28 Haziran 2017 Çarşamba

Danıştay nikel madeninin ÇED iptal kararını bozdu



Turgutlu Çaldağı’nda yapılmak istenen nikel madeninin ÇED Raporu iptal kararı Danıştay’dan döndü.


Özer AKDEMİR
İzmir
Danıştay bilirkişi raporunun hükme esas alınabilecek nitelikte ve yeterlikte olmadığı sonucuna vararak, yerel mahkemenin kararını bozdu. Önümüzdeki günlerde oluşturulacak yeni bilirkişi heyetinin hazırlayacağı raporla ÇED davası ile ilgili yeniden karar verilecek. 
DANIŞTAY YENİ BİR BİLİRKİŞİ RAPORU DEDİ
Danıştay kararında, “Faaliyetin, alanın niteliğine, tarım alanları, su kaynakları, duyarlı yörelere etkisi ile nihai ÇED raporunun ve alınacak önlemlerin teknik ve bilimsel açıdan yeterliliğinin tespiti amacıyla  üniversitelerin ilgili  bölümlerinden seçilecek biri çevre mühendisi olmak üzere, kimya mühendisi, maden mühendisi, orman mühendisi, ziraat mühendisi, hidrojeoloji mühendisi gibi uzmanlardan oluşturulacak yeni bir heyet ile keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılması ve bunun sonucunda düzenlenecek raporun incelenmesi suretiyle karar verilmesi gerekmektedir” denildi.
YEREL MAHKEMENİN KARARI TAMAMEN DOĞRU
Turgutlu Çevre Platformu (TURÇEP) Danıştay kararı ile ilgili yaptığı açıklamada nikel madeninin ÇED Raporunun iptalinin ardından projenin iptalini beklerken Danıştay’ın kararını şaşkınlıkla karşıladıklarını dile getirdi. Manisa 2. İdare Mahkemesi’nin verdiği ÇED iptal kararının tamamen doğru olduğunun belirtildiği açıklamada, “Tüm Gediz Havzasını yok edecek kadar büyük bir çevre katliamına yargı freni ile “dur” denilmiştir. Çünkü Çaldağı’ndaki bu madencilik projesi tüm Gediz vadisi için bir “ölüm fermanı” anlamını taşıyor. Bu gerçek de hemen tüm bilim insanlarının her alanda ortaya koydukları bilimsel raporlar ile sabittir. Kaldı ki, böyle bir madenciliğe dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmiyor” ifadelerine yer verildi.
çaldağı nikel ile ilgili görsel sonucu
AMİRAL BATTI DEVLET KURTARDI
Çaldağı’ndaki nikel madenciliği serüveninin belli başlı aşamalarına da dikkat çeken TURÇEP, madencilik projesinin sahibi İngiliz European Nickel şirketinin daha önce gittiği bütün ülkelerden kovulmuş bir şirket olduğuna dikkat çekti. Şirketin istediği izinleri sadece Türkiye’de almayı başardığı için Çaldağı’nı, ‘Projelerinin dünyadaki amiral gemisi’ ilan ettiklerini dile getiren TURÇEP, “Ama Turgutlu halkının kararlı mücadelesi sonucu projeden vazgeçtiler. Bugün European Nickel şirketi kapandı, tarihe karıştı, onunla birlikte paravan şirketleri olan önce Bosphorus, sonra Sardes şirketi de tarihe karıştı. Yani amiral battı! İçindekiler bir filika ile kendilerini kurtarmaya çalışırken, hükümetten kendilerine can simidi uzatmasını istediler. Bu  projeyi bir Türk şirketi olarak sürdürmek üzere tesisleri devralan VTG Madencilik şirketinin “ikinci ÇED” dediğimiz ÇED raporuna bakanlığın verdiği onay işte böyle bir anlam taşıyor” dedi.
VTG Madencilik şirketinin de Turgutlu halkının haklı mücadelesi karşısında dayanamayıp elindeki tüm hisseleri bir inşaat şirketi ile İsviçre’de kara para aklamak için kurulmuş paravan bir nakliyat şirketine sattığının ifade edildiği açıklamada, “Yani ortada maden şirketi diye bir şey kalmamış durumda. Ayrıca VTG Madencilik şirketinin cemaatle ilişkisi bizler tarafından ortaya çıkarılmıştı ve şirket sahipleri FETO soruşturmaları kapsamında takip altında.” denildi.  TURÇEP; “Ortada böyle bir manzara varken, Danıştay 14. Dairesi’nin kararını anlamak mümkün değil. Yani Turgutlu’daki bu madencilik projesinden geriye sadece bir enkaz kalmış, enkazın kaldırılmasına bile izin verilmiyor sanki” dedi.
VAHŞİ MADENCİLİĞE GEÇİT YOK

Bu projeye toplumun her kesiminin karşı olduğunu belirtilen açıklamada “Turgutlu halkı 10 yıldır vahşi madenciliğe karşı yaşam mücadelesi veriyor, bugüne kadar bu madene geçit vermedi, bundan sonra ise hiç vermez.” ifadelerine yer verildi. 
28 Haziran 2017

27 Haziran 2017 Salı

Kömür için çocuk mezarları bile yok ediliyor

Muğla Yatağan'daki kömür ocağı çalışmalarında antik çağdan kalan toplu çocuk mezarları ortaya çıktı. Mezarlardan biri iş makinesi yüzünden hasar gördü

Kömür için çocuk mezarları bile yok ediliyor
Özer AKDEMİR
Yatağan Turgut Mahallesi yakınlarında bulunan kömür ocakları, on binlerce zeytini olduğu kadar tarihi de yok etmeye devam ediyor. Mahallenin zeytinliklerinin bulunduğu alanda genişleme faaliyetlerini sürdüren kömür ocağının çalışmaları sırasında çok sayıda küçük çocuk mezarı ortaya çıktı. Mezarlardan birisi iş makinesi tarafından kırılırken kalan mezarların incelenmesi için civardaki çalışmalar durduruldu. Bölgede çok sayıda çocuk mezarı bulunduğu dile getiriliyor. 
 
'MÜZE MÜDÜRLÜĞÜNÜ UYARMIŞTIK AMA DİNLEMEDİLER' 
Turgut Tabiat ve Kültür Varlıklarını Toruma Derneği Başkanı Kazım Erol, çocuk mezarlarının tespit edildiği bölgenin Lagina Antik kentine bir-iki kilometre uzaklıkta olduğunu belirterek “Yerel dilde Çapalıbağ deriz biz o bölgeye. Bu bölgede antik zamana ait olduğunu sandığımız duvar kalıntıları ve su kuyusu vardı. Bunların video ve fotoğraf çekimlerini yaptık bir-iki ay önce ama şimdi onların hiçbirisi kalmamış. Kepçeler yıkıp geçmiş. Ayrıca daha önce kömür madencilerinin yaptığı çalışmalar sırasında çok sayıda antik değer taşıyan sütun ve taşın traktörlere yüklenerek götürüldüğüne şahit olanlar var. Müze müdürlüğüne burasının özelliklerini anlatıp kömür madencileri alana girmeden önce bölgenin incelenmesi, tarihsel buluntuların ortaya çıkarılmasını istediğimizde bize 'Arkeologlarımız alanda çalışıyorlar. Bizim kontrolümüz altında her şey' yanıtını veriyorlardı. Şimdi bu çocuk mezarları ortaya çıktı. Belki bir kırım, belki de salgın hastalıktan ölen çocuklar gömülmüş muhtemelen buraya ve kaç tane çocuk mezarı var hala bilemiyoruz. Öbek öbek, değişik alanlarda çocuk mezarları ortaya çıkmaya devam ediyor. Çalışmalar şu an için durmuş durumda” dedi.
 
'MİNİK BEBEKLERİN MEZARLARINI TALAN ETTİRMEYİN'
Kazım Erol, çocuk mezarlarının fotoğraflarını sosyal medya hesabından şu duygusal sözlerle paylaştı: Bir minik kız çocuğu, bu topraklarda daha emeklerken bir işgalcinin kılıcında mı can verdiler, yoksa bir salgın hastalık mı bilinmez. Babası bu güzel topraklardaki ölümsüzlük ağacı zeytinin kucağına gömdü minik kızını. Bin yıllar sonra kuralsız burjuvaların kusursuz makinelerinin kepçesiyle sarsıldı ve ikiye bölündü minik kızın mezarı! Hangi baba çocuğunun mezarını kepçelerle yıktırır? Hangi baba bu acıyı kaç paraya alır? Topraklarınızı satıp bu minik bebeklerin mezarlarını talan ettirmeyin barbar kuralsızlara!” (İzmir/EVRENSEL)
27 Haziran 2017

Jeotermaller Aydın ovasında sebzeyi de bitiriyor

 27 Haziran 2017


Özer AKDEMİR
İzmir
Aydın’ın, hatta Ege’nin sebze deposu olarak bilinen Menderes Havzası, jeotermal enerji santrallerinin (JES) tehdidi altında. Aydın ovasında son birkaç yılda pıtrak gibi çoğalan JES’ler birinci sınıf tarım topraklarını da ürün yetişemez hale getiriyor.
İNCİRDE KORKUTAN TABLO
Aydın’da çevre kirliliği ve bu kirliliğin tarımsal ürünler üzerindeki etkisi giderek artıyor. Kentin en önemli tarımsal ürünü olan incir, JES’lerin havayı, suyu, toprağı kirletmesine bağlı olarak sağlıklı ürün olma niteliğini kaybetmek üzere. İncirde son yıllarda önemli ölçüde verim düşüklüğü yaşanan Aydın, pazar payını da kaybediyor. Tonlarca incir, içeriğindeki maddelerin standartlara uymadığı gerekçesiyle yurtdışından geri gönderiliyor.
JEOTERMAL TEHDİDİ
Aydın’ın en önemli tarımsal ürünlerinden incirin yaşadığı sorunun bir benzeri kentin sebze ambarı denilen Acarlar havzasındaki sebzeler de yaşanıyor. İncirliova İlçesine bağlı Acarlar ve Osmanbükü Mahallelerine ait Menderes havza toprakları yeşillik, sebze olarak akla gelebilecek her türlü tarım ürünü yetiştiği bir yöre. Dört mevsim ekim dikim yapılan bu topraklarda patlıcan, biber, marul, maydanoz, domates, fasulye, taze soğan, bamya, mısır, ıspanak, pırasa, sarımsak, dereotu, roka, pazı, kereviz, pancar, karpuz, kavun, pamuk gibi çok sayıda ürün yetişiyor. Bu nedenle Acarlar’a üretim bolluğu ile Ege’nin sebze deposu deniliyor. Günde 300 ton ürünün işlemden geçtiği Acarlar Hali de Aydın’ın en büyük sebze hali. Halde yılda 40 milyon TL’lik ürün işlem görüyor.
 Menderes Havzası etrafında kurulan  jeotermaller nedeniyle tarım alanları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Dr. Metin Aydın’a göre böyle devam etmesi halinde insan sağlığı için de tehlike çanları çalacak.
Menderes Havzası etrafında kurulan jeotermaller nedeniyle tarım alanları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Dr. Metin Aydın’a göre böyle devam etmesi halinde insan sağlığı için de tehlike çanları çalacak.
HALK YOĞUN KAYGI İÇERİSİNDE
Aydın Çevre Mücadelesi (AYÇEM) Sözcüsü Dr. Metin Aydın, Acarlar havzasının verimli topraklarının, su kaynaklarını ve bu topraklarda yetişen ürünlerin sağlıklı ürün niteliğini kaybetme tehlikesiyle  karşı karşıya  bırakıldığını ileri sürdü. Aydın’da uzun süredir JES’lerin 1. sınıf toprakları ve su kaynaklarını kirlettiğinin, incire, zeytine, pamuğa ve insan sağlığına zarar verdiğinin tartışıldığını diye getiren Aydın, “Halk yoğun kaygı yaşanmaktadır. Geçim ve yaşam derdinde olan halk hukuksal mücadele dışında, basın açıklaması ve mitingler yapmakta, yolları kesmekte derdine derman olacak çareler peşinde koşmaktadır. Fakat Aydın’ın seçilmiş ve atanmış vekilleri, başkanları, muhtarları, müdürleri halkın bu isyanına yeterli desteği vermediği için Aydın’da incirin yaşadığı sorunun bir benzeri de sebze ambarı olan topraklar ve bu topraklarda yetişen sebze ürünleri karşı karşıya kalmıştır” dedi.
JEOTERMAL AKIŞKAN MENDERES’E SALINIYOR
Geçtiğimiz günlerde AYÇEM olarak Osmanbükü Mahallesine yaptıkları incelemedeki gözlemlerini aktaran Aydın,  bir şirketin bölgede kuracağı jeotermal santral için kuyu çaktığını, kuyunun faaliyete geçtiğini, kuyudan yoğun gazların havaya, akışkanların ise Menderes nehrinden ayrılan yan sulama kanallarına salındığına şahit olduklarını söyledi. Aydın; “Bu jeotermal kuyusu 1. sınıf tarım arazisinde, pamuk tarlası içine ve sebze bahçelerinin yanına kurulmuş idi. Bu gazlar ve akışkanlar içinde termik, fiziksel, kimyasal, kirleticiler, ağır metaller, tuzlar yer almaktadır. Jeotermal akışkanların kirlettiği suların tarımsal sulamada kullanılması sonucu topraklarda tuzlanma, çoraklaşma, çölleşme oluşmaktadır. Bu topraklarda yetişen sebzeler kirlilik ve verim düşüklüğü sonucu sağlıklı gıda özelliğini kaybetmektedir” dedi.
BÜYÜK OVA KAPSAMI DIŞINDA BIRAKILDI
Osmanbükü’nde kurulan jeotermal kuyunun bulunduğu alanın Bakanlar Kurulunun kabul ettiği Aydın Büyük Ova kapsamı içinde yer almasına rağmen, kuyu kazısı kanun maddesinin kabulünden önce faaliyete geçmesi nedeniyle Aydın Büyük Ova kanunundan muaf tutulduğunu belirten Aydın, “Fakat yine de jeotermal kuyunun hali hazırda yürürlükte olan Su Kaynaklarını Koruma Kanununa göre burada kurulmaması gerekir. Çünkü bu kanuna göre su kaynaklarına 3 bin metre yakın mesafede atık oluşturan her hangi bir sanayi tesisi kurulmaması gerekir. AYÇEM olarak yaptığımız ziyarette jeotermal kuyunun çok fazla miktarda sıcak akışkanı Menderes nehri yan koluna bıraktığını, suda kaynama ve köpürme olduğunu, ortamda yoğun çürük yumurta kokusunun duyulduğunu tespit ettik” dedi.
 
ENERJİ KAMU YARARI DA SEBZELER DEĞİL Mİ?
Yaşananları alo 181 Çevre ve Şehircilik Bakanlığı şikayet hattına ihbar ettiklerini anlatan Aydın, “Burada sorulması gereken sorular çok nettir. Aydın’ın ve Ege’nin sebze deposu olan bir bölgeye nasıl jeotermal santral ve kuyu kurulmasına nasıl izin verilir? Burada üretilecek enerji kamu yararı için üretiliyor ise burada üretilecek sebzeler kamu yararına üretilmemekte midir? Bu sebzeleri üreten ve tüketenler Türkiye’nin kamusunu oluşturan halk için hayati önem taşımamakta mıdır? Aydın halkının suyunu, toprağını, havasını, sebze ve meyvesini  kirleterek bu halkın yok oluşuna sebep olacak hastalık, kanser ve ölümlere sebep olunacağının farkında değil misiniz? Yoksa bu halkın sizin için hiç bir önemi yok mudur?” sorularını sordu.
Aydın'ın bir tarım kenti olduğunun altını çizen Aydın, “Aydın’ın zenginliği ve incisi; zeytini, inciri, kestanesi, pamuğu, sebzesidir.Lütfen Aydın’da yaşanan jeotermal çılgınlığına bir son verin. Lütfen Ege’nin sebze deposu olan Acarlar havzasının jeotermal istilasına uğramasına son verin” çağrısında bulundu.





Son Düzenlenme Tarihi: 27 Haziran 2017 04:14

25 Haziran 2017 Pazar

Karabiga’dan karabelaya!.. (Pazar Eki)


Özer AKDEMİR
“Sabah kalktığımda gördüğüm manzara günümü başlamadan zehir ediyor zaten. O baca santim santim yükseldikçe kalenin duvarları da damla damla yok oluyor. Denize çakılan her kazıkta bir taş düşüyor kaleden. Zaten kulelerden birisi şimdiden yok oldu gitti.”
Karabiga’dan Emine Coşkun Süer’in telefondaki sesi son derece üzgün ve tınısına yansıyacak kadar da yılgındı; “Bıraktık artık biz de, gücümüz yetmedi fazlasına. Birkaç emekli insan, ne maddi ne, manevi, ne de fiziki olarak kaldıramadık fazlasını. Karabiga halkından, esnafından beklenen desteği, yardımı göremeyince biz de bir noktadan sonra çekildik kabuğumuza” dedi. 
*** 
2011 yılında Çepeçevre Yaşam çekimleri için gittiğimiz Karabiga’da durum çok daha farklıydı. Bu küçük deniz kasabasına geçmeden önce uğradığımız Elmalı Köyünde Karabigalıları görmek bizleri şaşırtmıştı. Şirin bir Pomak Köyü olan Elmalı, topraklarına yapılmak istenen altın madenine karşı, Balkan halklarının ünlü inatçılığı ve kararlılığı ile direniyordu. O gün köye birçok yerden gelenler olmuş, kendilerine desteğe gelenleri köy meydanına astıkları direniş pankartları ile karşılamışlardı; “Elmalı El-Malı olmayacak”. Desteğe gelenler arasında Karabigalılar epey kalabalık bir kitle ile kendilerini belli ediyordu. 
Karabiga’dan karabelaya!..
Belediye araç tutmuştu insanlar Elmalıya gidebilsinler diye. Belediye başkanı da, köye pankartlar, sloganlarla yürünürken en önde yer almıştı. 
Belediye Başkanı Muzaffer Karataş’la Elmalıda da Karabiga’daki çekimlerde de görüştük. Hem makamında, hem termik santralin yapılmasının düşünüldüğü alanda sohbet ettik kendisiyle. Marmara’dan, boğazdan gelen sert rüzgarın dövdüğü dalgaların sesini duyduğumuz bir uçurumun kenarında sorularımızın yanıtladı. Hemen arkasında Priapos antik kentinin kale kalıntıları görünüyordu. 
Termik santralin Karabiga için bir yıkım olacağını söyledi başkan. “Hem tarih, hem doğa, hem deniz, hem sosyal yaşam için bir yıkım getirecek eğer kurulursa. Bir kere beldemize çok yakın, evlerle iç içe neredeyse. Öte yandan Priapos antik kentinin komşu parseline kuruluyor. Nesli tükenen Akdeniz Foklarının da son sığınakları buradaki koylar. Biz kesinlikle bu termik santrale karşıyız, istemiyoruz” dedi.
*** 
Aradan birkaç yıl geçti. Ülkenin AKP döneminde en çok palazlanan sermaye gruplarından Cengiz Holding ve Alarko’nun ortaklaşa yapacağı termik santralle ilgili çok tartışma döndü. Çok “bakan devirecek” skandallar yaşandı. Yaprak kımıldamadı! İzin alınabilmesi için projeyi dörde ayırmaları yargıya takıldı. Termik yoluna devam etti! Açtığı yollar izinsiz, raporlar özensiz çıktı. Kimse hesabını soramadı! Ama en büyük skandal bizim kameralara birkaç yıl önce yukarıdaki sözleri söyleyen belediye başkanını tutumu oldu. 
“Başkanı, belediye encümen üyelerini ve bazı muhtarları termikçi şirket Almanya’ya geziye götürdü. Orada termik santralleri gezdirmişler güya. Başkan döndüğünde 180 derece dönmüştü” diye anlattı Emine hanım bu durumu. Belediye başkanının saf değiştirmesi Karabiga’daki mücadeleye de en büyük darbe olmuş. “Hala kırgınız kendisine. Karabiga’nın bu hale getirilmesinin en büyük sorumlusu odur!..” diye de öfkesini gizlemedi.
14 yıldır Karabigada oturduğunu söyleyen Emine hanım, son bir iki yılda beldedeki değişimi “korkunç” sözleriyle özetledi. “O kadar çok ev yapıldı ki. Termik santral inşaatı hızlı hızlı sürüyor. Çalışanların çoğu Çinli, Japon. Akşam oldu mu beldedeki lokantalarda, dükkanlardan alışveriş yapıyorlar. Esnaf da çok memnun bu durumdan. Yarın baca tütüp, gelenler gittiğinde o zaman görecekler gerçekleri” diye konuştu. 
*** 
Priapos, 2011 sonbaharında gittiğimiz çekimlerde puslu, rüzgarlı, hafif çiseleyen bir yağmurun altında karşılamıştı bizi. Önümüzde uzanan yemyeşil ovanın denizle birleştiği tepelerin üzerinde kalenin burç burç kalıntıları görünüyordu. Puslu havanın çiğ düşürdüğü gürbüz otlaklarda inekler çayırın tadını çıkarıyorlardı.
Geçtiğimiz günlerde Karabiga’ya giden belgeselci Nejla Osseiran’ın objektifinde ise bambaşka bir Priapos vardı. Sarı buğday başaklarının gerisinde kadraja giren Priapos kulelerinin yanı başında bir başka kule bütün çirkinliği ile boy uzatmıştı. Tıpkı İstanbul’un silüetinin içine eden gökdelenler gibiydi görüntüsü. Onlar kadar çirkin, onlar kadar hoyrat, onlar kadar tarihe, kültüre, doğaya saygısız!...
*** 

Karabiga belediyesinin sitesinde bir zamanların küçük balıkçı kasabası “Tarih, doğa ve denizin buluştuğu nokta” olarak tanımlanıyor hala. Sadece Karabiga’nın bakir koylarının bulunduğu alanlara 4 tane termik santral kondurulacak. Bir tanesinin bacası Priapos antik kentini içinde, antik kale kalıntılarını “damla damla” yok ederek yükseliyor. Diğerleri gün sayıyor, inşaata başlamak için. Sadece Biga Yarımadasında 11 termik santralin kurulacağı, bunların yılda milyonlarca ton ithal-yerli kömürü yakacağı söyleniyor. Bu kadar termik santralin yan yana dizili olduğu dünya üzerinde başka bir bölge var mıdır bilemiyoruz ama bu termik santrallerden sonra Karabiga Belediyesinin internet sitesindeki o sözlerin hiç ama hiçbir anlamı kalmayacağı da ortada. Adı gibi, doğası, denizi, göğü, tarihi kömür tozlarıyla kararmış bir belde olacak Karabiga. Karabiga’ya “Karabela” diyecekler belki de. “Doğanın, denizin, tarihin katledildiği yer” olarak geçecek tarihe.
  25 Haziran 2017

24 Haziran 2017 Cumartesi

Kaz Dağı’nın yeni kabusu: Kısacık altın madeni


 24 Haziran 2017 11:28
Özer AKDEMİR
Çanakkale Ayvacık İlçesi, Kısacık Köyü yakınlarında Pumice Madencilik adlı şirket tarafından yapılmak istenen altın madenciliğine karşı yöre halkı yeniden ayakta. 2015 yılında ÇED toplantısı yapmak isteyen şirkete köylüler toplantı yaptırmayarak yaşam alanlarında altın madeni istemediklerini net biçimde ortaya koymuştu. Buna rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 28 Haziran’da Ankara’da yapılacak İDK toplantısı ile şirketin ÇED raporu talebinin değerlendirileceğini duyurdu. Uzmanlar tarafından hazırlanan raporlar altın madeninin yöre açısından ne büyük bir çevresel felaket anlamına geldiğini ortaya koyuyor.
Kaz Dağı’nın yeni kabusu: Kısacık altın madeni
 MÜCADELE YENİDEN CANLANDI
Altın madeninin 2015’deki ÇED toplantısı sürecinin ardından yeniden ÇED sürecini başlatması yöre köylüleri ve bölgede faaliyet yürüten ekoloji örgütlerini de harekete geçirdi.  
Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nin yanı sıra yöredeki diğer ekoloji örgütlerini de ortaklaşa mücadeleyi tartışıyorlar. Köy muhtarlığı olarak ÇED Genel Müdürlüğüne gönderilen dilekçe de madenin ruhsat alanının sadece Kısacık Köyü’nü değil civardaki Akşin, Baharlar, Dağahmetçesi ve Güzelköy gibi diğer köylerini de kapsadığı dile getirildi. Madenin, Kocadere, Kısacık Deresi, Akçin Göleti ve Ayvacık Barajına yapacağı etki nedeniyle Akçin Ovasında tarımcılık yapan bütün köyleri olduğu kadar Ayvacık İlçesini de etkileyeceğinin belirtildiği dilekçede “işletilecek maden, açılacak devasa çukurlar ve yoğun ağır metaller ihtiva eden atık topraklarıyla bölgenin topraklarını, suyunu, havasını olumsuz etkileyecektir. Yapılacak patlatmalarla, kırma ve eleme tesislerinden çıkan tozlarla, taşıma kamyonlarının tozu, gürültüsü ile köyler yaşanmaz hale gelecektir” denildi.
KAZ DAĞI ALTINCILARA TESLİM EDİLEMEZ!
Altın madeni sadece bölgede yaşayan insanları değil Kazdağlarının eşsiz ekosistemini de  tehdit ettiğinin altının çizildiği dilekçede şu görüşlere yer verildi; “Gelecek kuşaklar adına emanetçisi olduğumuz  Kazdağlarındaki hayat, kısa vadeli çıkarlar uğruna altıncılara terk edilemeyecek ölçüde değerlidir.
Bu nedenle Kısacık Altın Madeni Projesinin  gerçekleştirilmesinin telafisi mümkün olmayacak olumsuz sonuçlar doğuracağı  gerekçesiyle istemiyoruz”. Dilekçe de bakanlığın bu proje için olumsuz görüş vermesi talep edildi.
 
RAPORLAR ALTIN MADENİ İÇİN NE DİYOR?
Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği üyesi Yüksek maden mühendisi Esenay Eltan tarafından hazırlanan Kısacık Altın madeni Projesi ile ilgili inceleme raporu yöreyi bekleyen tehlikeleri bir bir ortaya koyuyor. Raporda proje ile ilgili eleştirilerden bazılar şunlar;
1. Projenin özellikleri ile ilgili bilgi son derece yetersiz ve eksiktir. 
2. Mevcut sondajlar, analizler, testler ve hazırlık çalışmaları ile ilgili bilgi verilmemiş, değerlendirme yapılmamıştır.
3. Üretimi gerçekleştirilecek madenin; analizine, fiziksel, kimyasal, biyolojik özelliklerine, tenöre ve cevher bileşimine dair bilgi verilmemektedir.
4. Proje yeri ve etki alanının hava, su ve toprak açısından mevcut kirlilik yükü belirlenmemiştir.”
Altın madeninin yer altı, yerüstü sularına etkisi, pasaların yaratacağı sorunlar gibi birçok önemli eksikliğe dikkat çekilen raporda talep edilen ÇED izin alanının proje alanından çok küçük gösterilmesindeki çelişkiye de dikkat çekilerek bu durumun projenin toplam etkisini yansıtmadığı görüşüne yer verildi.
SU KAYNAKLARI YOK OLACAK
Kırsal kalkınma uzmanı, Orman mühendisi ve ziraat mühendisi gibi uzmanlık alanlarından kişilerce hazırlanan “Kısacık Altın Madeni İnceleme Raporu”nda da çarpıcı tespitlere yer verildi. Alanın flora, fauna, hidrolojik, tarımsal ve teknik özelliklerinin incelenmesi sonrası hazırlanan raporun “Değerlendirme ve Sonuç” bölümünde yer alan bazı tespitler şunlar;
“Bu alanın ve çevresindeki köylerin altın madenciliği çalışmalarından olumsuz etkilenerek bir çok flora ve fauna kaybı yaşayacağını, bu bölgede bulunan su kaynaklarının kirleneceği/yok olacağını, yakın ve uzak çevresindeki bir çok köyün tarım ve hayvancılık konusunda zarar görerek etkileneceğini düşünmekteyiz.
 
EKOLOJİK DENGE BOZULACAK
* Delme, patlatma, kazı, yükleme… gibi madencilik ve tesis faaliyetlerinin etkileri  ekosistemleri ve bu bölgedeki fauna ve florayı, su kaynaklarını ve tarım alanlarını olumsuz bir şekilde etkileyecektir. Sadece küçük bir alanın değil yakın çevrenin de ekolojik dengesinin bozulması söz konusudur.
* Patlatılan her dinamit ve cevherin üzerinde bulunan bitki örtüsünün toprak tabakasının kazınarak alınması sonucunda topografik yapı bozulacak, erozyon başlayacak, yeraltı sularının oluşum akış düzeni bozularak değişecektir. Toprak ve su rejiminin bozulmasının kaçınılmaz sonucu ise çevredeki ekosistemler (orman, tarım ve su) bozulacak, dolayısıyla insan yaşamı olumsuz etkilenecektir.
* Ayvacık ilçesinin içme suyu kaynağı, maden alanı sınırları içinde bulunmaktadır. Altın işletmeciliğinde siyanür gibi kimyasal maddeler kullanılması durumunda içme suyu dahil yeraltı sularının kalıcı bir şekilde kirlenmesi ve insan sağlığını ciddi boyutta tehdit etmesi kaçınılmazdır.
* Altın madeninde yapılacak hafriyat ve patlatma çalışmaları su kaynaklarını kirletip, su kaynaklarının batmasına ve yön değiştirmesine neden olabilir. Birçok köy ve yerleşim yerinin sulama suyu ve içme suyu bu faaliyetten dolayı etkilenecektir. 
Altın madeninin yakınında tarım alanları vardır. Zamanla tarım alanlarının üstüne gelecek toz bulutu tarım alanlarındaki verimi ve ürün kalitesinin düşmesine neden olacaktır. 
BAZI BİTKİ HAYVAN TÜRLERİ YOK OLABİLİR
* Altın arama ve işletme faaliyetleri kapsamında açılacak yeni yollar ve bunlar üzerinde kurulacak sanat yapıları sonucunda toprak erozyonu ve çevre kirliliği yaratacaktır. Bunun sonucu olarak çevredeki orman ekosistemleri, sulak alanlar, tarım alanları, köy yerleşimleri olumsuz olarak etkilenecektir. 
* Madencilik faaliyetleri sonucunda bitki örtüsünün kaldırılması ile birlikte bölgede yağacak aşırı yağışlar sel ve su taşkınlarıyla sonuçlanabilecektir. 
* Alandaki patlama ve diğer faaliyetler sonucu birçok ağaç, bitki ve hayvan türü etkilenecektir. Aynı zamanda bazı türler yok olabilecektir. 
* Bütün alanın tıraşlanmasına neden olacak bir faaliyete izin verilmesi alanda şiddetli erozyona ve toprak kaybına neden olacaktır.
EDREMİT KÖRFEZİ DE ETKİLENECEK
* ÇED raporunda Proje Ömrü 37 yıl olarak hesaplanmıştır. Görece kısa dönemli ve sınırlı sayıda istihdam sağlayacak bir işletme uğruna büyük bir ekosistemin yok edileceği, çevrede önemli tahribatlara neden olunacağı açık bir gerçekliktir. İşletmecilik faaliyeti sona erdikten sonra söz konusu alanın yeniden kazanılması; bir orman ekosistemine dönüştürülmesi mümkün değildir.
* Altın madeni işletmesi faaliyetiyle ortaya çıkacak olumsuzluklar yalnızca bulunduğu dar çevreyi değil, Kazdağlarını ve Edremit Körfezi’ni de etkileyecektir. (İzmir/EVRENSEL)


23 Haziran 2017 Cuma

Adalet_Erol Engel_AjansBergama


ADALET
Korkutulup sindirildiğimiz kör kuyularımızdan çıkma zamanı…
OHALl ile yaratılan bu halimiz, hal değil, milletvekillerin aylardır hapiste olduğu bunlara yenilerinin eklendiği bir Türkiye “nefes alamıyor” artık,  tüm  ülke yoğun bakım da  adeta; gazeteci, aydın ve binlerce silahsız “terör” suçlusu sorgusuz sualsiz  hapsedildiler. Sabahattin Ali’nin şiiri bile kifayetsiz kalıyor,  gel de ağız tadıyla “Aldırma Gönül”ü söyle söyleyebilirsen…
CHP ve onun lideri Kılıçdaroğlu “statükoyu  yıkıp” yollara düşmüş yüreğimiz onunla  “Silivri de mi bitecek Edirne’de mi bitecek” göre klavye başında fırtına koparmanın alemi yok,  bitecekse AİHM’de bitmeli; bu ülke  de hepimiz ama  kapalı ve yarı açık’ta mahpusluğumuzu hüküm sürüyoruz.
DOĞA İÇİN ADALET!
İnsanına böyle bir ülkeyi reva gören anlayış, havasına suyuna doğasına karşı saygılı olur mu? Zeytinciliğin talan  yasasının “7 sefer gider 17 sefer gelir” diyen bir anlayışın iktidarı, gözünü doğaya dikmiş nasıl punduna  getirip de  zeytinlikleri siyanürlü altıncılara açsam,  meraları madencilerin kaderine terk etsem diye yanıp tutuştular adeta.  Ellerinden gelse yasa çıkarıp “zeytin gavur ürünüdür, yağından da güzel rakı mezesi yapılıyor” deyip külliyen yasaklayacaklar. 
Cumhuriyet tarihinin en büyük talanını yaşıyoruz; “yağma Hasan’ın böreği misali” Karadeniz’den Ege’ye Akdeniz’e  neredeyse tüm yurtta HES, RES, GES, Termik santral ve vahşi madencilikle, yol köprü çılgınlığıyla ülke talan ediliyor.Antalya’da  taş ocaklarına karşı mücadele eden iki güzel insan  Ali Ulvi Büyüknohutçu ve eşini katleden katili azmettirenlerin korunduğu ortamda hiç birimizin can güvenliği de yok.
BERGAMA İÇİN ADALET!
Çevre Bakanlığı yargı kararını UYGULA , Ovacık Altın Madenini KAPAT! Bölge de “rehabilitasyonu başlat” On gün önce  Ovacık  2009  Çed’i  8 yıllık yargılama sonucu iptal edildi. Bu süre boyunca 2.atık havuzu  milyonlarca ton  siyanürlü atıkla doldu taştı, ağır metal yüklü milyonlarca ton pasa dağları çevreledi yöreyi,  “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” olmasına rağmen acaba yargı kararı uygulanır mı derken yine sevincimizi kursağımızda  bıraktılar.  3 temmuz 2017’de çevre bakanlığında yapılacak İDK toplantısı ilan edildi, muhtemelen oradan çıkartılacak kararla  bir kez daha “yargının içine” edilecektir. 
Sık sık depremlerin olduğu bugünlerde  milyonlarca ton siyanürlü atığın varlığı yetmezmiş gibi milyonlarcasının daha olacak olması bölge de gelişen seracılığı, hayvan çiftliklerini ve UNESCO kültür mirasına girmiş Bergama’nın geleceğini  karartmaya ne hakkınız var? ………
Ovacık’ta cevher bitmiştir, derhal  “rehabilitasyonla” doğanın yaralarını sarıp maden kapatılmalıdır. Kayyumun veya Hükümetin  bu ısrarı ve inadı bölgede bir felakete yol açabilir.  Ovacık açık olduğu sürece Kozak yaylasının, Yerlitahtacı’nın ve Kapukaya’nın dolayısıyla Bergama’nın geleceği de tehdit altındadır.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Kapanması istenen altın madeni yeni ÇED için başvuruyor

  21 Haziran 2017 15:04

Kapanması istenen altın madeni yeni ÇED için başvuruyor
Özer AKDEMİR
Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP), Ovacık Altın Madeni ve Kozak yaylasındaki Gelintepe Altın madeni ile ilgili mahkeme kararları sonrası madenlerin kapatılmasını istedi. 
Bergama yakınlarındaki Ovacık Altın madenine 2009 yılında verilen ÇED izninin ve Gelintepe açık ocak maden işletmeciliği ÇED olumlu kararının geçtiğimiz günlerde mahkemelerce iptal edilmesinin ardından EGEÇEP madenin kapatılması için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile İzmir Valiliğine başvurdu. ÇED izinleri iptal edilen Koza Altın Şirketi de boş durmayarak Ovacık madenine yeni bir ÇED raporu almak için harekete geçti!

KOZA'NIN İKİ MADENİNİN ÇED'LERİ İPTAL EDİLDİ
İzmir 3. İdare Mahkemesi, Koza Altın Şirketine ait Bergama Ovacık Altın Madenine 2009 yılında verilen ÇED raporunu, "...alanın gerçek flora, fauna ve diğer canlı grupları bakımından tür çeşitliliği, popülasyon zenginliği, Türkiye'deki dağılışı, yok olma durumu belirlenmeden hazırlandığı" gerekçesiyle geçtiğimiz günlerde iptal etmişti. Yine aynı şirkete ait Gelintepe altın madeni açık ocağına verilen ÇED olumlu belgesi de "Kozak yöresinin biyolojik özelliği, fıstık çamları, toprak, su kirliliği" gibi gerekçelerle iptal edilmişti. 
ÇED raporlarına dava açan kurumlardan EGEÇEP'in avukatı Arif Ali Cangı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile İzmir Valiliği'ne gönderdiği dilekçelerle madenlerin derhal kapatılmasını istedi. 
ANAYASA VE YASALAR 'DERHAL KAPATIN' DİYOR
Anayasa'nın 138. maddesinde yer alan “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” maddesine ve 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesindeki "Yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur" maddelerine atıfta bulunulan dilekçelerde, kamu görevlilerinin yargı kararlarını geciktirme ya da uygulamama hakları olmadığına dikkat çekildi. Mahkeme kararlarının yerine getirilmemesinin Anayasanın 2. maddesinde yer alan 'Hukuk devleti' ilkesinin yok sayılması anlamına geleceğinin belirtildiği dilekçede, kararın gereklerini yerine getirmeyen kamu görevlilerinin cezai sorumluluklarının olduğunun altı çizildi. Mahkeme kararlarının birer örneğinin eklendiği dilekçelerde, "Yıllardır çevre sağlığı ve canlı yaşamı için risk yaratarak hukuka aykırı biçimde çalışan Bergama Ovacık Altın Madeni işletmesinin faaliyetinin durdurulması ve Gelintepe altın madeni ocağına ilişkin tüm işlemlerin durdurulması, izinlerin geri alınması" talep edildi.
ALTINCI ŞİRKET YENİ ÇED'E BAŞVURUYOR 
Öte yandan madenlerin sahibi Koza Altın Şirketi, Kamuyu Aydınlatma Platformu (KAP)'a yaptığı açıklamada Ovacık ÇED iptal kararı için gerekli itirazların yapılacağını belirterek "Yeni ‘ÇED' izni başvurusunu da 5 iş günü içerisinde yapmayı planlamaktadır" dedi.
MAHKEME KARARI YİNE YOK MU SAYILACAK?
Ekoloji örgütlerinin, meslek odalarının, yöre köylülerinin ve belediyelerin yıllarca devam eden hukuki süreçler sonunda, büyük emek ve masraflarla kazandıkları ÇED davalarının ardından, faaliyetin geçerli hukuk kurallarına göre bitirilmesi beklenirken uygulamada bunun yerine gelmediğini birçok örnekte görmek mümkün. Daha geçtiğimiz günlerde İzdemir'in iptal edilen ÇED raporu sonrası yine benzer dilekçelerle resmi kurumlara başvurular yapılmış, 30 gün içerisinde kapatılması gereken termik santrale 2009/7 Genelgesine dayanılarak ÇED raporunun iptalinden 22 gün sonra yeni ÇED izni verilmişti. Altıncı şirketin beş gün içerisinde yeni ÇED için başvuracağını açıklaması, Bergama Ovacık Altın Madeni için de benzer bir yola yönelindiğini gösteriyor. Şirketin Gelintepe için herhangi bir açıklama ya da yeni ÇED başvurusu yapmaması, görece küçük bir maden ocağı olan Gelintepe'ye ilgisinin artık sona erdiği anlamına mı geliyor, bunu ilerleyen günler gösterecek. (İzmir/EVRENSEL)

20 Haziran 2017 Salı

Çamlı barajı 2040 yılına kadar rehin!

 20 Haziran 2017 05:00
Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Efemçukuru’ndaki altın madeni çalışana kadar İzmirlinin içmesuyunu karşılayacak Çamlı Barajını rehin tutmakta kararlı!
Özer AKDEMİR
İzmir
Çamlı barajı 2040 yılına kadar rehin!
300 bin İzmirlinin içme suyunu karşılanması için planlanan Çamlı Barajına 2040 yılına kadar izin verilmeyeceği ortaya çıktı. Orman ve Su İşleri Bakanlığı Efemçukuru’ndaki altın madeni çalışana kadar Çamlı Barajını rehin tutmakta kararlı!
HDP İzmir milletvekili Müslüm Doğan’ın geçen yıl Aralık ayında Orman ve Su İşleri Bakanı’nın yanıtlaması talebiyle verdiği soru önergesinin yanıtında verilen bilgiler İzmir’de yıllardır süren Efemçukuru Altın madeni ve Çamlı Barajı tartışmalarına yeni bir boyut getirdi.
Soru önergesinde İzmir’in su kaynaklarındaki doluluk oranının bazı yıllarda ciddi düşüşler olduğunu belirterek, kentin içme suyunun yaklaşık % 40’ını karşılayan Tahtalı Barajı koruma alanı sınırında kalan Efemçukuru Altın Madenini gündeme getirmişti. 200-300 bin İzmirlinin içme suyunu karşılaması planlanan Çamlı Barajı meselesine de değinen Doğan, “Bu bölge İzmir’in arseniksiz tek su havzası konumunda ve aynı zamanda orman alanları ve eşsiz üzümleriyle, İzmir’in gözbebeğidir. İzmir için yaşamsal öneme sahip bu bölgede 4 yılı aşkın bir süredir altın madeni işletiliyor” demişti.
Müslüm Doğan
Madenin yörede yeraltı yerüstü sularda yaptığı ağır metal kirliliği ile ilgili bilirkişi raporundaki verileri paylaşan Doğan, bu değerler karşısında kirliliğin Tahtalı Barajına karışmaması için Bakanlığın ne yapmayı düşündüğünü sormuştu. 
MADEN TAHTALI BARAJINI KİRLETMEZMİŞ!
 
Doğan’ın sorularına yanıt veren Bakanlık Gördes barajının ilavesi ile İzmir’in 2050 yılına kadar içme ve kullanma suyunun karşılanmış olacağını iddia ederek, bu nedenle Çamlı Barajının ancak 2040 yılı sonrası değerlendirmeye alınacağını dile getirdi. Bakanlık bu tarihe kadar İzmir’in içme suyu projeleri arasında Çamlı Barajının olmadığını, bu tarihten sonra barajın yatırım yılı ve sağlayacağı içme suyu miktarının belirleneceğini ifade etti.  Efemçukuru Altın Madeni sahasının Tahtalı Barajının yağış havzasında yer almadığını ileri süren bakanlık, bu nedenle maden atıklarının Tahtalı Barajını kirletmediğini de ileri sürdü.  Bakanlığın, maden alanında yapılan bilirkişi keşfinde yapılan analizler sonrası yörede arsenik (As), kadmiyum (Cd), bakır (Cu), kurşun(Pb), mangan(Mn), nikel (Ni), selenyum(Se), kükürt (S), çinko(Zn) elementlerinin dünya kabuk ortalaması (DKO) seviyelerini aştığı tespitlerine ilişkin soruya yanıt vermemesi dikkat çekti. 
 
Bakanlığın yanıtlarından bütün masrafları İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından karşılanacak olan Çamlı Barajına izin verilmemesinin tek nedeninin İzmir’in yeterli içme suyu kaynağı olması değil, Efemçukuru altın madenini varlığı olduğu çıkarılabilir.
Bakanlık, altın madeni yöredeki cevheri tüketene kadar da bu barajın yapılmayacağını/yaptırılmayacağını itiraf etmiş durumda. Madenin yarattığı kirlilikle ilgili soruyu geçiştiren Bakanlık, Gördes barajının yakınında işletilen sülfürik asitli nikel madeninin yarattığı tehlikeye ilişkin de tek söz etmiyor.
Madene her gün 50 kamyonla sülfürik asit taşındığı, bu kamyonların bir yıl içerisinde 5 kere kaza yaptığı ve bu kazalar sonrası tonlarca sülfürik asitin doğaya karıştığı gibi bilgileri de bakanlığın yanıtında göremiyoruz. Orman ve Su İşleri Bakanlığının Doğan’ın sorularına verdiği yanıt İBB Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun deyimiyle “kent için yaşamsal önemde” olan, 300 bin kişinin içme suyunu karşılaması planlanan Çamlı Barajının altın madeni yüzünden 2040 yılına kadar rehin tutulacağına işaret ediyor.
Madenin çalıştığı ilk dört yılda yeraltı-yerüstü sularını kirlettiği bilimsel olarak ortaya konmuşken, bu tarihe kadar çalışması durumunda yöredeki sularda, doğada yaratacağı tahribat sonrası Çamlı Barajının yapımının mümkün olup olmadığı ise ayrı bir tartışma konusu.


19 Haziran 2017 Pazartesi

EKOLOJİ MÜCADELESİ VE HUKUK -4_'Yaşam nöbetlerinde yeni bir hukuk yaratılıyor'

'Yaşam nöbetlerinde yeni bir hukuk yaratılıyor'
  
 19 Haziran 2017 02:58
Özer Akdemir, hukukçularla çevre katliamlarına ilişkin dava süreçlerini ve çevre hukukunu konuştu.
Özer AKDEMİR
SORULAR:

1. Son gelinen aşamada ekoloji mücadelesinin hukuksal süreçlerle bir kazanımı olabileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin, termik santrallere, nükleer santrallere, köprü-otoyol inşaatlarına, altın işletmeciliğine hatta taş ocaklarına yol veren, siyasi-ekonomik “sürdürülebilirlik” çizgisini buralarda arayan siyasi iktidarın mahkemelerle durdurulma olasılığı var mı?
2. Takip ettiğiniz, kazandığınız ama bir türlü yargı kararlarını uygulatamadığınız, sonuçta da ekolojik yıkıma, doğa tahribatına ve vatandaşların hak kaybına neden olan davalarınız var mı? Bir iki örnek verir misiniz?
3. Şu anki yasalar ve adalet mekanizması ile ekolojik tahribatı önlemek mümkün mü?
4. Eğer yanıtınız olumsuzsa, açılan her davanın, tıkanan, iyice içinden çıkılamaz hale gelen sisteme olan güveni yeniden oluşturduğu, bir anlamda ona kan taşıdığı görüşüne katılır mısınız?
5. Yurttaşlara bu koşullarda bile olsa  “Hukuktan tamamen vazgeçin” demek mümkün mü?
6. Yanıtınız olumlu ise hukuk mücadelesi yerine yaşam alanlarının savunulması için neler yapılmalı sizce?
7. Sizce halk desteği ve kitlesel mücadele ile yargı kararları arasında doğrudan bir bağlantı var mı?
8. Son olarak, hukuksal süreçler halkın kitlesel mücadelesinin sönümlendirilmesi noktasında siyasi iktidar tarafından kullanılıyor mu? Bergama, Gezi Parkı ve son olarak Artvin mücadelelerini bu açıdan değerlendirilebilir misiniz?
Av. Mehmet Horuş
AV. MEHMET HORUŞ
‘HUKUKSUZLAŞTIRMA’ İLE KARŞI KARŞIYAYIZ
Av. Mehmet Horuş (Ankara Barosu avukatlarından. Altın ve nikel işletmeciliği, RES, HES gibi çok sayıda çevre davasının avukatı):
Yıllar önce Yumurtalık Lagünü’nün tabiat koruma alanı olmaktan çıkarılması ile ilgili açılan bir davada; davacılar, davalarından feragat ettiler ya da ettirildiler. Bakanlar Kurulu kararının iptali isteniyordu. Danıştay, Seyhan-Ceyhan deltası göl lagünleri, sulak alan kıyı kumulları, barındırdığı bitki ve hayvan türleri ile oluşturduğu kompleks yapısı üzerinden bir değerlendirme yaptı. Ramsar Sözleşmesi uyarınca, sözleşmeyi imzalayan her devletin, ülke toprakları içindeki sulak alanları “Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Listesi”ne eklemeyi taahhüt ettiğinin altını çizdi. Neticede davacı davasından vazgeçse de “hukukun üstünlüğü” ve “idarenin yargısal denetimi” ilkelerine dayanarak Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. O günlerden yargı denetiminden muaf nükleer santral kurulmak istenen bu günlere geldik.
Yaşadıklarımızın Türkiye’ye özgü boyutları muhakkak var. Ama 2009/7 genelgesi gibi yargı kararlarının baypas edilmesi veya acele kamulaştırma şeklinde şirketlere tanınan el koyma ayrıcalıklarının ABD’de, İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya’da benzer örnekleri olduğunu görebiliyoruz. Hatta kamusal varlıkların sermayeye transfer mekanizması olarak varlık fonuna benzer kurumlar pek çok ülkede hükümetler eliyle farklı isimler altında getirildi. ‘Müşterekler’ konusundaki bu hükümet politikalarına karşı Gezi direnişine benzer direnişlere dünyadan sayısız örneklere tanık oluyoruz.  Bu ülkelerde de ekoloji mücadelesi verenler, ekolojik yıkımın hukukta yol açtığı tahribatları deneyimliyor. Hukuk, giderek adalet düşüncesinden uzaklaşarak salt kanun koyucunun buyruğundan ibaret biçimsel kurallar haline getiriliyor. Bu noktada da hukuktan geriye bir şey kalmıyor. Ancak, ekolojik krizin bir veçhesi olarak hukuksal krizden bahsedebiliriz. Çünkü verili hukuk sisteminin dönüşümünden ziyade “hukuksuzlaştırma” diyebileceğimiz müdahalelerle karşı karşıyayız.
Örnek vermek gerekirse; HES projelerinin iptali kararlarının en önemli gerekçesi olan kümülatif etki değerlendirme yapılmaması yerleşik içtihat haline geldi. Bunun karşısında “hayır, kümülatif etki değerlendirmeye gerek yok” veya “ekosistem parçalarına ayrılabilir” şeklinde bir karar yok. Ama 2009/7 genelgesi ile “mış gibi” yapılarak yargı kararlarının işlevsizleştirilmesi yöntemine başvuruluyor. Bu, bir geriye gidiş değil, kırılma yaratıyor. İbrahim Kaboğlu hocamızın sıklıkla ifade ettiği gibi; insan haklarında geriye döndüremezlik ilkesi geçerlidir. Belki kısa vadede şirketler lehine projelerin hayata geçirilmesi sağlanıyor. Ama hukukun geniş toplum kesimleri nezdinde ortak iyiyi temsil etme iddiası erozyona uğruyor ve inandırıcılığını kaybediyor.
EKOLOJİ MÜCADELESİNİN HUKUKİ BOYUTU SADECE DAVALAR DEĞİLDİR
Özetle, uzun yılların birikimi ile elde edilmiş hukuksal kazanımlarımızla bu kazanımları ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir evrensel hukuk standardının kabul etmeyeceği müdahaleleri aynı kefeye koymak doğru değil. Mücadelenin bu evresinde bu müdahaleler, hak arama özgürlüğü ve adalete erişim hakkını ortadan kaldıracak kadar ağır bir hal almış olabilir. Ama ekolojinin diliyle söylersek; bu durum, hukuk sistemi açısından sürdürülebilir değil. Modern hukuk siteminin egemenlik, mülkiyet, yurttaşlık, kamu yararı gibi temel kavramlarının sorgulandığı ve doğanın hakları gibi yeni kavramlarının tartışılmaya başlandığı ekolojik bir hukuk anlayışının yapı taşları döşeniyor.  Tarihsel anlamı içinde ekoloji mücadelesinin hukuki boyutunu dar anlamda bir dava ya da avukatlık pratiğine indirgemek doğru değildir.  Başka vesilelerle ifade ettim ama tekrarlamakta fayda görüyorum: Derelerin başında nöbet tutan kadınlar, verili hukuktan talepte bulunmak dışında aynı zamanda doğayla uyumlu yeni bir hukuk sisteminin eyleyicileri, yaratıcıları, kurucularıdır. Bundan sonrasını zihni, pozitivist ve normatif kalıplarla cebelleşmekle meşgul olan avukatlar yerine, doğa ananın sözcüleriyle konuşmak daha hayırlı olacaktır.  
Av. Erol Çiçek - TBB Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Üyesi
AV. EROL ÇİÇEK - TBB ÇEVRE VE KENT HUKUKU KOMİSYONU ÜYESİ
HUKUK MÜCADELENİN SADECE BİR YÖNÜDÜR
Av. Erol Çiçek (Bursa Barosuna bağlı. TBB Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Üyesi. Birçok çevre davasının hukukçusu):
1 . Hukuksal süreçlerle sınırlı kazanımlar sağlanabilir. Bunları abartmamakla birlikte, yeterli halk desteği sağlanabilirse ve dava masrafları karşılanabiliyorsa, siyasi mücadelenin yanı sıra hukuksal mücadele de sürdürülebilir. Mahkemelerin bugünkü durumunun da dünden çok daha kötü olduğu bir başka gerçek.
2 . Gebze-Orhangazi İzmir otoyolu ÇED davası Bursa Orhangazi Componenta ruhsat iptali nedeniyle (eski Döktaş) ek tesisinin yıkımı
3. Yasalar iyi hukukçuların elinde iyi uygulanabilir. Son zamanlarda çok kötü yasa değişiklikleri yapıyorlar (Stratejik yatırım, zeytin kanunu değişikliği gibi)
4. Olumsuz yönde “Ne yaparsak yapalım olmuyor” fikrinin gelişmesine ve umutsuzluğa destek olduğu kesin.
5. Hukuk mücadelenin sadece bir yönüdür, değişik mücadele yöntemlerinden biri olarak, vazgeçin demeye gerek yok, maddi ve toplumsal gücünüz varsa, kullanılmaya devam edilebilir
6. Her şeyden önce, her konuda olduğu gibi, duyarlılık yaratıp; halkı bilinçlendirmek gerekir. Bu başarılabilirse, gerisi bir şekilde halledilebilir.
7. Doğrudan olmasa da, hakimler de insan olduğuna göre, bazı şeylerden etkilenebilirler.
8. Hukuksal süreçlerin başarısız olmasının bıkkınlık, yılgınlık yaratmak gibi olumsuz etkileri var. Bunlar yargıya ilgiyi doğal olarak azaltır. Bahsettiğiniz mücadeleler bence başarılı olmuşlardır, bu tip mücadelelere yeni bakış açıları yeni ve genç insanları daha fazla katıp; uzun soluklu olarak değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum

MEVCUT YASALARLA SAĞLIKLI BİR ÇEVREDE YAŞANAMAZ
Av. Berrin Esin Kaya (İzmir Barosuna bağlı. EGEÇEP Hukuk Komisyonu Üyesi. RES, jeotermal enerji santrali, termik santral, altın işletmeciliği gibi birçok çevre davasının avukatı):
Sevdiğim bir atasözü var, “Cami ne kadar büyük olursa olsun, imam bildiğini okur”. Çevre davaları ve sonuçları söz konusu olduğunda ilk aklıma geliveren bu oluyor. Özellikle seçtiğim bir atasözü değil elbette. Deneyimler bunu açıkça gösteriyor. Mahkeme kararları ne kadar iyi olursa olsun, ekolojik dengeyi gözetirse gözetsin, sermaye kendisi vazgeçmedikten sonra mahkeme kararları bu faaliyeti durdurmaya çoğu zaman yetmiyor. Çünkü, faaliyete engel olacak her türlü hukuki engel yönetmelik değişikliği, genelgeler veya cezasızlık süreçleriyle aşılıveriyor. Ve sonunda dava lehinize sonuçlansa bile, başka güzel ve ünlü atasözü bizi gerçeklerle yüz yüze bırakıyor ki, “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş” oluyor. Örneğin termik santral kurulup çatır çatır çalışıp zehrini üfürüyor kaygısızca üzerimize,  örneğin altın madeni işletmesinin faaliyetini bitirecek şekilde cevher çoktan yer altından çıkarılmış ve bilezik küpe haline gelmiş. Tabii bu arada tüketilen sadece cevher olmamış, umut ve mücadele yer altında boşalan cevherin yerine yerleşmiş.
Av. Berrin Esin Kaya - EGEÇEP Hukuk Komisyonu Üyesi
Av. Berrin Esin Kaya - EGEÇEP Hukuk Komisyonu Üyesi
2010 referandumu ile başlayan ve tümüyle yeniden yapılandırılan yargının bağımsızlığından söz edilmesi mümkün değil. Tüm ülkede yaşanan hukuk pratiği bunu açık şekilde gösteriyor. Dolayısıyla, bu süreçte çevre davalarında iktidarın politik tercihlerine ters düşecek hukuksal kazanımların zor olacağını düşünüyorum. Kaldı ki, hukuki kazanım olsa dahi ilkemizde 2009/7 genelgesi gibi her derde deva şeklinde bir genelge çıkartılıp mahkeme kararlarının dolanılması, uygulanmasının önüne geçilmesi mümkün.
Mevcut yasalarla sağlıklı bir çevrede yaşamanın ekolojinin korunmasının imkanı yok. Sadece ÇED yönetmeliğinde yapılan değişiklik sayısı bile bize tablonun görülmesi için yeterli. Yanılmıyorsam son 17 yılda yaklaşık 18 kez değişiklik yapıldı. Ve bu değişikliklerin neredeyse hepsi kirlilik yaratacak faaliyetlerin önünü açacak nitelikteydi. Değişiklikler çevre mühendisleri odasının ve çevre örgütlerinin eleştirilerine neden oldu. Geçen yıl torba yasada çevre yıkımının önünü açacak şekilde düzenlenen 80. madde, geçtiğimiz günlerde gündeme getirilen zeytin yasasındaki değişiklik, meraların yok olmasına neden olacak değişiklikler gösteriyor ki  bu politik anlayış ve politikaların yürütülmesini sağlayacak yasal düzenlemelerle çevrenin korunması, tahribatın önlemesi mümkün değildir.
Yine de, bu koşullarda bile hukuktan vazgeçin demek mümkün değil. Mahkemeler önünde tartışılmalıdır. Bu mücadelenin bir parçasıdır. Ancak yukarıda söylenenler nedeniyle bugün için, mücadelenin önemli bir parçası olmadığını düşünüyorum. Çevrenin yaşam alanlarının korunmasının en önemli yöntemi, kişilerin kendi yaşam alanlarına sahip çıkması, karar alınması ve uygulanması süreçlerine dahil olmalarıdır. Bunun ne şekilde gerçekleşeceği her olay için tahmin etmek ve önermek mümkün değil ama biz davamızı açtık, haklıyız dendiği noktada, sizin haklılığınız mahkeme önünde onaylanmış olsa bile artık iş işten çoktan geçmiş olabiliyor. Siz daha faaliyetin başında alınması gereken ÇED olumlu kararının hukuka aykırılığını mahkeme önünde ileri sürerken, karşı çıkılan faaliyet çoktan başlamış işletme çalışır hale gelmiş oluyor. Tam kazandık dediğiniz zaman yeni bir ÇED süreci, yeniden davalaşma derken zaten işletmenin ekonomik ömrü de tamamlanmış oluyor. Tüm bu süreç sisteme güven oluşturup ona kan taşımıyor belki ama “Biz ne yapabiliriz ki?” duygusunu yerleştirip, çaresizliği öğretiyor.
Hukuksal süreçler halkın kitlesel mücadelesinin sönümlendirilmesi noktasında siyasi iktidar tarafından kullanılıyor mu? Özel olarak kullanılıyor mu bilmiyorum ama işine geldiği kesin. Eğer mücadelenin ilk sırasına hukuki süreçleri koyup bundan sonuç alınması beklendiğinde, 4-5 yılı bulan yargılamalar, hatalı mahkeme kararları veya talebiniz gibi karar verilse bile kararların uygulanmaması, dolanılması süreçleri ve daha öncede dediğimiz gibi bu sırada zaten faaliyetinin önemli bir kısmını tamamlamış mücadelenin sönümlenmesine yetiyor.  
İşte başa dönersek imamın bildiğini okuyamaması caminin büyüklüğü ile ilgili değil, cemaatin kararlılığı ile ilgili.
-BİTTİ-
 



18 Haziran 2017 Pazar

Su çürüyor... (Pazar eki)

Özer Akdemir, İzmir Efemçukuru'ndaki altın madenine karşı verilen mücadeleyi yazdı: 'Su çürüdü'
Özer AKDEMİR
18 HAZİRAN 2017
Su çürüyor
“Bu konu çok önemli değerli arkadaşlar. Sadece İzmir için değil, sadece Efemçukuru için, enfes üzüm için değil, tüm ülke için çok önemli bir konu. İzmir’in başından şu altın madeni belasını bir çeksinler, biz de rahat bir ohh diyelim.”
2009 Efemçukuru Üzüm Festivalinde İzmir Büyükşehir belediyesi Başkanı Aziz Kocaoğlu bu sözleri ettiğinde herkes onu canı gönülden dinledi ve alkışladı. Sonraki sözleri daha çok alkış aldı. Uzun uzun Efemçukuru’daki altın madeninin zararlarından, Çamlı barajının neden önemli olduğundan ve niye yaptırılmadığından bahsettikten sonra şunları söyledi; “Ülkemi korumak için. ülkemin havasını, suyunu toprağını korumak için, sonuna kadar mücadele edeceğime namusum ve şerefim üzerine and içerim!...”
***
Aradan yıllar geçti. Ne zaman Efemçukuru Köyüne yolumuz düşse bu sözleri hatırlarım ve yanımdakilere de hatırlatırım. Çünkü kentin belediye başkanının yaptırılmaması için elinden geleni yapacağına dair namus-şeref sözü verdiği altın madeni 5 yıldır gece gündüz çalışıyor! Üstelik daha yeni kapasite arttırdı. Hem de artık yöredeki suları kirlettiği bilirkişi raporlarına giriyor. Köy bu yüzden aylarca susuz kaldı, tankerlerle su taşındı köye.  
Şimdi altın madencileri buna itiraz edeceklerdir; “O bilirkişi raporu mahkemece iptal edildi” diye. Gerekçesini de söylesinler o zaman! Desinler ki “Danıştay raporu hazırlayan bilim insanları İzmirli diye iptal etti”!. Bu yargı kararına “saygı duymayıp kabul edip etmemek” gibi bir lüksü yok vatandaşın. Sonuçta yeni bir bilirkişi heyeti oluştu ve yeni bir rapor hazırlanıyor şimdi.
***
Aziz Kocaoğlu’nun hakkını da yememek gerek aslında. Efemçukuru’na altın madeni yapılmasın diye bir hayli uğraştı. “Çamlı Barajı İzmir açısından yaşamsal önemde” diye demeçler verdi sürekli. “Bu maden çalışırsa İzmir’i taşımak zorunda kalabiliriz” diye çok geldi gitti Ankara’ya. Koltuğunun altında kalın kalın klasörler, bilimsel raporlar, barajla ilgili fizibilite çalışmaları oldu hep. Her seferinde hüsnü kabul gördü başkan. “Getirdiğiniz raporlar değerlendirilir sayın başkan” denip, sırtı sıvazlanarak gönderildi İzmir’e. Taa ki, bir bakan müsteşarının “ahlaksız teklifi”ne kadar. 
Müsteşar “Sayın başkan siz madene karşı çıkmayın, maden işini bitirdikten sonra Çamlı Barajını size bir kuruş para harcatmadan yapıp hediye etsin” dedi. Kocaoğlu orada ne söyledi bilemiyoruz ama TMMOB Başkanlarının olduğu bir toplantıda bu “ahlaksız teklif”ten bahsedince konu basına yansıdı.
Bu süreçte Kocaoğlu’na, “Başkan madene engel olmak çok zor. Karşıda hükümet, karşıda koca bir sermaye düzeni var. Öbür tarafta İzmir’in suyu. Siz bu durumu İzmirlilere anlatın, suyunuz tehdit altında, gelin Konak Meydanına birlikte karşı çıkalım’ deyin. Ancak o zaman bu bela defedilebilir” dendiğinde de hep karşı çıktı. “Benim bir problem çözme yöntemim var, kırıp dökmeden, ama sakin sakin, eğilip bükülmeden de” diye. Bu yöntemin işe yaramadığını 5 yıldır kentin damında işletilen altın madeni çok güzel özetliyor!..
***
Bakanlık diyor ki, “İzmir’in 2050 yılına kadar içme suyu diye bir sorunu yok. Biz Gördes’ten İzmir’e yılda 60 milyon ton su vereceğiz. 2040 yılından sonra da Çamlı Barajının yapılıp yapılmayacağını tekrar değerlendiririz”. 
Gördes İzmir’e 120 kilometre uzaklıkta. Bakanlığın milyonlarca İzmirliye çözüm diye önerdiği bu işte! 
İzmir’e kuş uçuşu 20 kilometre yakınlıkta, denizden 700 metre yükseklikte, kendi cazibesiyle suları 300 bin kişiye dağıtacak olan, kentin tek temiz yüzeysel su toplama kaynağını altın madenine verip, 120 kilometre öteden kente borularla su taşımak, dahiyane değil mi?!
Üstelik sorun sadece uzaklık olsa! Gördes Barajının çok yakınında sülfürik asitle üretim yapan kocaman bir nikel madeni var. Üstelik bu nikel madenine günde 40-50 kamyon asit taşınıyor. Her biri 30 ton olan tankerlerin yol güzergahı Gördes Barajına ve yeni planlanan Başlamış Barajına çok yakın. Madenden kirlilik sızmasa bile kamyonların yapacağı bir kaza ile bu barajlara tonlarca asitin karışması mümkün.
Bu senaryonun gerçekleşmesinin hiç de zor olmadığı bu yolda, son 1 yılda 5 sülfürik asit tankeri kazası ile görüldü. En son Akhisar’a 22 kilometre uzaklıkta şoför uyuyunca tanker devrildi, 27 ton sülfürik asit doğaya karıştı. Yapımı süren Başlamış Barajına ya da yer altı/yerüstü sularına etkisi oldu mu henüz bilmiyoruz ama çevredeki ağaçlar bir günde kurudu. Kaç canlının canını da aldığını bilmiyoruz asitin.
“Kapıdan girene kadar taşınan asitten biz sorumlu değiliz” diyen madenci şirket, “geçmiş olsun, olur böyle vakalar, Allah beterinden saklasın”dan öte bir önlem almayan, dökülmüş asitin üstüne tazyikli su sıkarak onun daha çok yayılmasını sağlayan resmi kurumlar var oldukça da öğrenemeyeceğiz.
*** 
Efemçurundan her gün ağır metaller İzmir’in suyuna karışıyor. Kentin suyunun garantisi diye pazarlanan Gördes Barajının yanı başında bir sülfürik asit tankeri devriliyor. Bir ağaç asitle kavruluyor, bir kuzu, tavşan, yılan, kurbağa dereden içip son nefesini veriyor. Bir kentin suyunun başına çöreklenmiş birileri. Su çürüyor! Namus, şeref sözleri havada uçuşuyor… 
“Bulut suya değiyor
su zamana
ve yalnız çakıltaşları
değil aşınmakta olan”*
Ahmet Telli (Pasaport Kahvesi)

EKOLOJİ MÜCADELESİ VE HUKUK- 3_Hukuk bitmiş mi ?


 18 Haziran 2017 04:18

Ekoloji mücadelesi ve hukuk dosyasının 3. gününde, uzun yıllar pek çok kent ve çevre derneğine avukatlık yapan Fevzi Özlüer'in yazısı yer alıyor.
Hazırlayan: Özer Akdemir
Hukuk bitmiş mi ?
Dosyamızın üçüncü gününde Avukat Fevzi Özlüer’in yazısı yer alacak. 
Ankara Barosu avukatlarından Özlüer, uzun yıllar pek çok kent ve çevre derneğine avukatlık yaptı. Uzmanlık alanı idare hukuku olan Özlüer’in, çevre ve hukuk alanında çok sayıda basılı kitabı ve makalesi bulunmakta. Özlüer aynı zamanda altın işletmeciliğinden, termik santrallere karşı açılan birçok davanın da avukatlığını yapmakta. 
Av. Fevzi Özlüer
1. SORUNU İYİ TASNİF ETMELİYİZ
Türkiye’de toplumsal mücadele pratiklerinin kurucu ve siyasal iktidarı talep eden toplumsal biçimlerden çok bir tür toplumsal baskı grubu işlevi olarak şekillendiğini kabul etmek gerekir. Türkiye işçi sınıfının örgütlenme haklarını budayan yasa değişikliğine karşı on binlerce örgütlü işçinin direnerek ve sokak gösterileriyle somutlaştırdığı, toplumsal tarihe 15-16 Haziran direnişi olarak geçen sürecin sonucunda bu yasa değişikliği Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Türkiye işçi sınıfının tarihi bir eyleminin somutlaştığı tarihsel kazanımın dahi bir ‘yargı kararı’ olduğu gözetildiğinde daha sakin olmak gerekiyor. Sorunu iyi tasnif etmeliyiz. Burada sorunlardan bir tanesi, Türkiye’de örgütlü toplum kesimlerinin bir iktidar perspektifine veya iktidara gelme iradesine yönelik kurucu faaliyet yoksunluğunun olmasıdır. Bu demek oluyor ki bu odakların “hukuk” yaratmak perspektifinde boşluklar mevcuttur ve mücadelesi parçalıdır. Projelere indirgenmiştir. Olgusal düzeyde bunlar yaşanmaktadır. Sanırım soru şudur, ekoloji mücadelesinde dava yoluyla bir toplumsal kazanım elde edebilirler mi? Bu soruya olumlu veya olumsuz yanıt vermek için, hukuku dava açmaya indirgememek gerektiği şerhini düşmek gerekir. Hukuki süreçler sadece dava yoluyla karar alma sürecine katılmak demek değildir. Ancak yukarıda da değindiğim gibi Türkiye’de muhalefet olarak kodlanan kesimler, temsili demokrasi sınırları içinde yargısal yollarla devlet yönetimine katılmak iradesi ortaya koymuşlardır. Evet, bu anlamda karar alma süreçlerine katılım yollarından biri olan dava açmakla devlet yönetimine katılmanın olanaklarının aşındığını kabul etmek gerekir. Bunun nedenine yönelik peşin yanıtım ise şu değildir, “yönetici sınıflar geniş toplum kesimlerinin yargısal araçları kullanarak, yatırım kararları hakkında süreçlere müdahil olmasını engellemek istiyorlar”, iddiası kısmi doğrular içermektedir. Çünkü, bu durum tüm bir kapitalist tarihsel seyirde bu şekilde açığa çıkar. Hiç bir yönetici sınıf veya egemenler, geniş halk kesimlerinin karar alma sürecine katılmasına müsaade etmez. Peki bugün bugüne özgü olan hal ve şartlar nelerdir? Soru şöyle sorulabilir, dava açarak ekoloji mücadelesinin kazanım elde edebileceğinin dayanakları nelerdir? Bu dayanak kapitalist sistemin asgari bir siyasal liberalizme veya temel hak ve özgürlüklere dayalı olduğuna dair kanaate yaslanmaktadır. Oysa kapitalist sistemin demokratik olamayacağı hele bugün ki dünya koşullarında yeterince ortadayken, bu beklentinin nedeni galiba toplumsal mücadelenin, kurucu bir irade olarak değil daha çok bir baskı grubu olarak ortaya çıkmış olmasıyla ilgilidir. Tıpkı 15-16 Haziranı yaratan işçi sınıfının elde ettiği pratik kazanım da göz önünde bulundurulduğunda, sorun siyasal alana bakış açımızla ilgili olduğunu daha açıkça söylemek gerekecektir. 
YARGI KARARI KAZANILMASI BAŞARI OLARAK KODLANAMAZ
Örneğin, termik santrallere, nükleer santrallere, köprü-otoyol inşaatlarına, altın işletmeciliğine hatta taş ocaklarına yol veren, siyasi-ekonomik “sürdürülebilirlik” çizgisini buralarda arayan siyasi iktidarın mahkemelerle durdurulma olasılığı var mı? Evet var. Hukuk toplumsal ve siyasal olarak bir ülke sınırları içinde yaşayan halkın nasıl, hangi kurallarla yaşayacağına yönelik normlar bütünüdür. Hukukun hem yasal hem de toplumsal dayanakları vardır. Yasalar ne derse desin, toplumsallaştırılmamış bir yasa pratikleşmez. Toplumun kültürlenme, hayatla ilişkilenme biçimi yasaları yeniden ve yeniden üretir. Bu anlamda da asıl önemli olan şey, toplumun ne istediğidir. Toplum ne istiyor? Bu istediği şeyin yönetimselleşmesini talep ediyor mu? Eğer toplumun adil, ekolojik ve eşitlikçi bir sistem  iradesi ortaya çıkarsa, doğaya bir toprak rantı gözüyle bakmadığı ekonomik algısı somutlaşırsa, üretime yönelirse, demokratik planlama pratiklerini esas alarak gelişmeyi ve iyi yaşamayı, yaşamını kurgulamayı isterse evet mahkemelerden de yasama organlarından da bambaşka kararlar çıkar. Türkiye’de korumaya esas değer olan iklim, çevre, kent gibi alanlarda açılan davalara bakıldığında mahkemelerin “manifesto” gücünde kararlar vermediği ve mahkemelerin de işlevinin bu olmadığı görülür. Türkiye’de son 20 yılda açılan ÇED davalarının hiç birinde, hukuk yaratacak bir maddi hukuk tartışmasının olduğunu söylemek güçtür. İptal kararlarının esasını izin belgesinin yer seçim kriterleri veya teknolojik alternatifler yönünden hukuka aykırılıklar taşıdığı gerekçelerine dayandığını görmek mümkündür. Örneğin, Türkiye çevre mücadelesi açısından çok önemli sayılan Bergama altın mücadelesi sürecinde idare tarafından ilgili altın işletmesinin kurulmasına yönelik verilen çed olumlu kararının iptali davasında mahkeme siyanür liçi yönteminin yaşama hakkı ihlali sonucunu doğuracağını söyleyerek iptaline gerekçe yaratmıştır. Yani seçilen teknolojinin yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ya da Cerattepe ile ilgili verilen ilk mahkeme kararında, bu maden arama faaliyeti için seçilen yerin yanlışlığına vurgu yapılmıştır. Mahkeme kararları çevre hukuku ilkeleri ekseninde örneğin ihtiyatilik ilkesine dayalı olarak gelişmemiştir. Burada asıl sorun, ekoloji mücadelesinin salt proje izin süreçlerine indirgenen pratiklerinde aranmalıdır. Çevresel yıkım ortaya çıkmadan, kirletici yatırımların engellenmesi için açılan davalar ekseriyetle işte bu izin süreçlerine dair davalardır. Korunan değeri tehdit edecek izin süreçlerine dava açılmış ve fakat iptal kararları sonrasında daha etkili ÇED raporları alınarak yeni izinlerin verilmesinin toplum kesimleri üzerinde yıldırıcı ve motivasyon bozucu bir etkisi olduğu kabul edilmelidir. Ancak, bu da çevre korumanın sadece yargı kararıyla bir işlemin iptalinde başarı gören yaklaşımın ürünüdür. Toplumsal yaşamın mahalle, ilçe, il ve ülke düzeyinde nasıl oluşturulacağı sorunu es geçilmeden bu kazanım ve kayıp meselesine yanıt üretmek gerekecektir.
2. HUKUK YARATMAK...
Dediğim gibi kategorik olarak bir davanın kazanılması doğa varlıklarının da kazandığı anlamına gelmediği gibi bir izin sürecine yönelik davanın kaybedilmesi de ekolojik yıkıma neden olacağı anlamına gelmez. Dava süreçlerine bu denli anlam yüklemeyi doğru bulmuyorum. Davaların kazanılması veya kaybedilmesi toplumsal mücadele pratiklerinde nasıl bir uğrağa işaret ediyor buna dikkat kesilmek gerekir. Örneğin, bir dava süreci olarak Yuvarlakçay’da ortaya çıkan nöbet çadırları da kurucu bir hukuk aracıdır. Yargısal yollara başvurarak yurttaşların idareye yönelik, “Bu kararınız doğru değil” bu karardan vazgeçin çağrısından belki de daha değerlidir. Ancak bu tür kurucu hukuki pratikler, kalıcı değil geçici formlar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu formlar, dava süreçlerine ve davadan elde edilecek başarıya ve hatta davaları belirlemeye dönüşebilmektedir. Oysa davalar kaybedilebilir. Ya da hiç dava açılmamış da olabilir. Önemli olan hukuk yaratmaya yönelik iradenin nasıl tecelli edeceğidir. Toplumlar davalarını üretimi yönetemediklerinde kaybeder, davaları kaybettiklerinde değil. 
3. ADALETE CÜRET ETMEK GEREKİR
Adalet duygusunun güvencesi güçlü bir kamu yönetimdir.  Toplum kamusallıklar yaratarak güçlü bir kamu yönetimi inşa edebilir. Türkiye’de planlı dönemin sona ermesine paralel devletin ve aslında adalet hizmetlerinin de piyasalaştırılması süreci yaşanmıştır.  Devlet bir şirkete dönüştürülmek istenmiştir. Yeni kamu işletmeciliği denilen yaklaşımla devlet kapitalizmi inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu sürecin yaklaşık 40 yıllık bir neoliberal politikalar geçmişi de vardır. Bu geçmiş içinde, temel hak ve özgürlükler gibi ekonomik ve sosyal haklar da gerilemiştir. Toplum genelleşmiş bir yönetim sistemi kuramamış, haklarını korumaya yönelik örgütlülüklerini yitirmiştir. Adalet mekanizmasının güç ilişkilerine bağlı olarak anlam kazandığı bir dünyada, yasaları uygulayanların da bu güç dengelerine bakarak karar vermesi kadar normal bir tutum yoktur. Bir hassas terazi beklentisi, maalesef ham bir hayaldir ve toplumsal bir değeri yoktur. Kadınlar güçlü değilse, medeni haklar zayıflar; yoksullar güçlü değilse kentler mutenalaşır, köylüler güçlü değilse dereler satılır. Peki bu adaletsizlikle yasaları ayakta tutmak mümkün mü? Bu olanağı da iyi görmek ve adalete cüret etmek gerekir...
4. DEVLET SİZE MERHABA DER 
Kapitalist sistemin krizi ile devlet krizi arasında paralellikler vardır. Ama bir ve aynı şeyden bahsetmek mümkün değildir. Bugün adalet sisteminin bir kamu politikası olarak tıkanması, kapitalist sistemin arzu ettiği bir durumdur. Kamu yönetiminin işlemesi, Türkiye gibi ülkelerde gelişen üretim dışı büyümeci sistem için bir tehdittir. Bu nedenle de dava açmanın sisteme meşruiyet sağladığını söylemek totoloji yaratır. Çünkü devlet düzeni modern toplumun her anına içkindir. Sabah kalkıp yüzünüzü yıkadığınızda devlet size merhaba der. Kanalizasyon ve su idaresi oradadır. Sokağa indiğinizde belediye sizi kaldırımlarıyla karşılar. Karşıdan karşıya geçiren ışıklar da öyle... Bu nedenle de devletin bir düzen kurucu olarak varlığını modern toplumlar hayatlarından çıkartamayacaklarına göre ve anarşizan bir devletli toplum olmayacağına göre kamu yönetiminin adilleştirilmesinin sadece küçük bir uğrağı olan yargısal yollara başvurmak ısrarla kamu düzeninin toplum tarafından yaratılma iradesinin sahiplenilmesi olarak görülmedir. 
5. VATANDAŞLIK HUKUKUN TA KENDİSİDİR
Sanırım bu soruya yukarıda yanıt vermiştik. Vatandaşlık hukukun ta kendisidir. Gerisi çıplak doğadır. 
6. MUKTEDİR OLMAYA YÖNELMEK GEREKİR
Yukarıda da vurguladığım gibi hukuk yaratma mücadelesi asıl ve tek bir mücadeledir. Siyasal mücadelenin kendisi bir hukuk yaratma iddiasıdır veya değildir. Türkiye’de toplumsal mücadele pratikleri hukuk yaratma mücadelesine dönüşmemiştir, bir hukuk mücadelesi olarak kalmıştır.  Hukuk mücadelesi de dava kazanmakla sınırlı bir perspektiften öteye toplumsalın örgütlenmesine dair önemli kazanımlar ortaya koyamamıştır. Ekoloji mücadelesi dahil Türkiye’de toplum kesimlerinin kendi kendini yönetme iradesini ortaya koyabilmesi gerekir. Toplumlar üretmek zorundadır. Üretimlerini planlamak ve bu üretimi de yönetmeleri gerekir. Türkiye toplumu geleceğini, doğasını ve emeğini üretmek zorundadır. Bu üretimi de yönetmelidir. Fakat görüleceği üzere seçilen terminoloji bile daha çok, üretimi yönetmekle ilgili değil mevcudu korumakla ilgilidir. Yaşam savunuculuğu değil, yaşamı üretmek bence bugün yapılması gereken şeydir. Ekolojiyi mevcut yönetimlerin koruyamadığını söylemek yeterli değildir. Ülkenin nasıl gelişeceğini, nasıl iyi yaşanacağını, nasıl korunacağını, planlanacağını bir arada düşünmeye sıçranmazsa mevcut durumdan bir ders çıkartılamaz. Muhalefet kalmaya değil muktedir olmaya yönelmek gerekecektir. 
7. İNSAN PARÇALANIRSA ŞEHİR DE PARÇALANIR
Tabii kaçınılmaz olarak var. Adalet siyasal bir olgudur. Pozitif hukuk alanına ait bir kavram değildir. Adil yönetim veya toplum; toplumun siyasal olumlanma düzeyi ile ilgilidir. Siyasal alan için adil olan, adalet sistemi için de adildir. Bu nedenle de adalet kavramlarının meşruiyeti önce toplumla sınanır. Şehrin arsa olduğu yerde, AOÇ’nin paramparça olmasının toplumsal vicdan üzerinde bir etkisi yoktur. Hayat önce toplumun hafızasında ve hayallerinde inşa ediliyor veya yıkılıyor.  Bu bir tasarımdır. İnsan parçalanırsa şehir de parçalanır..
8. ÇEVRE KORUMANIN ARACI OLAN DAVA 
Evet bir kez daha söylemek gerekir, hukuki süreçlerden yalnızca biridir dava açmak. Davanın da amacı bellidir. Halkın meramını yargı yoluyla devlete ulaştırarak karar alma sürecine katılmak. Karar alma sürecine katılınıldığı anda davanın işlevi ortadan kalkar. Amaç yerine gelir. Hukuk yaratmak için yargısal yollarla karar alma sürecine katılmak gerekmez. Çevre korumanın aracı olan dava açarak yargısal yolla karar alma sürecine katılım, davanın aktörleri tarafından bir amaca dönüşebilmektedir. Hatta öyle bir amaca dönüşmektedir ki dava açmakla istenilen hedefler bile unutulmaktadır. Bir süre sonra da bir kaç avukatın yürüttüğü bir yargısal hizmete dönüşmektedir. Tabii ki eğer yurttaşların katılım iradesinin sınırını talep ettikleri dava konusu oluşturuyorsa, kitlesel mücadelenin devam etmesinin de bir sebebi kalmayacaktır. Ancak dava açma iradesinin temsil ettiği değerlerle kitlesel mücadelenin konusu arasında bir çatışma veya bir yakınlık-akrabalık olsa bile bir özdeşlik yoksa kitle mücadelesiyle ontolojik çelişkiler yaşayabilir. Kitle mücadeleleri davayı kendi mücadelelerin bir aracı olarak görüyorlar mı görmüyorlar mı ? Buna yanıt vererek bu sorunun yanıtını almak mümkündür. Kitle mücadelesi neyi amaçlıyor? Bu tartışma bitmek bilmez bolşevik parti menşevik parti tartışmasına da dönüşebilir.. Lakin durumun pek öyle olduğunu düşünmüyorum. Asıl sorununun kitle mücadelesinin iktidar ufuğuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Siyaseti davaya indirgeyen bir havaleci siyaset tarzının Türkiye’de hakim olduğunu düşünüyorum.  Bu tarz da sadece çevre mücadelesine falan da has değildir. Bu nedenle de kitlesel mücadeleyi sönümlendiren asıl şeyin onun siyasal ufku olduğunu değerlendiriyorum. Kitle örgütlülüğü hukuk yaratmak istedi de bunu mahkeme kararları mı engellemiştir? Böyle bir kitle örgütlülüğü ve önderliği falan
yoktur. 
SORULAR:
1. Son gelinen aşamada ekoloji mücadelesinin hukuksal süreçlerle bir kazanımı olabileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin, termik santrallere, nükleer santrallere, köprü-otoyol inşaatlarına, altın işletmeciliğine hatta taş ocaklarına yol veren, siyasi-ekonomik “sürdürülebilirlik” çizgisini buralarda arayan siyasi iktidarın mahkemelerle durdurulma olasılığı var mı?
2. Takip ettiğiniz, kazandığınız ama bir türlü yargı kararlarını uygulatamadığınız, sonuçta da ekolojik yıkıma, doğa tahribatına ve vatandaşların hak kaybına neden olan davalarınız var mı? Bir iki örnek verir misiniz?
3. Şu anki yasalar ve adalet mekanizması ile ekolojik tahribatı önlemek mümkün mü?
4. Eğer yanıtınız olumsuzsa, açılan her davanın, tıkanan, iyice içinden çıkılamaz hale gelen sisteme olan güveni yeniden oluşturduğu, bir anlamda ona kan taşıdığı görüşüne katılır mısınız?
5. Yurttaşlara bu koşullarda bile olsa  “Hukuktan tamamen vazgeçin” demek mümkün mü?
6. Yanıtınız olumlu ise hukuk mücadelesi yerine yaşam alanlarının savunulması için neler yapılmalı sizce?
7. Sizce halk desteği ve kitlesel mücadele ile yargı kararları arasında doğrudan bir bağlantı var mı?
8. Son olarak, hukuksal süreçler halkın kitlesel mücadelesinin sönümlendirilmesi noktasında siyasi iktidar tarafından kullanılıyor mu? Bergama, Gezi Parkı ve son olarak Artvin mücadelelerini bu açıdan değerlendirilebilir misiniz?

Yarın: Yaşam nöbetlerinden yeni bir hukuk


Bergama davalarına bak bugünü gör

Mahkeme yaklaşık 15 yıldır kesintisiz çalışan Bergama Ovacık Altın Madenine 2009 yılında verilen ÇED Raporunu iptal etti.
Özer AKDEMİR
İzmir
Bergama davalarına bak bugünü gör

Mahkeme yaklaşık 15 yıldır kesintisiz çalışan Bergama Ovacık Altın Madenine 2009 yılında verilen ÇED Raporunu iptal etti. ÇED Raporundaki flora fauna incelemesini yetersiz bulan İzmir 3. İdare Mahkemesi bilirkişi raporundaki azınlık görüşünü temel alarak ÇED Raporunun hukuka uygun olmadığına hükmetti. Ülke tarihinin en önemli adalet arayışlarının yaşandığı bir süreçte gelen bu kararı yorumlayan hukukçular, bugünlere nasıl gelindiğinin en iyi Bergama davalarına bakılarak anlaşılabileceğini söylüyorlar. 
FLORA / FAUNA KAĞIT ÜZERİNDE BELİRLENMİŞ
İzmir 3. İdare Mahkemesi ÇED Raporunun iptal kararını verirken 4 Mart 2016 tarihinde madende yapılan bilirkişi incelemesi raporunu esas aldı. Bilirkişi raporunda imzası bulunan Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Dönmez ve Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Uğur Doğan'ın tespitleri yıllardır çalışan madenin eksikliklerini ve bölge açısından nasıl bir risk olduğuna yönelik verileri ortaya koydu. Madenin durumunu biyolojik açıdan değerlendiren Prof. Dr. Dönmez çok önemli bir gerçeği deşifre etmişti. Dönmez, madenin ÇED raporunda ele alınan bitkisel ve hayvansal unsurların tamamen literatür bilgisine göre hazırlandığını belirterek raporda, "alanda arazi çalışması yapılarak herhangi bir canlı örnek toplanmamış buna bağlı olarak herhangi bir örnek numarası, toplanan örneklerin saklandığı müze ve herbaryum belirtilmemiştir” demişti.
 
BAKIRÇAY'DAN ÇANDARLI'YA KADAR KİRLİLİK RİSKİ VAR
Prof. Dr. Uğur Doğan ise madenin faaliyet alanının ÇED raporunda gösteren alanın dışına taştığının uydu fotoğrafları ile tespit edildiğini ortaya koymuş, eskiden pasa döküm alanı olarak kullanılan alanın 2. atık havuzu yapıldığını ve bu işlem için ÇED raporunun olup olmadığı ile ilgili dosyada herhangi bir bilginin bulunmadığını dile getirmişti. Raporda, işletme alanının bir kısmının ve açık havuz depolama alanının Bergama Ovası’nın verimli alüvyonları üzerinde olduğuna dikkat çeken Doğan, deprem riski ile ilgili şu çarpıcı bilgileri sıralamıştı; “Fay aktivitesine bağlı yeni açık ocak tesisinde meydana gelebilecek herhangi bir risk durumunda özellikle Bergama Graben’nin doğu bölümünde su kirliliğinin yaşanması ve bu kirlilik Bakırçay Deltası’ndan, Çandarlı Körfezi’ne kadar ulaşması mümkündür”. 
MEVZUATA UYGUN AMA EKSİK
Bilirkişi raporunun sonuç kısmında ÇED Raporunun yönetmeliğe uygunluk, siyanürleme, su kaynakları kullanımı, çevresel izleme programı gibi konularda mevzuatlara uygun olduğu sonucuna varılmış olmasına rağmen, flora/fauna, deprem riski ve su taşkınları ile ilgili kısımların özensiz ve bilimsel yönden eksik olduğu dile getirilmişti. 

HUKUKA UYGUN DEĞİL
Bilirkişi raporuna yönelik itirazları da göz önüne alan İzmir 3. İdare Mahkemesi ÇED Raporunun flora ve faunaya ilişkin hususlar dışında hukuka ve mevzuata uygun olarak hazırlandığını ileri sürerken, raporu; "bu alanın gerçek flora, fauna ve diğer canlı grupları bakımından tür çeşitliliği, popülasyon zenginliği, Türkiye'deki dağılışı, yok olma durumu belirlenmeden hazırlandığı" gerekçesiyle iptal etti.
DANIŞTAY KARARLARININ UMURSANMADIĞININ KANITI
Kararı değerlendiren davayı yürüten hukukçulardan EGEÇEP Hukuk Komisyonu üyesi Av. Arif Ali Cangı, kararın bilirkişi heyetinin azınlık oyuna karşın verilmiş bir karar olduğunu belirterek, "Mahkeme kararında “ÇED raporlarının alanın gerçek flora, fauna ve diğer canlı grupları bakımından tür çeşitliliği, popülasyon zenginliği, Türkiye'deki dağılışı, yok olma durumu belirlenmeden hazırlandığı” tespitini yapıyor. Kararlar 1997 Danıştay kararının devamı niteliğinde. 1997 yılında Danıştayın verdiği karardaki tespit ve uyarıların umursanmadığını son kararlar ile de görüyoruz" dedi. 
BERGAMALILARIN HAKLILIĞI BİR KEZ DAHA KANITLANDI
Bu kararla  Bergamalıların yaşamı savunma mücadelelerinin haklılığının, Ovacık Altın Madeninin hukuka aykırı çalıştırıldığının bir kez daha yargı kararı ile belgelendiğini belirten Cangı, "Şimdi yapılması gereken, yeni yeni kanuna karşı hilelere izin verilmemesi,  Ovacık Altın Madeninin temelli kapatılması,  işletme sahasının  olabildiğince düzenlenmesi, madencilerin Kozak’tan elinin çekilmesidir. Aynı zamanda yıllardır Ovacık Altın Madeni ile ilgili işlenen suçların derinlemesine soruşturulması, kamu görevlisi olsun şirket yetkilisi olsun suç işleyen sorumluların cezalandırılması gerekir" dedi.
 
HUKUKSUZLUKTAN ÇIKIŞ YOLU ARIYORUZ
Mehmet Horuş: (TMMOB Metalurji ve Jeoloji Mühendisleri odaları adına Bergama ÇED davasının avukatı): Sonuçta 25 yıllık bir hukuk mücadelesi eksiksiz devam ediyor. Kararın gerekçesinin artık çok bir önemi yok.  Bergamalılar, Egecep, Tmmob ve bağlı odalar, davanın avukatları bu işin peşini bırakmadı. Bu ısrarın ekoloji mücadelesi içinde ayrı bir yeri var. Mahkeme bir kez daha iptal kararı verdi. Bergama Ovacık Altın Madeni hukuka aykırı ÇED kararlarıyla çalıştırıldı. Karar bu durumu tescil ediyor. 
Bergama davaları, Türkiye’de hukuk sisteminin yaşadığı neoliberal dönüşümün ve sosyal hukuk devletinin tasfiyesinin en büyük tanıklıklarından biridir. Bugünlerde tarihimizin en büyük adalet eylemini gerçekleştiriyoruz. Nasıl bugünlere geldiğimizi en iyi Bergama davalarına bakarak anlayabiliriz. Şimdi Ülke olarak bu hukuksuzluktan çıkış arıyoruz. Yani her yer Bergama." 
YENİ BİR RAPORLA OLMAZ
Kimya Mühendisleri Odası adına davayı yürüten Av. Fevzi Özlüer de 1997 yılıhndaki Danıştay kararına vurgu yaptı. Özlüer: "Burada asıl bu işletmenin havaya ve suya etkisinin belirlenebilir olmadığı sonucunu çıkartan bir rapor olarak görülmeli bu flora faunaya etki raporu. Gerçekten de Danıştay bir altın madeni arama davasında da aranılan yerin özellikleri dikkate alındığında suya etkileri belirlenemediğinden iptaline' dedi. Burada önemli olan bence bu. Çed raporu ihtiyatlık ilkesine olduğu kadar basit bir denetimin de nasıl yapılacağını ortaya koyabilmeli. Gidip basit bir flora fauna etki raporu çıkartmakla olmaz. " 
DANIŞTAY 1997 YILINDA 'SİYANÜRLE ALTIN ÇIKARILAMAZ' DEMİŞTİ
Danıştay 6.Dairesi 13 Mayıs 1997 tarihli kararında özetle şunlar yazılı: "Altın madeni işletme yönteminin yarattığı sakıncaların doğrudan ve dolaylı olarak insan yaşamı ile ilgili olması karşısında, yaşama ve sağlıklı çevrede yaşama hakkına ilişkin Anayasa ve yasa hükümleri de dikkate alınarak, idari işlemin yargısal denetiminde öncelikle kamu yararı ve bu kavramdaki önceliklerin irdelenmesi gerekmektedir. Siyanür liçi yöntemi ile altın madeni işletilmesinde işletmeciyle ve yapılacak olan denetime duyulan güvene bağlı olarak risk olasılığının azalacağından söz etmek mümkün değildir” 

Son Düzenlenme Tarihi: 18 Haziran 2017 15:05

17 Haziran 2017 Cumartesi

EKOLOJİ MÜCADELESİ VE HUKUK-2_Toplumsal direniş olmadıkça çevre mücadelesi beyhudedir

Toplumsal direniş olmadıkça  çevre mücadelesi beyhudedir

  
 17 Haziran 2017 04:23
Ekoloji Mücadelesi ve Hukuk-2 dosyasında bu kez İzmir Barosu avukatlarından Ömer Erlat ve Antalya Barosuna bağlı Av. Tuncay Koç yer alıyor.
Hazırlayan:  Özer AKDEMİR
Ekoloji Mücadelesi ve Hukuk dosyasının ikinci bölümünde İzmir Barosu avukatlarından Ömer Erlat ve Antalya Barosuna bağlı Av. Tuncay Koç’un değerlendirmeleri yer alıyor. 
Her iki hukukçu da TBB Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu üyesi, İzmir Barosuna bağlı avukatlardan Ömer Erlat Ege’deki çevre davalarının önemli isimlerinden birisi. Kıyıların turizm teşvik adı altında yapılaşmaya ve şirketlerin talanına açılmasına karşı açılan dava ve Bergama davalarının AİHM başvuruları sürecinde İzmir Barosu eski Başkanlarından merhum Noyan Özkan’la birlikte katkı koyan Erlat aynı zamanda, Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Sekreteri. 
Av. Tuncay Koç da Antalya Barosu Avukatlarından. Alakır ve Kemer davalarını yürüttü. TBB Çevre ve kent Hukuku Komisyonu Üyesi.
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ÇEVRE HUKUKU
Av. Ömer ERLAT
1980 Anayasası’nın kabulünden sonra, Çevre Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Kıyı Kanunu, Milli Parklar Kanunu, bBoğaziçi Kanunu, Mera Kanunu, Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Seferberliği Kanunu gibi temel düzenlemelerle çevrenin, kültür varlıklarının, kıyıların, meraların, toprakların korunması yönünde ciddi adımlar atılmıştır. 1980 öncesinde de  Orman Kanunu ve Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Kanunu gibi kadim orman ve ağaç koruma eğiliminin yansıması olan kanunlar koruma mevzuatını güçlendirmekteydi. 
Bu arada, 1980 dönemi cunta rejiminin orman, mera ve kıyı alanlarının yağmasının önünü açmak üzere çıkardığı Turizmi Teşvik Kanunu gibi kanunların uygulama yönetmelikleri hazırlanamadığı için yağma kanununun hayat bulamaması, Çevre Kanunu’na dayalı olarak hazırlanan ÇED Yönetmeliğinin çıkarılması, Çeşme Yarımadası’nın hemen tümüyle koruma altına alınması gibi karar ve uygulamalar bu dönemde bürokraside de koruma eğiliminin varlığını gösterir.
 Av. Ömer Erlat
Av. Ömer Erlat
Ramsar Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkındaki Sözleşme, Bern Yaban Hayatının Korunması Sözleşmesi, Rio Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi gibi bir dizi Uluslararası koruma sözleşmesinin kabulü de 1980 sonrası koruma eğiliminin güçlendiği döneme tekabül eder. Bu iklim içinde çevre koruma mücadelesinin hukuk ayağı gelişir. Mevzuatı, kamuoyunu, bilim ahlakına sahip bilim adamlarını, hukukun üstünlüğünü önceleyen yargıçları ve kamu görevlilerini, duyarlı basın organlarını arkasına alan avukatlar gurubu önemli yargısal başarılara imza atarlar ve aynı zamanda çevre mücadelesinde gönüllü hukuk mücadelesinin geleneğini de oluştururlar. 
Koruma baharı sona eriyor
Yukarıda sıraladığım, koruma baharı 2001 yılından itibaren tedricen sona ermeye başlar. Aslında Çevre Kanunu ve Kıyı Kanunu gibi birincil normlarda çok ciddi sayılmayacak düzenlemeler yapılırsa da özellikle yönetmelikler gibi ikincil normlarla temel düzenlemelerdeki koruma fikrinin yerini yıkım ve talan alır. 2000’li yılların başında çevre hukuku mücadelesi somut yıkımların dava edilmesinin yanı sıra temel kanunlara aykırı yönetmelik ve kararların iptali davaları ile geçer. Bu arada 2000’li yılların ortalarından itibaren kamunun elindeki kıyıların, orman alanlarının, meraların kişilere devri, tahsisi ve amaç dışı kullanımı düzenlenir. Gönüllü çevre hukuku mücadalesini yürüten bir avuç avukat için hedef giderek genişler. Yeni aktörlerin mücadeleye katılımı pek görülmez iken öncekilerde yorgunluklar belirir.
Orta yolcu Anayasa Mahkemesi
2000’li yılların ilk beş/on yıllık kesiminde, normların hukuksal denetimi  yönündeki hukuk mücadelesinde, başta Danıştay olmak üzere idari yargı organlarının, Anayasa’nın ve birincil normların koruma yönündeki temel eğilimlerini öncelediği bunlara aykırı ikincil düzenlemelerin iptali yönünde kararlar aldığı görülür. Danıştayın, kanunlarda yapılan değişiklerin Anayasa’ya aykırılığını itiraz yolu ile ileri sürüp Anayasa Mahkemesine gittiği görülür. Anayasa Mahkemesinin bu dönemdeki tutumu ise daha “orta yolcu” dur. İdareye korumama yönündeki yasanın aslında nasıl olması gerektiğinin işaretlerini verir. Bu dönemin bir diğer özelliği de Danıştayın iptal ettiği ikincil normların yerine iptal gerekçelerini dikkate almadan öncekinden farksız düzenlemelerin yürürlüğe konulabilmesidir. Bu döneme örnek vermek gerekirse;
-2008 tarihinde yayınlanan ÇED Yönetmeliği ile ÇED kapsamı dışında bırakılan (muafiyetler) projeler kategorisi getirilmiş ancak bu düzenlemeler Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararı ile iptal edildiği halde ÇED muafiyetleri sonraki yönetmeliklerle daha da genişletilerek devam ettirilmiştir.
-Turizm Teşvik Kanunu’nun orman ve meraların turizm bölgesi olarak tahsisi ve yapılaşmaya açılmasına ilişkin düzenlemeleri Danıştay tarafından itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine götürülmüştür. Danıştayın bu kararında “Ormanların orman olarak korunmasında kamu yararı vardır.” yönündeki tespiti o dönem için hayli önemli olmuştur. Ancak, Anayasa Mahkemesi düzenlemeyi iptal etmiş ise de kararında ormanların orman olarak korunmasında kamu yararı olduğunu değil turizm amacıyla kullanılabilmesinin de mümkün olduğunu kabul etmiş, bu amaçla düzenlemenin nasıl yapılması gerektiğini kararında izah etmiştir. Sonuç olarak yasa ormanların ve meraların turizm bölgesi olarak tahsis ve yapılaşmaya açılmasına imkan veren düzenlemeler içermiştir.
- Bugün yaşanan maden ve taş ocağı talanının önünü açan Madencilik Kanunu’nun 7. maddesinde yer alan madencilik faaliyetlerindeki izinlere ilişkin düzenlemeler Danıştay tarafından itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine götürülmüş ve Anayasa Mahkemesi düzenlemeyi iptal etmiş ise de 2010 yılında çıkarılan yeni yasa ile önceki düzenleme biraz uzun cümlelerle de olsa aynen yasada yer almıştır. Bu arada 2004 yılında yapılan değişiklik hakkında yürütmenin durdurulması kararı verilmeden iptal edilen yasa uygulamada tutulmuştur. Bu dönemde çevre mücadelesini yürüten belli başlı bir kaç isim dışında önceki dönemden avukatlar kalmamıştır. Ancak, Ankara da ekoloji avukatları grubu, Karadeniz’de ve Artvin de bireysel çabaları ile mücadele veren avukatlar, İstanbul da sivrilen bir kaç genç avukat bu dönemin hukukçuları olarak anılmalıdır. Baroları, meslek odalarını ve gönüllü çevre derneklerini temsil eden ve hatta kimi zaman kendi adına davalar açan bu avukatlar hukuk mücadelesinin temel aktörleridir.
Çevre hukuku mücadelesinde üçüncü dönem
- 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği referandumundan sonraki dönem çevre hukuku mücadelesinde üçüncü dönemdir. Anayasa mahkemesi ve yüksek yargı ve idare mahkemeleri  siyasetin kontrolünde yeniden yapılandırılmıştır. KHK’lerle Çevre Bakanlığı yeniden yapılandırılmış “Şehircilikle” birleştirilmiştir. KHK’lerle Kültür Varlıkları Koruma Kanunu’nda bir çok değişiklik yapılmış, doğal sitler yeniden düzenlenmiş bu arada bir çok doğal sit kararları iptal edilmiştir. Yargıda siyasetin onaylamadığı hiçbir kararın çıkması mümkün olmadığı gibi zaten mevzuatta adı var kendi yok koruma mevzuatı haline gelmiştir. Bu dönemde AB ile bağların sürdürülüyor olması nedeniyle sahte de olsa evrensel hukuk ilkelerine bağlılığın korunduğu görüntüsü yaratılmıştır. Bu iklimde örgütlü mücadele ile desteklenen hukuk mücadelelerinde kısmi başarılar elde edilebilmiştir. Gezi Parkı davası ve Artvin birinci davası, Urla villaları davası  bu çerçevede değerlendirilebilir. Ancak bu kararları veren hakimlerin daha sonra sürgün edildiği, görevden alındığı, Danıştayda bu olumlu kararların ortadan kaldırıldığı yeni atanan hakimlerle siyasilerin istediği kararların verildiği bilinmektedir. 
15 Temmuz 2016, özellikle 16 Nisan 2017 sonrası yeni bir dönemdir. Bu dönemde ne yargı bağımsızlığından ne hukukun üstünlüğünden ne de çevre hakkından söz edilebilir. Aslında en temel insan hakkı yaşama hakkının dahi artık koruma altında olmadığı yeni bir dönemdeyiz. Bu dönemde dava açarak çevre mücadelesinde başarı elde etmek beklenmemelidir. Dava açılmasının yapılan hukuksuzluklara meşruiyet katacağı doğrudur. Ancak, bu dönemde hukuksuzluk için meşruiyet de aranmayacaktır. Çünkü iktidarın kendisi gayrimeşrudur. Meşru olmayan bir yapı, eylem ve işlemlerinin meşruiyetini sağlama gibi dert içinde olmayacaktır. 
Toplumsal direniş olmadıkça çevre mücadelesi beyhudedir
Bundan sonra çevreye dair yıkımın boyutları çok daha büyük olacaktır. Çevre mücadelesi birkaç gönüllü avukat ve üç beş duyarlı yurttaşla ite-kaka yürütülecek bir iş değildir. Özel olarak çevre mücadelesi, genel olarak yaşamın savunulması yaygın toplumsal direnişle desteklenmedikçe beyhude bir çaba olacaktır. 
YARGI BİTMİŞTİR!
Av. Tuncay KOÇ
1-Bugün gelinen noktada yargı bitmiştir. Özellikle çevre mücadelesi çerçevesinde hiç bir büyük davanın mahkemelerde kazanılma şansı olduğuna inanmıyorum. Sistem buna cesaret edecek hakimi ortadan kaldırdı.
2-Doğrudan uygulatamadığım bir karar yok. Ancak, Alakır Dereköy Hes davasında 1 kez Çed Gerekli değildir 2 kez de ÇED olumlu kararı iptal edilmesine rağmen 3. ÇED olumlu kararını aldılar. Buna da yürütmeyi durdurma kararı çıkmasına rağmen santral bitme aşamasına geldi. Yine Kemer Kındılçeşme kamp alanı planı iptal edilmesine rağmen, eskiden olduğu gibi halka açılmadı. Şirket de alanı tamamlayamadı. Tamamlamak için yeni kararlar alma peşinde...
3-Şu anda yasalardan ziyade bir yargı mekanizması sorunu var. Bu sistem bitmiş durumda. Adalet değil, çürüme üretiyor. Yasalarda da tabii geriye gidiş hızlandı. En basiti dava açma süresinin ÇED’lerde 30 güne indirilmesi ya da maden mevzuatının alabildiğine geniş kullanılarak her yere taş ocağına izin verilmesinin önünün açılması gibi. Mevzuat küçük  değişikliklerle iyi hale getirilebilir fakat sistemin iyi hale getirilebilmesi imkansız neredeyse... 
 Av. Tuncay Koç
Av. Tuncay Koç

4- Bu soruya 5. soruyla beraber yanıt vereyim. Açılan her davanın sistemi meşrulaştırdığını düşünmüyorum. Dava bir araç, bunu açmazsanız sadece fiili direniş kalır geriye... Biz kendi koydukları yasalara bile uymuyorları da göstermek için dava açıyoruz. Madem bir kural var, uyun. Uymuyorlar... Davaları tamamen geriye çekmek doğru değil. Tek savunma hattını davalar üzerinden örmek de doğru değil...
6-Yaşam savunması öncelikle bir zihinsel durum. Tüm canlıların hayat hakkının savunulması, temel insan haklarının öğrenilmesinden öğretilmesinden, paylaşımından geçer. Sonra diğer canlı haklarına daha kolay geçiş yapabiliriz. Dünyayı daha geniş kavramak için geniş bakış açısı kazanmak gerek. Bu da daha çok iletişim kurarak, paylaşarak olacak. Medyanın içinde bulunduğu duruma bakarsak işimiz zor. Alternatif yolları çoğaltmak lazım...
7- Kısaca evet. Toplumsallaşmış bir dava, mahkemede daha kolay kazanılır. Mahkemede kazanılmasa da yürekler de kazanılır. Topluma mal olamayan, ya da görünür olamayan bir davanın kazanılma şansı daha düşük.
8-Tabii ki iktidar, önemli davalarda ya da toplumsal olaylarda  kendi lehine hamleler yapıyor. Toplumsal olayları söndürmek için de yargı süreçlerini kullanıyor. Yargı mekanizması zaten iktidar için bir araç. Adalet mekanizması olarak bakmıyor. Tamamen araçsallaşmış bir sopa. Gerektiğinde tepemize inecektir. Ekosistemin tepesine de iniyor. Görüyor yaşıyoruz. Cerattepe davasının son aşamaları tam bir komediydi. Her şey kurgulanmıştı. Gezi Parkı’nı fiiliyatta kaybeden iktidar, kağıt üstünde kazanmayı seçti. Son HSK seçimleriyle bir arada düşündüğümüzde artık tam anlamıyla bir Saray yargısı var. Çözüm, yargıda kahraman hakim aramakta değil, bu sistemi değiştirmekte. Daha fazla siyasette. 
SORULAR:
1. Son gelinen aşamada ekoloji mücadelesinin hukuksal süreçlerle bir kazanımı olabileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin, termik santrallere, nükleer santrallere, köprü-otoyol inşaatlarına, altın işletmeciliğine hatta taş ocaklarına yol veren, siyasi-ekonomik “sürdürülebilirlik” çizgisini buralarda arayan siyasi iktidarın mahkemelerle durdurulma olasılığı var mı?
2. Takip ettiğiniz, kazandığınız ama bir türlü yargı kararlarını uygulatamadığınız, sonuçta da ekolojik yıkıma, doğa tahribatına ve vatandaşların hak kaybına neden olan davalarınız var mı? Bir iki örnek verir misiniz?
3. Şu anki yasalar ve adalet mekanizması ile ekolojik tahribatı önlemek mümkün mü?
4. Eğer yanıtınız olumsuzsa, açılan her davanın, tıkanan, iyice içinden çıkılamaz hale gelen sisteme olan güveni yeniden oluşturduğu, bir anlamda ona kan taşıdığı görüşüne katılır mısınız?
5. Yurttaşlara bu koşullarda bile olsa  “Hukuktan tamamen vazgeçin” demek mümkün mü?
6. Yanıtınız olumlu ise hukuk mücadelesi yerine yaşam alanlarının savunulması için neler yapılmalı sizce?
7. Sizce halk desteği ve kitlesel mücadele ile yargı kararları arasında doğrudan bir bağlantı var mı?
8. Son olarak, hukuksal süreçler halkın kitlesel mücadelesinin sönümlendirilmesi noktasında siyasi iktidar tarafından kullanılıyor mu? Bergama, Gezi Parkı ve son olarak Artvin mücadelelerini bu açıdan değerlendirilebilir misiniz?

Son Düzenlenme Tarihi: 17 Haziran 2017 12:05

İklim değişikliği tarımı vuruyor: Gıda fiyatlarında sıçrama uyarısı!

  01 Haziran 2023 07:00 Dr. Oğuz Tutal'ın araştırmasına göre Türkiye için en büyük tehlike kuraklık ve aşırı sıcaklar... Araştırma g...