonunun çektiği yerlerde arada sosyal medya üzerinden canlı yayınlar açıyor, birkaç kilometre kare içerisinde 6-7 tane maden ocağını dağın zirvelerinden herkese de gösteriyordu. Tanışıklığımız da böyle başladı zaten.

Garagöz’ün yaşadığı Latmos ve Dilek Yarımadası’nın olduğu coğrafya, son yıllarda adeta kurtlar sofrasına sunulmuş kuzu gibi!.. Birbirinin üstüne binen, kimi yerde kurbağaya kimi yerde bağıran bir adama ve daha birçok canlıya benzeyen doğa ananın elinde şekillenmiş kayalarının olduğu bir yerden bahsediyorum. 8 bin 500 yıl önce buralarda yaşamış sanatçı ruhlu atalarımızın, altlarına girerek, yamaçlarına tırmanarak ellerinin izlerini bıraktıkları, kendileri ve ailelerini çizdikleri bu kayalar ne yazık ki maden işletmeleri tarafından barbarca yok ediliyor!

 

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

BİR AĞAÇ KESEN KÖYLÜ HAPİS YATIYOR, ŞİRKETE İZNİ KİM VERİYOR?

Şimdi de maden işletmelerinden uzak kalmış, bu vahşi işletmelerin gazabına uğramamış daha yüksek yerlerine 30 tane RES direği yapımı projesi çıktı. Kabusu hiç bitmiyor Latmos’un!..

30 RES tribünü yapımı için geçtiğimiz günlerde Milas Sakarkaya ve Karpuzlu Tekeler köylerinde ÇED toplantıları yaptı şirket. “Biz köyünüze zarar ziyan vermeyeceğiz. Sadece RES direklerinin taşınabilmesi için 6 metre yol açacağız. Ne yazık ki arazinin tamamı orman. Yol açmak için mecburen oradaki ağaçları keseceğiz ama yerine iki üç katı ağaç dikeceğiz” dediler. Şirket yetkilisinden sonra söz alan orman işletme şefi ise yolun genişliğinin 10 metre olacağını söyledi. Daha ilk toplantıda yalanı ortayı çıktı şirketin.


Köylülerden birisi söz alarak; “Bizim köyde bir tek ağaç kestiği için hapis yatanlar var. Ya şirkete nasıl bu izin veriliyor? Kaç tane ağaç keseceksiniz? Biz arıcıyız. Bir ağaca daha basra aşılayarak balımızı çoğaltmak derdindeyken, siz gelmiş ağaçları keseceğiz diyorsunuz? Buna asla izin vermiyoruz” dedi.

Başka bir köylü yanında getirdiği bir petek balı önce şirket yetkililerine, ardından kurum temsilcilerine ve nihayetinde toplantıya gelenlere ikram etti. “Bu balı arılarımız sizin kesmek istediğiniz fıstık çamlarında olan basrayı yiyerek yapıyorlar. Ağaçlarımızı keserseniz bu balı da, arılarımızı da yok edersiniz. Adını dahi duymak istemiyoruz direklerin” diye konuştu. Toplantının başında şirketten yana olduğu görülen muhtar bile köylülerin homurtularının artması üzerine “Köylüm ne diyorsa o” demek zorunda kaldı.

 


Fotoğraf: EKODOSD

KEŞKE ÖYLE OLSA!

Toplantıya katılan çevre örgütleri Latmos’un doğal ve kültürel kaynak değerlerinin yüksekliğinden bahsettiler. Eko-turizm, fıstıkçamı, arıcılık, kaya resimleri, Anadolu Parsı sözcükleri çokça geçti konuşmalarda. ÇED heyeti güya bunları not edip gitti. Köylüler ve çevre örgütleri itirazlarını yazdırmaktan, bu bölgenin ne kadar önemli olduğunu anlatmaktan memnun, bu yanlışın bir yerlerden döneceğini umarak ayrıldılar köyden.

Keşke öyle olsa! Keşke her biri bu projenin durdurulması için yeterli bir gerekçe olan bu itirazlar yerini bulsa ve bu saçmalıktan vazgeçilse! Ama öyle olmuyor işte.

Bu projeye onay verenler Latmos’u, onun ne kadar önemli ve özel bir dağ olduğunu bilmiyorlar mı? 8 bin 500 yıllık kaya resimlerinden haberleri yok mu? O baldan hiç tatmadılar mı sanıyorsunuz? Hepsini bile bile bu izinleri veriyorlar. Onlar için doğa paraya çevrilmesi gereken birer rant aracı çünkü. O dağın tepesindeki rüzgarı RES’lerle paraya çevirecekler. Bu arada ormanlar yok olmuş, kaya resimleri silinmiş, arılar ölmüş, insanlar göçmüş umurlarında değil!

MİLLİ PARKTA MANGAL YAKMAK

Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Park’ında mangal yakılması, düğün dernek yapılması ile ilgili alınan son karar da bu anlayışın bir ürünü. 27.598.16 hektar büyüklüğündeki Dilek Yarımadası Milli Parkı “kentsel sit”, “arkeolojik sit” ve “doğal sit” olarak korunurken sadece üç beş kuruş para uğruna Milli Park’ın içinde, üstelik yangına karşı riskli ağaçların bulunduğu bir ormanda mangal yakılarak, eğlence yerlerinin gece yarılarına kadar açık kalmasına izin veriliyor.

Bu karara karşı önceki gün Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğüne bir itiraz dilekçesi verildi. Dilekçede Dilek Yarımadası’nın Avrupa Konseyi tarafından “flora biogenetik rezerv alanı” kabul edildiğine dikkat çekilerek; “Dilek Yarımadası Kuzey Anadolu ormanlarına özgü Anadolu kestanesinin ve Türkiye’de az yerde bulunan kartopu, finike ardıç, pirnal meşesi ve dallı servinin küçük topluluklar halinde yetiştiği tek yerdir. Dünyanın en nadir 10 adet deniz memelisinden biri olan Akdeniz Foku Milli Park’ımızın kıyılarında yaşamaktadır. Ayrıca dünyaya ülkemizden yayılan ve orijinal olarak sadece ülkemizde bulunan korunması ve yaygınlaştırılması tüm dünya biyolojik çeşitliliği açısından da son derece önemli olan alageyikin yaşam alanı” denildi. Alınan son kararın Milli Parkı yangın, kaçakçılık, sabotaj gibi birçok tehlikeye açtığının belirtildiği dilekçede, Milli Park’a gece hiçbir koşulda ziyaretçi alınmaması talep edildi.

Bir yanda taş taş yok edilen Latmos, bir yanda yağma sofrasına sunulan Dilek Yarımadası’nın eşsiz coğrafyası. Latmos’un bir dağ köyünde doktor bulamadığı için acı içinde kıvranıyor bir kadın! 

Kayalar, ağaçlar, insanlar…

Bütün acılar birbirinden besleniyor. İnsan olmak yeterli bu acıları duymak için. İnsan kalmak için ise acılara karşı direnmek ve direnenlerin yanında olmak gerekiyor.

 https://www.evrensel.net/yazi/90921/latmos-dilek-yarimadasi-ve-bir-kadin

Ekoloji mücadelesinde kitapların ve belgesellerin önemi / CAN TV

 



CANTV – SÖZÜN ÖZÜ - 15.05.2022

Türkiye Saati: 21:00 Canlı Yayın
EKOLOJİ MÜCADELESİ KİTAPLARI VE BELGESELLERİN ÖNEMİ
Havamız kirleniyor, sularımız kirleniyor, ormanlarımız tükeniyor, yiyeceklerimiz her gün azalıyor. İnsanlarımız Astım, Allerji, akciğer hastalığı KOAH, şeker, nefes darlığı ve kanser’den yaşamını yitiriyor.
Yılmadan, yorulmadan çevre ve canlı yaşamın devamı için her yerde mücadele veren güzel yürekli insanlarımız var. Eylemler yapıyorlar, doğa talanının ülke geleceğini nasıl yok edeceğini anlatıyorlar. Kitaplar yazıyorlar, belgeseller çekiyorlar.
İki yazar konuğumuz ile yazdıkları kitaplar üzerine, sinemacı arkadaşımızla belgesellerin ve filmlerin ekoloji mücadelesine katkısını ve önemini konuşacağız Pazar akşamı.
---------------------
Konuklarımız;
Çiğdem Çimen........Gazeteci/Yazar
Gülsel Özkan………..Rejisör, senarist ve film yapımcısı
Özer Akdemir……….Gazeteci/Yazar
Vakti, ilgisi olan dostlara...

12 Mayıs 2022 Perşembe

ÇEPEÇEVRE YAŞAM / Parlak köylüleri nereye gitsin?

 Çepeçevre Yaşam


Dağı RES, denizi balık çiftliği, ovası özel şirketler için kiralanan Karaburun Parlak köylülerinin elinde kalan son meralara da güneş enerjisi santrali yapılmak isteniyor! Parlak Köylüleri nereye gitsin
❓

🕘#ÇepeçevreYaşam 21.00'de Evrensel'de

11 Mayıs 2022 Çarşamba

Develi Altın Madeninde yine sağlık skandalı | 8 işçinin ağır metalden zehirlendiği gizlenmiş

 

11 Mayıs 2022 23:36


Öksüt Madencilikte altın döküm odasının güvenliğinde çalışan 8 işçinin kanında yüksek miktarda cıva ve diğer ağır metaller çıktı. İşçilerden gizlenen bu durum, müdürün itirazıyla ortaya çıktı.


Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel



Özer AKDEMİR

Kayseri Develi'deki Kanadalı Centerra Gold'a ait Öksüt Madencilikte altın döküm odasının güvenliğinde çalışan 8 işçinin kanında ve idrarında yüksek miktarda cıva ve diğer ağır metaller çıktı. İşçilerin kan ve idrarlarında yapılan tahlillerle ortaya çıkan bu bilgi, uzun zaman işçilerden gizlendi. Olayın ortayı çıkmasının ardından meslek hastalıkları hastanesine sevk edilen işçilerin dördünde kemik erimesi tespit edilirken, işçiler 10 gün istirahat verilerek taburcu edildi.

SONUÇLAR İŞÇİLERDEN GİZLENDİ

Olay geçtiğimiz şubat ayında ortaya çıkıyor. Altın madeninin altın döküm alanını korumakla görevli 11 güvenlik görevlisinin kan ve idrar testlerinde limitlerin çok üzerinde cıva ve ağır metal tespit edildi. İşçilerin iddiasına göre işletme proses müdürü bu gelişmeyi gizlerken, işçiler aynı koşullar altında 6-7 gün daha çalıştırıldı. Raporları gören işletme müdürünün “Bunu kabul edemem” demesi sonrası yapılan toplantının ardından altın dökümü durdurulurken işçiler meslek hastalıkları hastanesine sevk edildi. İşçilerin, Ankara Meslek Hastalıklar Hastanesinde çalışma koşulları ve alınmayan önlemler nedeniyle ağır metal zehirlenmesine maruz kaldıkları ortaya çıkıyor.

‘GAZ SOLUYARAK BEKLİYORDUK’

Öksüt Madenciliğe güvenlik hizmeti veren G4S isimli taşeron firma kadrosunda olan işçiler üç vardiya halinde 24 saat altın dökümünün yapıldığı alanı korumakla görevliler. Altın dökümü yapılan alanla kendilerinin bekledikleri yer arasında incecik alçıpan bir duvar olduğunu belirten işçiler çalışma koşullarını şöyle anlattılar: “Döküm odasına ana firmanın işçileri koruyucu giysilerle giriyorlar ve yüksek dereceli fırının olduğu yerde altın dökümünü yaptıktan sonra orasını terk ediyorlar. Biz ise havalandırması olmayan, kapısının 1 dakika bile açılmasına izin verilmeyen odada saatlerce yan odadaki çıkan buharı solumak zorunda kalıyorduk”.

Belge: Öksüt Madencilikte çalışan işçisi|Altın madeni İSG toplantı tutanağı. 4. maddede işçilerdeki cıva zehirlenmesi konuşulmuş.

"AMONYAK KOKUSU CİNSELLİĞE İYİ GELİR!"

Çalışma koşullarının zorluğunu ve özellikle döküm odasından yayılan gazın yarattığı sorunu hem yazılı hem sözlü defalarca şirkete ilettikleri aktaran işçiler bu çabalarından bir sonuç elde edememişler. Hatta işçilerin döküm odasından yayılan ve amonyak kokusuna benzeyen koku nedeniyle nefes alamadıkları şikayetine “Amonyak kokusu cinselliğe iyi gelir” diye gayri ciddi yanıtlar bile veriyor firma yetkilileri. İşçiler kapalı odada nöbet tutarken odaya havalandırma konulması talebi de geri çevriliyor. Altın döküm alanından yayılan gazı solumamak için istedikleri maskeler de verilmezken, ısrarlı talepler sonrası güvenlik görevlisi olarak çalışan 11 işçiye “Dezenfekte ederek dönüşümlü kullanın” diyerek sadece 1 maske veriliyor. İşçilerin itirazı, İSG uzmanına şikayetleri de bir işe yaramıyor.

İŞLETME MÜDÜRÜ "KABUL EDEMEM" DEYİNCE…

Altın döküm alanının güvenliğinden sorumlu 8 işçinin ağır metal zehirlenmesine maruz kaldıkları ise geçtiğimiz şubat ayında yapılan kan ve idrar analizlerinde ortaya çıkıyor. İşçilerin iddiasına göre Proses Müdürü Ömür Yandım bu analiz sonuçlarını görmesine rağmen sesini çıkarmayarak aynı koşullarda 6-7 gün daha işe gitmelerine göz yumuyor. Konuştuğumuz işçiler sonrasını şöyle anlattılar; “İşletme Müdürü Metin Demir bu analiz sonuçlarından haberdar olunca, ‘Bu koşullarda çalışmalarına izin veremem, bir şey yapılması lazım’ diyor. Madende müdür ve amirler bir toplantı yaparak döküm alanında üretimin durmasını ve bizim Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesine sevkimizi sağladı. Kendisi de daha sonra işten çıkarıldı ama nedeni bu mu başka bir şey mi bilemiyoruz. Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesinde yapılan muayenelerde doktor vücutlarımızda yüksek oranda ağır metal olduğunu ve dört kişide bundan kaynaklanan kemik erimesi başladığını söyledi. Bu ağır metalin 20-30 yıl bile vücutta kalabileceğini, ne türden sağlık sorunlarına yol açabileceğinin şimdiden tespit edilemeyeceğini, bunun kişinin genetik yapısı, beslenme alışkanlıkları, bağışıklık durumu vs gibi etmenlerle değişebileceğini anlattılar. Bize onar gün rapor vererek taburcu ettiler ama meslek hastalığına maruz kaldığımız, ağır metal zehirlenmesine uğradığımıza dair resmi bir rapor verilmedi”.

Cıva ve diğer ağır metallere maruz kalan taşeron işçiler 10 günlük sürenin ardından, kendilerini ileride nasıl bir yaşam beklediğini bilememenin tedirginliği içinde işlerine geri döndüler.

DAHA ÖNCE DE İŞÇİLERİN KANINDA KURŞUN ÇIKMIŞTI

Kayseri Develi Öksüt Madencilik, 2020 yılında da işçilerin kanlarında yüksek oranda kurşun tespit edilmesiyle gündeme gelmişti. 21 Mart 2020 tarihli “Develi’deki altın madeninde neler oluyor?” başlıklı yazımızda bu durumu belgeleriyle ve kan analiz sonuçlarıyla ortaya koymuştuk. İşçilerin kan analizlerinde, Ağustos 2019, Mart 2020, Kasım 2020 ve Aralık 2020 tarihleri arasındaki kurşun değerlerinde düzenli bir artış ortaya çıkarken Kanadalı şirket bu duruma çözüm aramak yerine kan analiz sonuçlarını yapan uluslararası analiz şirketinin sözleşmesini iptal etmişti. Şimdi altın döküm odası güvenliğinde çalışan 8 işçinin ağır metal zehirlenmesine uğraması, altın işletmesinde işçi sağlığı ve iş güvenliği şartlarının hâlâ sağlanmadığını gösteriyor.

 https://www.evrensel.net/haber/461269/develi-altin-madeninde-yine-saglik-skandali-8-iscinin-agir-metalden-zehirlendigi-gizlenmis

10 Mayıs 2022 Salı

Evrensel’in haberinden iki gün sonra deniz kestanesi avcılığı yasaklandı

 

10 Mayıs 2022 09:04


Deniz ekosistemi için önemli bir tür olan deniz kestaneleri avcılığının serbest bırakılması ile ilgili eleştiriler sonuç verdi. Evrensel’in haberinden iki gün sonra deniz kestanesi avcılığı yasaklandı

 




Özer AKDEMİR
İzmir

Deniz ekosistemi için çok önemli bir tür olan deniz kestaneleri avcılığının serbest bırakılması ile ilgili eleştiriler sonuç verdi. Geçtiğimiz günlerde Su Ekosistemleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Herdem Aslan ile yaptığımız söyleşide Aslan, deniz kestanelerinin deniz ekosistemi için çok önemli kilit bir rolü olduğunu belirterek deniz kestanelerinin avcılığının derhal durdurulması gerektiğini dile getirmişti. Bu söyleşinin ardından Tarım ve Ormancılık Bakanlığı Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü tarafından 9 Mayıs 2022 tarihinde deniz kıyısı olan tüm il müdürlüklerine gönderilen yazı ile deniz kestanesi avcılığı yasaklandı.

EKOSİSTEM AÇISINDAN KİLİT ÖNEMDE

Deniz kestanelerinin avlanmasının serbest bırakılmasına dair Tarım ve Ormancılık Bakanlığı Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nün kararı ile ilgili söyleşi yaptığımız Çanakkale Onsekiz Mart üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Herdem Aslan Deniz tabanında yaşayan bitkilerle beslenen deniz kestaneleri ortamın bitki popülasyonunu kontrol altında tutmak ve besleyici element döngüsü için önemli canlılar olduğuna dikkat çekmişti. Aslan; “Pek çok balık için de önemli bir besin kaynağıdır. Besin ağındaki bu yeri nedeniyle deniz ekosistemi için çok önemli bir kilit türdür. Deniz suyu sıcaklığının artması, deniz suyunun asitleşmesi ve yabancı türlerin varlığına çok çabuk tepki veren sağlıklı bir deniz ekositemi için gösterge olan bir türdür. Sayıları çok arttığı zaman da ortamdaki bitki popülasyonunu azaltıp, özellikle kayaların çıplak kalmasına ve dolayısıyla biyoçeşitliliğin ve ekosistem servislerin fakirleşmesine de yol açabilir. Ülkemizin 1984 yılında taraf olduğu Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarının Korunması Sözleşmesi (BERN)’nin Ek III’üne göre koruma altındadır” demişti. Aslan “Türün varlığını devam ettirebilmesi için tüm avcılık faaliyetlerinin acilen durdurulması gerekmektedir” demişti.

“DENİZ KESTANESİ AVCILIĞI/TOPLAYICILIĞI YASAKLANMIŞTIR”

7 Mayıs tarihli Evrensel'de çıkan bu söyleşinin hemen ardından 9 Mayıs tarihinde Tarım ve Ormancılık Bakanlığı Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü tarafından deniz kıyısı olan tüm müdürlüklere “deniz kestanesi avcılığı” konulu bir yazı gönderildi. Genel Müdürlük yazısında Marmara Denizi'nde meydana gelen müsilaj patlaması için hazırlanan Marmara Denizi Eylem Planı (MDEP) kapsamında Bakanlığın sorumluluğunda yer alan eylemlere ilişkin çalışmaların yürütülmekte olduğu belirtilerek, ”Marmara denizinde yürütülen balıkçılık faaliyetlerinin ekosistem temelli yapılması ve koruma alanlarının genişletilmesi de Bakanlığımız sorumluluğundaki eylemler arasında yer almaktadır. Bu kapsamda, Marmara denizindeki balıkçılık faaliyetlerinin ekosistem temelli devamının sağlanması amacıyla, Marmara denizi ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarında 15 Mayıs 2022 tarihinden itibaren; ticari amaçlı denizkestanesi avcılığı/toplayıcılığı yasaklanmıştır” ifadelerine yer verildi.

 

9 Mayıs 2022 Pazartesi

Karaburun’da köylüler ÇED toplantısını yaptırmadı: Bize çivi çaktırmayan devlet şirketlere GES izni veriyor

 

09 Mayıs 2022 11:40





Karaburun’da güneş enerji santrali ÇED toplantısı, köylülerin tepkileri üzerine yapılmadı. Köylüler, "Bize koruma alanı diye çivi çaktırmayan devlet şirketlere GES için izin veriyor” dedi.

 

Fotoğraf: Evrensel


Özer AKDEMİR
İzmir

İzmir Karaburun’da yapılmak istenen güneş enerji santrali (GES) projesine karşı bölge halkının tepkisi sürüyor. Öres Elektrik Üretim AŞ. tarafından Parlak köyü ve kentsel sit statüsüyle korunan Sazak Köyü’ne bitişik 30 hektarlık mera arazisine yapılmak istenen Güneş Enerji Santrali (GES) için ÇED halkın katılımı toplantısı bölge halkının tepkileri nedeniyle yapılmadı.

Ellerinde kalan son mera alanlarına GES yapılmasına tepki gösteren köylüler, “Biz GES istemiyoruz” diyerek köy meydanında yapılmak istenen toplantıya karşı çıktı. Toplantı öncesi köylüler “Karaburun’a iyi bak, kulak ver, yaşat”, “Bunun adı temiz enerji değil talan”, “ÖÇKA’ya rağmen bu ne iştir”, “Meramıza dokunma”, “Küresel karbon pazarına hayır”, “Hırsa, ranta hayır” yazılı pankartlar taşıdı. Parlak köyü halkına Karaburun Kent Konseyi üyeleri ve çevre köylerden halk da destek verdi. Köylülerin tepkisi üzerine ÇED heyeti toplantı yapamadan geri döndü.

Çevre ve Şehircilik İklim Değişikliği İl Müdürlüğü yetkilileri tarafından tutulan tutanakta, “Bölgede yoğun RES projelerinin olduğu GES projeleri ile kalan mera alanlarının da yok olacağı, faaliyetin istenmediği protestolarla yoğun bir şekilde dile getirilerek, halk bilgilenmek istemediği için toplantı alanında düzenlenen tutanakla alandan ayrılındı” denildi. 

 


Fotoğraf: Evrensel

10 KEÇİ SÜRÜSÜNDEN SADECE BİRİ KALDI

ÇED heyetinin köyden ayrılmasının ardından gazetemize konuşan köylüler, yıllardır meralarının rüzgar enerji santrali (RES) şirketleri ve “Zeytinlik yapacağız” diyen özel şahıslar tarafından ellerinden alındığını söyledi. RES ve şimdi gündeme getirilen GES nedeniyle kendilerine yaşayacak ve geçimlerini sağlayacak arazi bırakılmadığını vurgulayan köylüler, “Buralar özel koruma alanları yapıldı ama bize koruma alanı diye çivi çaktırmayan devlet bu şirketlere GES için izin veriyor. 10 keçi sürüsünden sadece 1’i kaldı. Enginarımız, zeytinimiz, mandalinamız olmuyor artık. Denizlerimiz balık çiftliklerinin istilası altında. Ne yapalım biz, Sakız'a mı gidelim?” diye konuştular.

TALANIN YENİ ADI: BİRLEŞİK ELEKTRİK ÜRETİM TESİSİ

Yaşananlara ilişkin açıklama yapan Karaburun Kent Konseyi, “Karaburun Yarımadası’nı talan eden yatırımların ‘halkı bilgilendirme’ toplantılarına bugüne kadar katılmadık. Bugün de katılmıyoruz. Talanın dinleyicisi olmak, istemiyoruz” dedi.

Yarımadadaki yatırım başvurularına itirazların ilgili kurumlara iletilmesine, açılan onlarca davaya rağmen hala firmalardan proje başvuruları alındığına dikkat çeken Karaburun Kent Konseyi “Yarımadayı Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇKB) ilan ederken amaç korumak mıydı; yoksa yok etmek mi? Parlak Mahallesi sınırları içinde yapılması planlanan ÖRES Elektrik’in GES proje alanında; Uluslararası ve ulusal ölçekte koruma altına alınan bitki, sürüngen, memeli ve kuş türleri mevcut. Tüm bu canlı türleri zarar görecek” uyarısında bulundu.

Karaburun yüzölçümünün yüzde 89’unun 7 proje sahası olarak RES firmalarına tahsis edildiğini hatırlatan Karaburun Kent Konseyi, “140 RES türbini bulunmakta. Mevcut RES’ler için açılan yollar orman, kadimden beri kullanılan ve tescilli mera alanları, tarım alanları ve doğal koruma alanı üzerinde. 2018 yılı Karaburun Milli Emlak Şefliği verilerine göre Parlak köyünde toplam 753 hektar tarım ve mera alanı zeytinlik faaliyetleri için (ağaçlandırma) tahsis edilmiş durumda.  Şimdi bu alanlar RES ve GES projelerinin kullanımına açılacak” dedi.

Parlak’ta kurulması planlanan GES projesinin verimli meralar ve çayırlık alanlar üzerinde, flora ve fauna açısından önemli biyolojik çeşitliliğe sahip ve ekosistem açısından hassas bölgeler içinde yer aldığını vurgulayan Konsey, “Uygulaması çok yeni olan ‘Birleşik Yenilenebilir Elektrik Üretim Tesis Alanı’ önerileri bütüncül düşünülmemektedir. Bu yatırım önerileri, parçacı enerji yatırım kararlarıyla Karaburun ekolojisi üzerinde kümülatif etkisi öngörülemeyen ve telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açacaktır” dedi. 

Açıklamada Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına da “Karasal Alan Biyolojik Çeşitlilik Araştırma Projesini neden yürütüyorsunuz? Bir yandan bu araştırmalar yürütülürken diğer yandan tespit ettiğiniz tüm bu bitkilerin, canlıların, ekosistemlerin yok olmasına neden olacak RES, GES gibi yatırımlara neden izin veriyorsunuz?” sorusu yöneltildi.

 https://www.evrensel.net/haber/461127/karaburunda-koyluler-ced-toplantisini-yaptirmadi-bize-civi-caktirmayan-devlet-sirketlere-ges-izni-veriyor

7 Mayıs 2022 Cumartesi

Prof. Dr. Herdem Aslan: Denizkestanesi avcılığı derhal durdurulmalı

 


07 Mayıs 2022 00:17


Tarım ve Orman Bakanlığı koruma altındaki denizkestanelerinin ticari olarak avlanmasına izin verdi. Prof. Dr. Herdem Aslan, bakanlık kararına tepki gösterdi.

 

Fotoğraf: Pixabay

 

Özer AKDEMİR

Deniz patlıcanlarından sonra uluslararası sözleşmelerle koruma altında bulunan denizkestanelerinin avcılığı da serbest bırakıldı. Denizkestanelerinin deniz ekosistemi için çok önemli kilit bir rolü olduğunu dile getiren Su Ekosistemleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Herdem Aslan, üreme sezonundaki denizkestanelerinin avcılığının derhal durdurulması gerektiğini dile getirdi.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Herdem Aslan, denizkestanelerinin avlanmasının serbest bırakılması ile ilgili Tarım ve Ormancılık Bakanlığı Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğünün kararı ile ilgili sorularımızı yanıtladı.

ÜLKEMİZDE AFRODİZYAK OLARAK BİLİNİYOR

Denizkestanesi avının serbest bırakılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Denizkestaneleri özellikle Uzak Doğu ve Avrupa ülkelerinde lezzetli bulunan havyarları nedeniyle çok talep edilen değerli bir besin kaynağıdır. 1995 yılında tüm dünyada 120 bin ton avlanmış denizkestanesi artan arza rağmen 2017 yılında 95 bin tona gerilemiştir. Denizkestanesi piyasasının yüzde 80’ini elinde tutan Japonya’nın ardından denizkestanesi havyarının kilosunun 120 avroya satıldığı Fransa, denizkestanesi ticaretinde en önemli ikinci ülke konumundadır. Tüm bu market talepleri de aşırı balıkçılık faaliyetleri sonucunda sömürülen doğal denizel ortamlardan karşılanmaktadır. İtalya, İspanya gibi pek çok Akdeniz ülkesindeki aşırı avcılık, türün stoklarında ciddi çöküşlerin görülmesine yol açmış ve sonrasında söz konusu ülkelerin getirdikleri çeşitli kotalar ve yasaklar da talebin karşılanması için ithalatı bu ülkeler için zorunlu kılmıştır. Ülkemiz kıyılarında afrodizyak olarak bilinen denizkestanelerinin avcılığı, Ayvalık’ta 30 yıllık bir geçmişe uzanıyor. Serbest dalış ya da denizkestanesi kepçeleri ile özellikle havyarlarının olgunlaştığı ocak-nisan ayları arasında yapılan denizkestaneleri İstanbul, İzmir gibi büyükşehir restoranlarına pazarlanmakta iken son iki-üç yıldır dış pazar talebi ve Ticari/Amatör Amaçlı Su Ürünleri Avcılığının Düzenlenmesi Hakkında Tebliğde hiçbir yasak olmaması nedeniyle türün avcılığında bir artış olduğu gözleniyor.

NE KADAR AVLANDIKLARI BELLİ DEĞİL

Ne kadarlık bir av hacmi söz konusu ve bu avcılık türün neslinin devamını tehdit ediyor mu?

Tarım ve Orman Bakanlığı, Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğünün denizkestanesi (Paracentrotus lividus) üzerinde artış gösteren avcılık talebi ve ihracat miktarları göz önüne alınarak, ülkemiz karasularında denizkestanesinin ticari avcılığını yasal olarak 2022 yılı itibarıyla serbest bırakmıştır. Bakanlığın elinde henüz resmi avlanılan denizkestanesi miktarları olmaması ile birlikte, sadece Saros Körfezi’nden bir günde 50 ton kadar denizkestanenin halk tarafından kilosu 20 liraya ya da çuvalı 300 liraya varan ücretler karşılığında avlandığı resmi olmayan kaynaklardan gelen üzücü haberler. Şimdiye kadar Türkiye kıyılarında yaşayan kestane stokları hakkında bir bilgi olmaması nedeniyle, avlanılan şaibeli miktarların, türün varlığını nasıl tehdit ettiğini ortaya koymak da şimdilik mümkün değildir.

‘TAKİP VE DENETLENME YAPILMIYOR’

Ne yapılması gerekiyor?

Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğünün vermiş olduğu avlanma izni, balıkçılık izni olan gemilerden dalma yöntemi ile gün ışığında olması şeklinde iken, takibin ve denetlemenin yapılamaması nedeniyle, halk tarafından ücreti cazip geldiği için bilinçsizce kıyılardan avlanan denizkestanelerinin avlanma miktarları da zabıt altına alınmıyor. Türün varlığını devam ettirebilmesi için tüm avcılık faaliyetlerinin acilen durdurulması gerekiyor.

‘DENİZ EKOSİSTEMİ İÇİN KİLİT TÜRDÜR’

Denizkestanelerinin deniz ekosistemindeki önemi nedir? Koruma altında olan bir tür mü?

Deniz tabanında yaşayan bitkilerle beslenen denizkestaneleri ortamın bitki popülasyonunu kontrol altında tutmak ve besleyici element döngüsü için önemli canlılardır. Pek çok balık için de önemli bir besin kaynağıdır. Besin ağındaki bu yeri nedeniyle deniz ekosistemi için çok önemli bir kilit türdür. Deniz suyu sıcaklığının artması, deniz suyunun asitleşmesi ve yabancı türlerin varlığına çok çabuk tepki veren sağlıklı bir deniz ekositemi için gösterge olan bir türdür. Sayıları çok arttığı zaman da ortamdaki bitki popülasyonunu azaltıp, özellikle kayaların çıplak kalmasına ve dolayısıyla biyoçeşitliliğin ve ekosistem servislerin fakirleşmesine de yol açabilir. Ülkemizin 1984 yılında taraf olduğu Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarının Korunması Sözleşmesi’nin (BERN) Ek III’üne göre koruma altındadır.

ÜLKEMİZDEKİ 20 TÜRDEN BİRİSİ İSTİLACI

Denizkestanelerinin ülkemiz denizlerindeki oranı nedir ve nasıl bir dağılım göstermektedir?

Ülkemizde toplam 20 farklı tür deniz kestanesi bulunuyor. Ancak bunlardan sadece bir türün (Paracentrotus lividus) özellikle Uzak Doğu ve Avrupa ülkelerinde üreme dönemindeki gonadları besin olarak tüketilmektedir. Mevcut 20 türden biri (Diadema setosa) ülkemize Süveyş Kanalı ile gelmiş, Akdeniz ve Ege Denizi’nde yayılım gösteriyor. İstilacı bir tür olan bu yabancı tür özellikle yerli türlerimiz ile rekabete girmiş ve zehirli dikenleriyle de insan sağlığı için zararlıdır. Ülkemizin güney kıyılarında maalesef günümüzde ekonomik değeri yüksek olan denizkestanesi türü görünmüyor. Neden olarak deniz suyu sıcaklığı olabileceği konusunda yayınlar bulunuyor.  

İSTİLACI TÜRE KARŞI YAŞAM SAVAŞI VERİYOR

Ülkemizin 1984 yılında taraf olduğu Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarının Korunması Sözleşmesi’nin (BERN) Ek III’üne göre koruma altında olan deniz kestanesi türü, halihazırda küresel iklim değişikliği nedeniyle Akdeniz’in güney kıyılarında yaşam alanlarını kaybetmiş ve zehirli olan istilacı yabancı bir deniz kestanesi (Diadema setosum) türü ile yaşam yarışı içerisindedir. Ülkemizdeki denizkestanelerinin tüm bu mevcut yaşam mücadelesine bir de aşırı balıkçılık baskısının eklenmesinin, ekosistem yaklaşımlı balıkçılık yönetimi ile örtüşmediği çok açık ortadadır.

Şu sıralar üreme mevsiminde oldukları doğru mu?

Evet, şubat- mayıs ayları arası gonad gelişimin en yüksek olduğu zamanlardır. İtalya’da nisan ayından sonra avcılık yasaktır.

 https://www.evrensel.net/haber/460992/prof-dr-herdem-aslan-denizkestanesi-avciligi-derhal-durdurulmali

5 Mayıs 2022 Perşembe

ÇEPEÇEVRE YAŞAM / Namlunun ucunda yaşamı savunmak

 Çepeçevre Yaşam


Aydın Çine'ye bağlı Topçam köyünde yaşam alanlarını tahrip eden maden şirketine karşı çıktıkları için silahlı saldırıya uğrayan Ali ve Cennet Coşkun yaşadıklarını anlatıyor
🕘Özer Akdemir'in hazırlayıp sunduğu #ÇepeçevreYaşam 21.00'de Evrensel'de



1 Mayıs 2022 Pazar

Manisa’da radyasyon miktarı neden yüksek? (Pazar yazısı)

 

30 Nisan 2022 22:02


 

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

PAZAR

2014 yılının ocak ayında, Manisa Köprübaşı ilçesi Kasar köyü yakınlarında normal değerlerin 140 katı radyasyon ölçen üç kişilik ekibin içindeki tek gazeteciydim. Bugünlerde, "Manisa’da olağandışı radyoaktivite değerleri ölçüldü" haberlerini okuduğumda aklıma hemen Köprübaşı geldi.

KÖPRÜBAŞI’NA GİDİŞ

Köprübaşı’ndaki eski uranyum madeninde ölçüm yapmak düşüncesi, bir Bergama yolculuğu sırasında ortaya çıkmıştı. O zamanlar Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümünde öğretim üyesi olan Yrd. Doç. Dr. Enver Yaser Küçükgül'le Bergama Altın Madeni ile ilgili bir etkinliğe giderken bir süre yan yana oturup sohbet ettik. Bu sohbet sırasında kendisinin mühendislik mesleğini nasıl seçtiğini anlattı. Liseli bir öğrenci iken Manisa Köprübaşı’nda uranyum üretimi deneme tesisinde çalışan mühendis bir akrabasına gittiğini, orada gördüklerinden sonra mühendis olmaya karar verdiğini söyledi. 

“ABD’lilerin de olduğu bir yerdi tesis. Orada, nükleer enerjinin hammaddesi olarak kabul edilen ‘sarı pasta’nın üretildiğini biliyorum. Tesisler kapandı ama hâlâ orada uranyum madeni ile ilgili çalışmalar, binalar vardır. Bunu bir araştırmak lazım”. 

Bu konuşmadan bir hafta kadar sonra Jeoloji Mühendisi Erhan İçöz’ün arabası ile Köprübaşı’na gittik. Köprübaşı’nın 4 km uzağında, Kasar köyü yakınlarındaki eski uranyum madenin olduğu bölgede, elimizdeki radyasyon ölçüm cihazı ile ölçümler yaptık. Eski uranyum tesislerinde işçi olarak çalışan Adil Mergen adlı bir köylü de bize eşlik etti. Adil Mergen, o zamanki AKP’li Köprübaşı Belediye Başkanı Zafer Mergen’in amcasıydı.

 

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

“SEÇİM ÖNCESİ BÖYLE ŞEYLER SÖYLEMEYİN, KİMSE BİZİM ÇİLEĞİMİZİ ALMAZ!” 

Köye en fazla 1 km uzaklıktaki eski uranyum maden alanında ne bir uyarı levhası, ne bir tel örgü, hiçbir güvenlik önlemi yoktu. Köylüler maden alanının üzerinde hayvanlarını otlatıyordu. Köprübaşı’nda 1970-1980 yılları arasında faaliyet gösteren uranyum cevher alanlarından dünya genelinde izin verilen yıllık radyasyon değerinin tam 140 katı radyasyon ölçtü cihaz! Gamma-Scout adlı ölçüm cihazın uranyum arama çalışması yapılan bölgede 16 Mikrosievert (μSv) seviyesini gösterdi. Bu ölçümleri yorumlattığımız değerli bilim insanlarının deyimleriyle “ tam bir felaket”i gösteriyordu.


Bölgedeki radyoaktif kirlilik Gediz Nehri üzerinden Ege Denizi’ne taşınıyor ve çok geniş bir alana yayılıyordu. Aynı gün bu verileri anlatıp, acil önlem almanız lazım diye gittiğimiz Belediye Başkanı “Aman hocam, seçim öncesi bu tür şeyler söylemeyin. Sonra bizim çileğimizi kimse almaz” dedi!..

Bu ölçümlerle ilgili yaptığımız haber epey ses getirdi. Başta bu ölçümlere tepkisini gizlemeyen Köprübaşı Belediyesi olmak üzere, TAEK ve başka birçok kurum açıklama yaparak, ölçümleri önemsiz gibi göstermeye çalıştı. Ancak bölgedeki uranyum kirliliği ve radyasyon tehlikesinin yıllardır bilindiği ve bilimsel olarak da raporlandığı daha sonra yaptığımız araştırmalarda ortaya çıktı. İlgili herkesin bildiği ama önemsemediği bir felaketi ortaya çıkarmıştık.

KİSİR KÖYÜ: "KANSER KÖY"

Köprübaşı’ndan birkaç ay sonra benzer bir uranyum maden-sondaj skandalı bu sefer Söke Kisir Köyü yakınlarında karşımıza çıktı. Köyün 3-4 km uzağındaki yaylasında 40 yıl önce terk edilmiş uranyum sondajları olduğunu Hayat Tv'nin Çepeçevre Yaşam programı çekimleri sırasında öğrendik. Bu skandal da kamuoyunun gündemine Evrensel’in haberleri ve Hayat Tv programının ardından girdi.

Söke Kisir köyünde de defalarca ölçümler yapıldı. Farklı cihazlarla yapılan bu ölçümlerde Köprübaşı’ndaki değeri bile kat kat aşan seviyelerde radyasyon ölçüldü. TAEK yine bu ölçümleri yalanlayarak “orası doğal uranyum yatağı, o seviyelerde radyasyon olması doğal” diye olayı geçiştirmeyi yeğledi. Greenpeace örgütü tarafından yapılan ölçüm ve analizlerde ise köyün içme suyuna bile uranyum karıştığı ve izin verilen limitin 24 katı kadar radon 222 gazının olduğu belirlendi.

 

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

URANYUM YATAĞININ ÜZERİNE MANDIRA!

Bütün bu bilimsel ölçümlere, değerlendirmelere, uyarılara rağmen ne mi oldu? Uranyum sondajlarının yapıldığı Osmankuyusu mevkiinde mandıra açıldı! Adı “kanser köy”e çıkan Kisir’de tedbiren köyün içme suyu kaynağı değiştirildi ve çeşitli yerlere anlık radyasyon seviyesini ölçtüğü ileri sürülen bir cihaz yerleştirildi. Bu arada bilim insanlarını, gazetecileri davet eden, köyündeki sağlık sorunun çözülmesi için sürekli çağrılar yapan, hatta dikkat çekmek için eşiyle birlikte saçlarını kazıtan köy muhtarı Baki Suna devletin hemen hemen her kademesinden bu çabaları yüzünden baskı gördü. Muhtar Suna, bir süre sonra susmak zorunda kaldı!..


Bu haberlerden yıllar sonra köye gittiğimizde TAEK tarafından köye yerleştirilen ölçüm istasyonların ölçtüğü hiçbir verinin merkeze iletilmediği, internet bağlantısının bile olmadığını öğrenip, şaşırmayacaktık!..

Bugünlerde Manisa yakınındaki olağan dışı radyasyon seviyesi artışının çağrıştırdığı bu haberleri daha sonra Yeni İnsan Yayınları tarafından 2017 yılında yayınlanan “Uranyum Uğruna / Dilsiz Çocukları Ege’nin” kitabında toplamıştım. Şimdi bu haberlerle birlikte kitaba olan ilgi yeniden arttı.

 

Uranyum Uğruna kitabının kapağı|Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

İZMİR SOKAKLARINDA DOLAŞAN 3 KAMYON NÜKLEER ATIK! 

Enver Yaser Küçükgül hocaya bugün Manisa il merkezinde ölçülen yüksek radyasyonla ilgili değerlendirmelerini de sordum. “6 Nisan’da 2,5 μSv, 27 Nisan’da 45 μSv ölçümü yapmış EURDEP (Avrupa Birliği Radyolojik Veri Paylaşım Platformu). Tabii ölçüm yapılan uydu ile yerdeki cihazın kalibrasyonu da önemli. Böylesi bir pik değerin ölçümü oraya ancak radyoaktif bir malzemenin gelmesi ile mümkün” dedi.

2014 yılında Köprübaşı’nda ölçtüğü 16 μSv’lik ölçüme ve İzmir’in ortasındaki Gaziemir’de, eski kurşun fabrikasının bahçesinde bulunan nükleer atıklara dikkat çekerek şunları söyledi; “2006 yılında gece yarısı üç kamyon dolusu nükleer yakıt çubuğu İzmir’in göbeğinde dolaştırılarak getirildiği Aslan Kurşun Fabrikasında eritildi. Avrupa’nın her türden 20-30 milyon ton atığı buraya geliyor. Her yıl 30 milyon ton kirli hurda metal bu ülkeye geliyor. Bütün bu örnekler bu ülkede çevre alanında ahlaka aykırı işlerin legalleştiğini göstermiyor mu? Nükleer Denetleme Kurulu (NDK) neyi denetliyor?”.

ŞİMDİ DE YOZGAT TOPUM UCUNDA

Küçükgül’e, bu radyoaktif maddelerin böylesi bir ölçüm sistemi olduğu bilinmesine rağmen nasıl rahatça taşınabildiğini de sordum. “NDK istasyonlarının yerini bilirseniz, bunların uzağından geçen bir rotada istediğiniz işi yapabilirsiniz” diye yanıtladı.

Reklam

Siyasi iktidar nükleer santral çılgınlığından vazgeçmezse ve öte yandan ülkemiz dış kaynaklı nükleer atıkların rahatça girdiği kontrolsüz bir ülke konumunu sürdürdükçe uranyum madenciliği ve radyoaktif kirlilik ile ilgili haberleri daha çok duyacağız, yazacağız ne yazık ki. Bugünlerde, Yozgat’ta başlayan uranyum madenciliği çabalarını Köprübaşı ve Söke Kisir köylerinde 40 yıl önce yapılan ve olumsuz etkileri günümüze kadar devam eden haberlerle birlikte okumak gerekiyor.

 

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

 https://www.evrensel.net/yazi/90841/manisada-radyasyon-miktari-neden-yuksek

İklim değişikliği tarımı vuruyor: Gıda fiyatlarında sıçrama uyarısı!

  01 Haziran 2023 07:00 Dr. Oğuz Tutal'ın araştırmasına göre Türkiye için en büyük tehlike kuraklık ve aşırı sıcaklar... Araştırma g...